İslam Harp Hukuku Hangi Kaidelere Dayanmaktadır?

İslam savaş hukuku hangi uygulamalara dayanmaktadır? İşte İslam savaş hukuku...

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, sulhü temin edemeyip savaşmak zorunda kaldığında ise belli kâideler çerçevesinde savaşmayı ve insanlığı hiçbir zaman elden bırakmamayı emrederdi. Herhangi bir askerî birliği sefere göndereceği zaman kumandana, Allah’a karşı takvâlı, yanındaki Müslümanlara karşı hayırlı olmasını ve iyi davranmasını tavsiye eder, sonra da şöyle buyururdu:

“Allah’ın ismiyle, Allah’ın yolunda gazâ ediniz! Allah’ı inkâr edenlerle çarpışınız! Gazâ ediniz ama ganimet mallarına hıyânette bulunmayınız, zulmetmeyiniz, müsle yapmayınız (kulak, burun gibi âzâları keserek işkence etmeyiniz) ve çocukları öldürmeyiniz!” (Müslim, Cihâd, 3; Ahmed, V, 352, 358)

Diğer rivâyetlerde Rasûlullah (s.a.v):

“Çocukları, mabetlerine çekilip ibadetle meşgul olan kişileri,[1] kadınları,[2] yaşlıları[3] ve savaş hârici işler için kiralanan kişileri[4] öldürmeyiniz! Kiliseleri yakıp yıkmayınız, ağaçları köklerinden kesmeyiniz![5]” buyurmuştur.

“ÇOCUKLARI ÖLDÜRMEYİNİZ”

Peygamber Efendimiz’e, bir savaşta bazı çocukların öldürüldüğü haber verilince gazaplandı ve:

“–Bazılarına ne oluyor ki bugün öldürmekte aşırı gidiyorlar, işi çocukları öldürmeye kadar vardırıyorlar?!” buyurdu. Oradakilerden biri:

“–Yâ Rasûlallah! Onlar, müşriklerin çocukları değil mi?” diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

“–Sizin en hayırlılarınız da müşriklerin çocukları değil midir?” buyurdu. Sonra da şöyle devam etti:

“–Dikkat ediniz! Çocukları öldürmeyiniz! Dikkat ediniz! Çocukları öldürmeyiniz! Her çocuk, İslâm fıtratı üzere doğar, dili dönünceye kadar böyle gider. Sonra anne babası onu yahudi veya hristiyan yapar.” (Ahmed, III, 435)

HZ. PEYGAMBERİN ŞEREFLENDİRDİĞİ MÜBAREK ASKERLER

İslâm askerleri savaş esnâsında istedikleri gibi vurup kıramaz, zulüm ve adâletsizlikte bulunamazlar. Belli bir disiplin ve muayyen kâideler çerçevesinde hareket etmek mecbûriyetindedirler. Bir misal verelim:

Asırlarca pek çok ordulara kafa tutan İstanbul surlarını binbir güçlükle aşan Fâtih şehrin ortasına kadar varmıştı. Birdenbire durdu. Etrafındakilere kısa bir hitabede bulundu:

“Ey kahraman mücâhitler! Allah’a hamd ü senâlar olsun. İşte bundan böyle sizler «Kostantıniyye Fâtihleri»siniz. Hz. Peygamber’in:

«Kostantıniyye elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!»[6] buyurduğu ve lisân-ı Peygamberî’nin şereflendirdiği mübârek askerler siz oldunuz. Gazânız mübârek olsun! Kesinlikle çocukları, din adamlarını, sizinle harp etmeyen ihtiyarları öldürmeyin, kadınlara dokunmayın! Peygamber Efendimiz’in size lâyık gördüğü şerefin ehli olun!” dedi.

Sonra atından indi, kıbleye döndü, yüzünü topraklara sürdü, bu nimeti kendisine lutfeden Allah’a şükür secdesine kapandı. Başını secdeden kaldırıp atına bindi. Ayasofya kilisesine doğru yoluna devam etti. Şehir halkı korkudan kaçacak delik arıyor, semâ başlarına yıkılmış gibi her taraftan feryatlar kopuyordu. Çünkü onlara Türklerin “Yırtıcı vahşî hayvanlar gibi, katı kalplere bile rahmet okutacak tıynette” olduğu telkin edilmişti. Kılıçların önüne çıkan her canlı mahlûk uçurulacak, katliâm yapılacak, bütün insanlarıyla birlikte koca şehir mahvolup gidecek zannediyorlardı.

