İslam'a Göre Sevgi Nasıl Olmalı?

 Sevmek fiili, yüzyıllardır tarif edilmeye çalışılan bir olgu. Altınoluk Dergisi'nden Melike Şahin  İslam'a göre sevginin nasıl olması gerektiğini yazdı.

SEVGİMİZE KUR’ÂN AYARI

Kalb, insanın bedeninde küçük bir organdır. Ancak bütün bedenin komuta ve idaresi, bu küçücük et parçasının elindedir. İnsan, onun sevdiğini sever; onun kızdığına kızar. Onun istediği yere gider; onun yüz çevirdiği yerden uzaklaşır. Peygamber Efendimizin lisânıyla kısacası, “…Bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur.” (Bkz: Buhârî, Îman, Büyû, 2; Müslim, Müsâkât, 107)

O hâlde kalbi terbiye, duygu ve düşüncelere hâkim olmak, insanın bu dünyada da, âhirette de istikametini belirleyen çok önemli bir unsurdur.

İnsan, sevdiği kimselerle beraberdir. Onların yanında kendini bulur, duygularını tam olarak ifade eder. Bazen mekân ve zaman olarak farklı konumlarda bulunulsa da, insanın kalbi, hep sevdikleriyle çarpar. Bu yüzden Rabbimizin sevgi duyulan kimselere dikkat çekmiştir. Şeytanı ve onun dostlarını sevmememizi ister.

Çünkü bu kötü sevgi insanı, cehenneme sürükler. Allâh’a, Rasûlü’ne ve Allâh’ı sevenlere yakınlık ise, insanı cennete götürür.

Bu genel bilgilerden sonra, bir de Kur’ân-ı Kerim çerçevesinde dostluk ve düşmanlıklara bakalım. Allâh’ı sevmek ve Allah için buğz etmek nasıl olur? Allâh’ı sevmenin şekli ve şartları nelerdir? Allah’ın sevgisini nasıl hak ederiz? Aslında her bir soru, Kur’ân-ı Kerim’in bütünlüğü içinde daha pek çok âyet-i kerîme ile ifade edebilir.

Fakat biz burada sayfalarımız nispetinde özet bir bilgi vermekle yetiniyoruz.

Zaten Kur’ân’ın tamamı, Allâh’ın kimi sevip kimi sevmediğini, sevilen kul olmak için neler yapılması gerektiğini anlatmaktan ibaret değil midir?

MÜ’MİNLER, ALLÂH’I SEVER

Allah Teâlâ, insanın kalbinde pek çok sevginin var olabileceğini (Âl-i İmrân, 14), ancak mü’minin kalbinde bulunacak en güçlü sevginin “Allâh’a duyulan muhabbet” olduğunu haber vermiştir: “İnsanlardan bazıları Allah’tan başkasını Allâh’a denk tanrılar edinir de onları Allâh’ı sever gibi severler. Îman edenlerin Allâh’a olan sevgileri ise, (onlarınkinden) daha fazladır…” (el-Bakara, 165)

Mü’minler, Allâh’ı, meleklerini, peygamberlerini, Cebrâil ve Mikâil’i sever, onlara düşman olmayı aklından bile geçirmez. (el-Bakara, 98)

ALLÂH’IN RASÛLÜ, CANLARDAN ÖTE SEVİLMELİDİR

Allâh’a muhabbet, kuru bir iddia değildir. Bir mü’minin Allâh’a duyduğu muhabbetin seviyesi, O’nun Rasûlü’ne olan muhabbet ve itaatine bağlıdır: (Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân, 31)

“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların anneleridir…” (el-Ahzab, 6)

Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur:

“Hiçbiriniz beni babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe kâmil mü’min olamaz.” (Buhârî, Îman, 8)

“Size verdiği nimetler dolayısıyla Allâh’ı sevin. Allâh’ı sevdiğim için beni sevin. Beni sevdiğim için de âilemi (ehl-i beytimi) sevin.” (Tirmizî, Menâkıb, 31)

