İnsanlığın Birlikte Yaşama Esasları Bu Sözleşmede!

İnsan tek başına yaşayamaz. İlk birliktelik babamız Adem ve anamız Havva ile başlamış, dişili erkekli üreme neticesinde birlikteliğin çerçevesi genişlemiş ve genişlemeye de devam etmektedir. Özellikle ticari ve kültürel anlamda sınırların kalktığı günümüz dünyasında gelişen bu birlikteliğin oluşturduğu bir takım yeni durumlar ve sorumluluklar söz konusudur. Bu da bize insanların ne kadar birbirine muhtaç olduğunu gösteriyor.

Birbirlerine muhtaç olan insanlar, aralarındaki iş bölümü yoluyla çeşitli ihtiyaçlarını giderirler. Öncelikle aynı baba ve annenin çocukları olmaları ve birbirlerine muhtaç olmaları sebebiyle karşılıklı sevgi ve saygı hudutları içinde yaşamak durumundadırlar. Huzur ve güven bu sevgi ve saygıya bağlıdır.

İNSANLIK AİLESİ BİR BÜTÜN MÜDÜR?

Ne kadar güçlü ve varlıklı olursa olsun insan yalnız yaşayamayacağına göre, muhtaç olduğu diğer insanlara karşı göstereceği saygının aynı zamanda kendisine gösterilmiş bir saygı olduğunu unutmamalıdır. Doğrudan veya dolaylı olarak yararlandığı insanlara teşekkür etmek bir insanlık borcudur. Hz. Peygamber “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a da teşekkür etmiş olmaz.” (Keşfu’l-hafa, Hadis no: 2613) buyurmuştur.

İnsanlık ailesi bir bütündür. Renklerin ve dillerin ayrı oluşu Mevla’nın gücüne ve zenginliğine delalet eder.

İnsanların ortak paydası yaratıcıya kulluktur. Yaratanın birliği yaratılanların da birliğini gösterir. Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz: “Bütün yaratıklar Allah’ın aile fertleri mesabesindedir. Yaratıkların en sevimlisi de aile fertlerine en faydalı olanıdır.” (Münziri, Kırk Hadis, No: 1) Ailenin Allah’a nispeti mecazi anlamdadır. O’na olan ihtiyacı ifade eder.

İNSANLAR BİRBİRLERİYLE İMTİHAN EDİLMEKTELER

İnsanlar birbirleriyle imtihan edilmektedirler. Mevlâ’mız bunu şöyle ifade ediyor: “Sabreder misiniz diye sizi birbiriniz için bir imtihan vesilesi yaptık.” (Furkan, 20) Herkes birbirinden sorumludur. Bu sorumluluğun derecesi fayda ve menfaatle orantılı değildir. Menfaate dayalı iyilik bir bakıma ticarettir. Mevlâ’nın rızasını, insanların duasını kazanmak asıl kazançtır. Yaşlıya, özürlüye, hastaya, acize, çaresize çare olmak, yardımda bulunmak insan kalitesinin göstergesidir. İslamiyet’in esası “Yaradana itaat, yaratıklara şefkattir.” Kur’ân-ı Kerim’in de ana teması budur. “Allah’a kulluk edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya, babaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve hizmetinizde olanlara iyilik edin. Allah, kendini beğenip övünenleri sevmez.” (Nisa, 36)

Hayat bir bakıma sorumluluktan ibarettir. Sorumluluktan kaçmak insanlıktan uzaklaşmaktır. Kulluk imtihanı tek başına gerçekleşmez. Mağarada yaşamak kurtuluş yolu değildir. Hayat mücadele ve sabırdır. Öyle olmasaydı Hz. Peygamber Hira’dan ayrılmaz, Hz. Musa Tûr’u terk etmezdi. Peygamberlerin üstünlükleri üstün mücadeleleriyledir. Efendimiz bu durumu şöyle belirtiyor. “İnsanlar arasına karışıp, onların eziyetlerine karşı sabreden müslüman, onlardan uzak durup eziyetlerine katlanmayan Müslümandan daha hayırlıdır.” (Tirmizi, Kıyamet 56, İbn Mace, fiten 23)

HAYATTAKİ FARKLILIKLAR YAŞANMAYA DEĞER KATAR

Toplumlar; inançları, karakteri, zevkleri, temayülleri farklı olan insanlardan oluşur. Seri üretilmiş standart malzemeler gibi değildirler. Her fert tek nüshadır, başlı başına bir âlemdir. Hayatı renklendiren, yarışmayı sağlayan, dünyayı yaşanmaya değer kılan da zaten bu farklılıkladır. Aksi halde heyecansız ve donuk bir hayat tarzı oluşur. Ferdî hayat bile her an değişmekte, çocukluk, gençlik yaşlılık, hastalık, sağlık, fakirlik, zenginlik, kazanmak, kaybetmek vs. Bütün farklılıklar hayatı durağan olmaktan çıkarıyor, harekete, heyecana ve dinamizme sevk ediyor.