Nasıl korkmasınlar ki?! Bundan iki buçuk asır evvel haçlı ordularının, İstanbul’u yağmaladığı zaman yaptığı mezâlim, döktüğü kan, yaktığı hânumân senelerce dillerde dolaşmış, hayâli bile tüyler ürpertici olmuştu. Hristiyanlığı korumak için gelenler kendi dindaşlarına böyle yaparsa Türkler ne yapmazdı ki?!

Ayasofya kilisesi kadın erkek, çoluk çocuk dolmuş, kapıları kapatılmıştı. Hazin sesler ve yürekleri dağlayan âh u figânlar dua için yükseliyordu. Fâtih kilisenin önüne gelince râhip kapıların açılmasını emretti. Kapılar açıldı, yürükler daha dehşetli bir korkuyla çarpmaya başladı. O hazin sesler boğazlarına tıkandı, dualar bir anda kalplere hapsedildi. Fâtih derhal emretti:

“Herkes ibadetine devam etsin, hiç kimse korkarak yerinden ayrılmasın!”

Fâtih orada tekrar Yüce Mevlâmıza şükrederek secdeye kapandı. Başını secdeden kaldırınca râhibe şöyle dedi:

“Herkes evine dönsün; malından, canından, ırzından emin olsun! Herkes işinin başına gitsin!”

Biraz evvel korkudan çatlayacak hâle gelen kalpler bu sözleri işitince derin bir huzûra kavuştu. Fâtih şehrin her tarafına haberciler saldı:

“Herkes işinin başına dönsün; malından, canından, ırzından emin olarak yaşasın!” diye nidâ ettirdi.

Halk böyle bir şey beklemiyordu, çok şaşırmışlardı. İnanmayacak oldular, fakat günler geçiyor kimsenin dinine, hürriyetine karışan olmuyordu. Adâlet güneşi sînelere o tatlı harâretini bahşetmiş, herkesi huzur içinde yaşatıyordu. Bir müddet sonra artık hergün yüzlerce insan bu adâleti emreden dini kabul ediyor, herhangi bir baskıya maruz kalmadan müslüman oluyordu.[7]

AKŞEMSEDDİN HAZRETLERİNİN ASKERLERE HİTABESİ

Müslümanlar fethettikleri şehirleri yakıp yıkmak bir tarafa bilâkis îmâr etmiş, içinde yaşayan gayr-i müslim halkına da maddî mânevî yardımlarda bulunmuşlardır. Bunun sebebi İslâm’ın insanları devamlı olarak infâka, hayra ve iyiliğe teşvik etmesidir. Nitekim bunun bir misâli yine İstanbul fethinde yaşanmıştır:

İstanbul’un fethini müteâkip Sultan Fâtih’in hocası Akşemseddin Hazretleri askerlere şu hitabede bulundu:

“–Ey kahraman İslâm askerleri! Size ne mutlu ki Peygamber Efendimiz’in medhine mazhar oldunuz!.. Allah size pek çok ganimetler de lutfetti. Elde ettiğiniz ganimetleri israf etmeyiniz, hayra ve iyi şeylere sarf ediniz! Bu memleket halkına infak ediniz! Sultan’ın sözlerini dinleyip ona itaat ediniz!”[8]

Bu büyük âlim ve ârif zâtın sözünü dinleyen askerlerden kimi mektep, medrese, kütüphâne, câmi; kimi çeşme, hamam; kimi aşevi yaptırmış; kimi de fakir fukaraya büyük infaklarda bulunmuştur. Daha önce haçlıların yağmasıyla harabeye dönmüş olan İstanbul, müslümanların hayırhâh gayretleriyle tekrar canlanmış ve öncekinden daha güzel hâle gelmiştir.

Dipnotlar:

[1] Ahmed, I, 300; Taberânî, Kebîr, XI, 224/11562. [2] Buhârî, Cihâd, 148; Müslim, Cihâd, 24, 25. [3] Taberânî, Evsat, I, 48/135. [4] İbn-i Mâce, Cihâd, 30; Vâkıdî, III, 912. [5] Abdürrazzak, Musannef, V, 220. [6] Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300. [7] Mustafa Runyun - Osman Keskioğlu, Fâtih Devrinde İlim ve O devirde Yetişen İlim Adamları, s. 21-23. [8] Mustafa Runyun, a.g.e., s. 18-19.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Ebedi Yol Haritası İslam, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

İSLAM SAVAŞ HUKUKUNUN TEMEL İLKELERİ

İslam Savaş Hukukunun Temel İlkeleri

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.