EŞ VE ÂİLE SEVGİSİNDE DİKKATLİ OLUNMALIDIR

Allah Teâlâ, insana eş ve çocuk sevgisini, tabiî bir meyil ve ihtiyaç olarak vermiştir. Ancak bunların büyük bir imtihan vesilesi olabileceği, bir “fitne”ye düşürebileceği unutulmamalıdır. Onların kalpte olan sevgisinin, Allâh’ın, Rasûlü’nün ve Allâh’ın dini uğrunda çalışmanın önünde bir engel olmamasına dikkat etmelidir.

“Ey îman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. (…) Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfât ise, Allâh’ın yanındadır. O halde gücünüz yettiğince Allâh’a isyandan kaçın...” (et -Teğâbün, 14-16)

“De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, Rasûlü’nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)

Âile, insana verilmiş bir emânettir. Akrabalık, sadece bu dünya şartlarında tesis edilmiş bir bağdır. Kıyâmet günü, akrabalıkların bir geçerliliği ve yardımı dokunmaz. (el-Mümtehine, 3)

İnsan, gücü nisbetinde kendisini cehennem ateşinden koruduğu gibi, emri altındakileri ve âilesini de korumakla mükelleftir.

“Ey îman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun...” (et-Tahrîm, 6)

Bazen insan istese de âilesini dalâletten koruyamaz. Bu konuda Kur’ân-ı Kerim, Hazreti Nûh ile Hazret-i Lût’un hanımlarını (et-Tahrîm, 10), Hazret-i İbrahim’in babası Âzer’i (el-En’âm, 74) ve isyan bataklığında boğulmuş Hazret-i Nûh’un oğlunu (Hûd, 42-43) haber verir.

Elbette insanın kalplere hükmetme, sevdiğini hidâyete erdirme gücü yoktur: (Rasûlüm!) Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; bilâkis, Allah dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi O bilir.” (el-Kasas, 56)

Ama insanın olabildiği kadar yakın akrabasından başlayarak sevdiklerine ulaşması, onların hidâyete ulaşması için çırpınması gereklidir. Buna rağmen şirk ve küfü üzerinde ısrar ederlerse durum değişir. İşte o zaman bir müslümanın gönül dünyasında akrabalık bağlarını bile sekteye uğratır.

Her ne kadar örfün gerektiği asgarî insânî münâsebetler devam etse de, onlarla sıkı fıkı bir dostluk kurulmaz. Belki onlarla münâsebet, onları hayra ve hakka dâvet etme, ipleri tamamen koparmama sebebiyledir.

“Allâh’a ve âhiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allâh’a ve Rasûlü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, îman yazmış ve katından bir rûh ile onları desteklemiştir.

Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allâh’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allâh’ın tarafında olanlardır.” (el-Mücâdele, 22)

“Biz, insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme!..” (el-Ankebût, 8)

(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları açıkça belli olduktan sonra, akraba bile olsalar, (Allâh’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygamber yaraşır, ne de inananlara…” (et-Tevbe, 113)

MÜ’MİN, ÎMAN EDENLERİ KARDEŞİ OLARAK GÖRÜR

Allah, ateşten bir çukurun kenarında birbiriyle düşman haldeyken kalpleri uzlaştırıp bir nîmet olarak inananları kardeş kılmıştır. (Âl-i İmrân, 103) Bu sebeple mü’minler arasındaki münâsebet, öncelikle kardeşlik üzerine kurulmalıdır. (el-Hucurât, 10) Onlar, ayrıca birbirlerinin velîsi, yardımcı ve dostu kılınmıştır. (el-Mâide, 55; el-Enfâl, 72)