İnançları, zevk ve temayülleri birbirine yakın olanlar daha kolay anlaşıp kaynaşırlar. Ortak inanç, ortak tarih, ortak dil, ortak ideal sahiplerinin birlikteliği daha güçlü ve kalıcıdır. Bununla beraber başta da belirttiğimiz gibi global, ortak bir köy haline gelen dünyamızda farklılıklara rağmen birlikte yaşama kültürünü geliştirmek hem günümüz hem de geleceğimiz için fevkalade önemlidir. Adeta sınırların kalktığı bir dünyada buna mecburuz.

Farklılıkların ayrılık ve düşmanlık sebebi görmek herkes için felaket sebebidir. Yunusumuzun dediği gibi; “tanış olmak ve işi kolay kılmak” asıldır. Mevlâ’mız da böyle buyuruyor:

“Ey insanlar! Gerçekten biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışınız diye sizi kabilelere ve milletlere ayırdık, sizin Allah katında en üstününüz O’na karşı en saygılı olanınızdır.” (Hucurât, 13) Âyet-i kerimede de ifade edildiği gibi; farklılıktan maksat tehâsun değil teâruftur. Hasım olmak değil hısım olmaktır.

Birlikte yaşamanın en güzel örneği Rasûlullah döneminde gerçekleşmiştir. Kur’an ifadesiyle; bütün insanlara uyarıcı ve müjdeci ve âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamberimiz bu hususta bütün insanlara örnek olmuştur İnsanları doğuştan tarağın dişleri gibi eşit görmüştür.

BİRLİKTE YAŞAMA ESASLARI MEDİNE SÖZLEŞMESİNDE

Efendimiz Medine-i Mü­nev­ve­­re’ye hicret ettiğinde şehrin yarısına yakını Yahudi idi. Orda Benî Kaynuka, Benî Kurayza ve Benî Nadr adlı üç Yahudi kabilesi vardı. Ayrıca yüz yirmi sene boyunca birbirleriyle savaşan Evs ve Hazrec kabileleri ana kitleyi teşkil ediyorlardı.

Hicreti takiben Rasûlullah’ın yaptığı ilk iş; insanları eğitmek ve kaynaştırmak için mescid inşası, Mekke’de malını, mülkünü terk edip gelen muhacirlerin rehabilitasyonu, yani Medineli Ensar’la Mekkeli Muhacir’leri kardeş yaparak maddi ihtiyaçlarının giderilmesi, farklı inanç sahipleriyle, özellikle Yahudilerle birlikte yaşama esaslarını belirleyen Medine sözleşmesinin imzalanıp uygulamaya konulması olmuştur. Bununla sağlam ve uyumlu bir toplum inşası hedefleniyordu. Medine’de yaşayan herkes devletin asli unsuru sayılıyor, herkese saygı gösteriliyordu. Bu saygı ölüyü de diriyi de kapsıyordu. Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) bir cenazeye rastladı ve ayağa kalktı. Onun bir Yahudi cenazesi olduğu söylendiğinde efendimiz: “O, insan değil mi?” diye mukabele etmişti. (Buhari, Cenaiz 49)

Kurban etinden Yahudi komşuya da verilmesini emretmiş, hastalanan Yahudi çocuğu ziyarete gitmiş, Yahudi kabilesi Nadir oğullarının reisinin kızı olan Safiyye validemizle evlenmiş, Yahudiler ihanet içinde olmadıkça onlarla daima iyi münasebette bulunmuştur.

İSLAM'IN ADALETİ

Rasûlullah (s.a.v.) Hristiyanlarla da iyi ilişkiler içinde olmuş. Mekke’de iken eziyet çeken Müslümanların Hristiyan olan Habeşistan’a hicret etmelerini söylemiş, orada Necaşi isimli adil bir kralın olduğunu haber vermiş, müslüman olan Necaşi ölünce onun için gıyabi cenaze namazı kıldırmıştır. Ayrıca Mekke ile Yemen arasında bulunan Necran’dan altmış kişilik bir Hristiyan heyeti kabul etmiş, onları bir kaç gün Medine’de ağırlamış, Mescid’de doğu cihetine doğru namaz kılmalarına müsaade etmiş, dini konuları tartışmış, fakat onlar müslüman olmaya yanaşmamışlar, cizye vermeye razı olmuşlardı.