Allah da mü’minlerin dostudur. (el-Bakara, 257) Mü’minler, Allâh’ın, Rasûlü’nün ve mü’minlerin dışında bir veli (dost) aramazlar. Yine bu sayılanlar dışında bir “izzet” ve “şeref” arayışına da girmezler. (en-Nisâ, 139) Gerçek izzet ve üstünlük Allâh’ın yanındadır. (Yûnus, 65; Fâtır, 10; el-Münâfikûn, 8) Nihâî gâlip olan da, sadece Allah, Rasûlü ve mü’minlerdir. (el-Mâide, 56)

Şayet mü’minler, Allâh’ın belirlediği bu sınırlar içinde kalmaz, başka ittifaklar arayışına girer, başka dostlar arar ve nihayet dininden dönerse, o zaman Allah, kendi dinine hizmet etmek üzere başka bir kavmi vazifelendirir.

Bu topluluğun vasıfları ise şu âyet-i kerîmede sayılmıştır: “Ey îman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. (Hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar.) Bu, Allâh’ın dilediğine lütfudur. Allâh’ın lütfu ve ilmi geniştir.” (el-Mâide, 54)

MÜ’MİNLER, KÂFİRLERİ VE EHL-İ KİTABI DOST EDİNMEZLER

Mü’min temiz insandır. Günahın, fıskın, zulmün, isyanın olduğu topluluklarda bulunmaz. (en-Nisâ, 140; el-Mâide, 57-58; Hûd, 113) Kalbini nifak, küfür ve günaha tamamen açmış kimselerle zaman geçirmez, onlarla dostluk peydâ etmez. (en-Nisâ, 144; el-Mücâdele, 14; el-Mümtehine, 1) Tıpkı âile fertleri bahsinde söylediğimiz gibi, insânî münâsebetlerini, örfün gerektirdiği kadar ve mecburen devam ettirir. (el-Mümtehine, 8-9) Ama onlarla çok yakın bir ahbaplığa girmez.

“Ey îman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar, birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost tutarsa, onlardandır…” (el-Mâide, 51)

Çünkü ehl-i kitap, Müslümanların inanç ve bağlılıklarından rahatsızdır (el-Mâide, 59); mü’minlerin bir şeyle mutlu olması onları derinden üzer, aksine mü’minlerin bir şeyden üzüntüye kapılması da onları mutlu eder, mü’minlere duydukları kin ve öfke sebebiyle neredeyse parmak uçlarını ısırırlar. (Âl-i İmrân, 118-120)

Hattâ bu noktada Yahudilerle müşrikler, mü’minlerin en yaman düşmanlarıdır. (el-Mâide, 82) Onları eskisi gibi küfre, şirke ve dalâlete sürüklemek ister, bunun için fırsat kollar. (el-Bakara, 120; en-Nisâ, 89; el-Mümtehine, 1-2) Dünyada her an bir bozgunculuk ve fitne çıkarmak isterler.

Allah da onların fitne ateşini söndürmektedir. (el-Mâide, 64) Mü’min ferâsetiyle buna imkân vermemeli, onların inanç, ahlâk, gelenek ve yaşayışlarına imrenmemelidir. (et-Tevbe, 85) Onlar, şeytanın dostları, yandaşlarıdır. Şeytan da kendi yandaşlarını, sadece ateşe çağırır. (Fâtır, 5-6)

Allah kimin, mü’minlerin dostu, kimin de düşmanı olduğunu en iyi bilendir. (en-Nisâ, 45) Kâfirler, canlıların en kötüsü (el-Enfâl, 8) ve mü’minlerin apaçık düşmanıdır. (en-Nisâ, 101) Bu sebeple kâfirler de hiçbir zaman dost edinilmemelidir. (Âl-i İmrân, 28; el-Mâide, 81) Şayet mü’minler böyle bir hataya düşerlerse, yeryüzünde büyük bir fitne ve karmaşa olur. (el-Enfâl 73)

 “Üzeyr, Allâh’ın oğludur!” diyen Yahudiler de, “Meryem oğlu Mesih (İsa) Allâh’ın oğludur.” diyen Hıristiyanlar de kâfir olmuştur. (et-Tevbe, 30; el-Mâide, 72, 73, 75)

Ayrıca Yahudiler, Allâh’ı bırakıp hahamlarını, hıristiyanlar da rahiplerini rabler edindiler. (et-Tevbe, 31) Onların din hakkındaki söz ve hükümlerini, Allâh’ın indirdiğine tercih ettiler. (el-Mâide, 63) Hâlbuki Allah onlara, tek bir ilâhın hükmüne boyun eğmelerini emretmişti. Onlar, Allah’la olan ahidlerini bozunca, Cenâb-ı Hak onları lânetlemiş ve kalplerini katılaştırmıştır. (el-Mâide, 13, 14)

Münâfık erkek ve kadınlar da birbirinin dostu ve yardımcılarıdır. (et-Tevbe, 67) Onlar, îman hususundaki yeminlerini, kendilerini korumak için kalkan edinmiş ve kalplerindeki küfrü gizlemişlerdir. (el-Münâfikûn, 1-2) Görünüşleri, sözleri hoş da olsa (el-Münâfikûn, 4), içleri mü’minlere karşı kin ve gayz ile doludur.

ŞEYTANLAR DA MÜ’MİNLERİN DÜŞMANIDIR

Her peygamberin insan ve cinlerden kendilerine düşmanlık etmek isteyen şeytanları vardır. Onlar yaldızlı sözlerle peygamberleri aldatmak isterler. Peygamberleri, bu vesveselere karşı Allah Teâlâ muhafaza etmiştir. (el-En’âm, 112) Ama mü’minler, şeytan ve nefislerinin fısıltılarına karşı dikkatli olmalıdırlar.

Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır. (el-En’âm, 142; el-A’râf, 22, Yûsuf, 5) Şeytanlar, inanmayanların dostudurlar. (el-A’râf, 27) Mü’minler, şeytanın adımlarını takip etmemelidirler. (el-En’âm, 142) Şeytan insanlara söz ve umut vermiş, boş vaatlerle insanları peşinden sapıklığa sürüklemiştir. (en-Nisâ, 120-121)

“Ey insanlar! Allâh’ın vaadi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın! Çünkü şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman sayın. O, kendi taraftarlarını ancak ateş ehlinden olmaya çağırır.” (Fâtır, 5-6)

Şeytanın mü’minler üzerinde bir gücü yoktur, onun gücü sadece kendisini dost edinenleredir. (en-Nahl, 99) Cinlerden insanlarla uğraşan, insanlardan da cinlerle iş görmeye çalışan kimseler vardır. İkisi de birbirinden faydalanırlar, ancak âhirette bu menfaatlerinin karşılığı ateştir. (el-En’âm, 128-130)

KIYAMET GÜNÜ

Allah rızâsı gözetilmeden, sadece menfaat üzere kurulmuş dostluklar, kıyamet sabahına kadardır. O gün gelince dostlar, birbirine düşman olurlar. (ez-Zuhrûf, 67; el-Meâric, 10-11)

Hatta cehennemde azab görmeye başlayınca, topluluk olarak birisini kendisine önder edinmiş kimselerle onlara tâbî olan gruplar arasında atışma ve kavga çıkar.

Biz, seni rehber kabul ettik, sen de bizi ateşe sürükledin, diye ona çıkışırlarken, o da ben sadece davet ettim, siz de uydunuz, ben kimseyi zorlamadım şeklinde kendisini savunur.

İkisi de birbirinin azabının katlanarak artması için duâ ederler ve lânet okurlar. (Sâd, 59-61) O gün zâlimler için büyük bir hasret ve nedâmet günüdür. Onlar şöyle derler: “O gün zâlim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: «Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim!..” (el-Furkan, 27-29)

Kaynak: Melike Şahin / Şebnem Dergisi, Sayı, 120

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.