Yapılan anlaşmaya göre belirli miktarda cizye verecekler, buna mukabil malları, canları, kiliseleri, inançları güvence altında olacaktı. Hristiyan ve Yahudiler şartlara riayet ettikleri müddetçe güven içinde yaşamışlar, ihanet eden Yahudiler ise çeşitli cezalara çarptırılmışlardır.

Gayr-i Müslimlerle birlikte ve dostane şekilde yaşama Osmanlılar döneminde de kâmil mânâda gerçekleşmiş, hiç kimsenin malına, canına, haysiyet ve şerefine dokunulmamış, inançlarına uygun olarak yaşamaları teminat altına alınmıştır. Meselâ bu çerçevede gayr-i Müslimleri aşağılayıp rencide eden olursa müslüman da olsa başka semte sürgün edilirdi.

OSMANLI BİRBİRİNDEN FARKLI İNSANLARI NASIL BİR ARADA TUTTU?

Altı yüz sene hükümran olan Osmanlı imparatorluğu, Türk, Arap, Rum, Ermeni, Sılav, Kürt, Yahudi, Süryani, Dürzi, Roman gibi farklı unsurlardan oluşuyordu. 1844 yılında yapılan nüfus sayımına göre otuz beş milyon üç yüz elli bin nüfusun yirmi bir milyonu müslüman, on üç milyonu Ortodoks, dokuz yüz bini Katolik, yüz elli bini Yahudi, üç yüz bini ise diğer dinlerin mensuplarından oluşuyordu. Buna rağmen İslam’ın engin adaleti ve bu adalete uygun yönetim tarzı farklı unsurları bir arada tutabilmiştir. Bu adil insani uygulamanın başka ülkelerde örneği yoktur.

Avusturya’da Aborjinlere, Amerika’da Kızılderililere uygulanan soy kırım insanlık tarihinin yüz karası olarak hatırlanmaktadır. Daha yakın zamana kadar Amerika’da zencilerin, beyazlara ait otobüslere binemediği, binse de arka koltuklarda oturduğu, lokantalara, eğlence yerlerine siyahların sokulmadığı, kiliselerin bile ayrı olduğu bilinmektedir.

Sözde insan hakları savunuculuğu yapan Batı ülkelerinde bugün bile ırk ayrımcılığı yapıldığına, islamofobyanın yaygın oluşuna şahit olmaktayız.

İletişim vasıtalarının son derece yaygın olduğu günümüzde insanların birbirlerini yakından tanımaları, anlaşıp kaynaşmaları eskiye nispetle daha kolay olduğu halde bu imkanlar birleşmeye değil, ayrışmaya, kötü algı operasyonlarına alet edilmektedir.

DÜŞMANIN EN TEHLİKELİ TAKTİĞİ

Birlikte kardeşçe, dostça huzur ve güven içinde yaşamanın en büyük düşmanı; ırk, mezhep, meşrep farkını bahane ederek nefret ortamı oluşturmaktır. Düşmanlarımızın en tehlikeli taktiği budur. Bu tuzağa düşmemek, daima akl-ı selim ve kalb-i selim üzere olmak gerekir.

Başta da ifade ettiğimiz gibi insanlık bir ailedir. Yaratılmışları yaratandan ötürü sevmek, halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğunu bilmek, dosta muhabbet, düşmana adaletle davranmak asıldır.

Birlikte dostça yaşamamızı sağlayacak pek çok kutsal prensipler, ahlâkî ve insanî sebepler vardır. Dostluğun sadece getirisi, düşmanlığın ise sadece götürüsü vardır. Kendini seven başkalarını da sevmek durumundadır. Başkasını kendimiz gibi görmek, onun da bizim duygularımıza, arzularımıza, ideallerimize sahip olduğunu düşünmek, empati yapmak dostluğun, birlikte yaşamanın temelidir.

Satırlarımızı Aymara Kızılderili’sinin, çocuğuna yaptığı şu harika tavsiyeyle sonlandıralım “Yavrum! Başkası, yüzü değişik olan sensin.” Yani şekliniz farklı da olsa özümüz aynıdır.

Kaynak: Ali Rıza Temel, Altınoluk Dergisi, 357. Sayı, Kasım 2015

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.