İnsanların Ateizm ve Deizme Kaymasının Sebepleri Nelerdir?

İnsanların ateizm ve deizme kaymasının sebepleri nelerdir? Ateizm ve deizm fitneleri neyin yokluğundan doğuyor? Fikirleri nasıl bulandırıyor? İnsanları ateizm ve deizm fitnesine düşüren 3 sebep ve bu sebeplere karaşı almamız gereken önlemler...

Bugün bu sapma ve inhirafların temelinde üç sebep sayabiliriz:

BİRİNCİ SEBEP

Dinden uzaklaşılması ve bunun acı neticesi olarak câhiliyye anlayışının yeniden insanı kuşatması ve hattâ ilim ehlini de âdetâ esir alması.

Ateizm ve deizme baktığımız zaman, bu bâtıl düşüncelerin câhiliyye devrinde de olduğunu görüyoruz. Zira câhiliyye insanı da; Kur’ân’ın, ölüm ötesi ve âhiret hakkında nâ-

zil olan, hevâ ve heveslerine muhalif beyanlarından rahatsız oldu. Peygamber j Efendimiz’den onu hoşlarına gidecek şekilde değiştirmesini istediler. Allah Rasûlü’ne gelerek;

“–Bize içinde yeniden dirilme bahsinin geçmediği (...) bir Kur’ân getir veya ondaki yeniden dirilme (âhiret, hesap) bahislerini değiştir!” dediler. (Zeccâc, Maâni’l-Kur’ân ve İ‘râbuhû, III, 11)

“–Bize, içinde Lât ve Uzzâ’ya ibâdeti terk etmemizin emredilmediği bir Kur’ân getir. Eğer Allah Sana böyle bir Kur’ân indirmiyorsa Sen böyle bir Kur’ân söyle veya Allâh’ından Sana geleni bu şekilde değiştir; azâb âyeti yerine rahmet âyeti koy, haramın yerine helâli, helâlin yerine haramı koy!” dediler. (Vâhidî, s. 270; Alûsî, XI, 85)

Yani nefislerine zor geldiği için, insanca yaşamayı reddettiler. Güçlü olanın her zaman haklı olduğunu zanneden bu bedbahtlar, bir hak ve hukuk tevzîine yanaşmadılar.

Bu kimseler hakkında Rabbimiz şöyle buyurdu:

“Âyetlerimiz onlara açık açık okununca, (öldükten sonra) Bizimle karşılaşmayı ummayanlar;

«–Bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir.» dediler.

De ki:

«–Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak bana vahyolunana tâbî olurum. Ben Rabbim’e karşı gelirsem, büyük günün azâbına uğramaktan korkarım.»” (Yûnus, 15)

İşte bugün de, deizmin insanımızı götürmek istediği nokta burasıdır. «Cenâb-ı Hak bu kâinâtı yaratmış ve -hâşâ- bir kenara çekilmiştir!» diyorlar. Öyle ki, hiçbir şeye karışmamaktadır. Yani bir nevî hayvanâtı yaratıp başıboş bıraktığı gibi, insanı da yaratıp güya başıboş bırakmıştır. Lâkin asla öyle değil!

Çünkü hayvanâtın yaratılışı bile bir gayeye mâtuf. Hangisi yaratılış gayesi dışında ve başıboş? Hiçbiri. Meselâ;

Arı, bal yapıyor. Tavuk, yumurta yapıyor. İnek, süt üretiyor. At, yük taşıyor. Karıncalar muntazam, birlikte ve mütenasip çalışmanın en sistematik, en güzel ve mükemmel örneği. Daha niceleri.

Envâi çeşit kuşlar, ilâhî sanatın hârikulâdeliğini temâşâ ettiriyor. Serçeden file, sinekten balinaya bin bir çeşit mahlûkat, ilâhî kudrete hayran bırakıyor. Hattâ yılan ve akrep gibi hayvanat da irşâd edici ilâhî bir vazife görüyor; insana azâbın korkunçluğunu hatırlatıyor.

Âyette buyurulur:

“O; göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lutfu olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13)

Bu hakikat, bir başka âyet-i kerîmede de şöyle beyân ediliyor:

“Görmediniz mi Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini size âmâde kıldı / emrinize verdi ve size zâhir ve bâtın (dış ve iç; görülen, görülmeyen; bildiğiniz, bilmediğiniz) nimetlerini bol bol ihsân etti...” (Lokmân, 20)

Âyetin devamı şöyle:

“...Yine de insanlar arasında, hiçbir bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışıp duranlar vardır.” (Lokmân, 20)

Düşünmek gerekmez mi ki, hayvanat bile bir gaye ile yaratıldığına ve buna bağlı bir gayret içinde yaşatıldığına göre, en güzel bir sûrette var edilen insan başıboş, gayesiz ve gayretsiz bir yaşayış için mi halk edilmiştir?

Bunun cevabı âyetlerde çok açık:

“Bizim sizi boş yere yarattığımızı ve tekrar Bizim huzûrumuza döndürülüp hesap vermeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

“Gaybın anahtarları Allâh’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahî bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (el-En‘âm, 59)

Yani en küçüğünden en büyüğüne kadar yaratılmış her şey; birer ibret levhası, ilâhî sanat hârikası...

Hâl böyleyken;

Eserden Müessir’e, sanattan Sanatkâr’a, sebeplerden Müsebbib’e varamamak, aklın cinneti değildir de nedir?

Zerreden kürreye, mikro âlemden makro âleme; aklı ve idrâki en güzel şekilde irşâd eden sayısız yüce hakikatler ve ilâhî manzaralar karşısında alık, duygusuz ve nâdan bir şekilde kalmak, aklın cinneti ve iflâsı değildir de nedir?

İlâhî vahiy ve yüce duygulardan uzaklaşarak robotlaşan beyinler, insanlık hüviyet ve haysiyetine iptal damgası vurmuş olmuyorlar mı?

Enfüste ve âfâkta, hem özlerde hem ufuklarda, bütün cihanlarda kesintisiz temâşâ edilen şu hârikulâde, mükemmel nizâmı; sebepsiz, gayesiz, gayretsiz ve rastgele sayan kişi, aklına mağrur olup gönlünü vîrâneye çevirmiş bir zavallı değil midir?

Akl-ı selîm ile düşünsek her bir şeyde ilâhî tefekküre bin bir yol var. Hangi gerçeğin hangi noktasına, doğru şekilde dikkat etsek, muhteşem bir hakikatin tefekkür âlemidir bizim için. Sonsuz misalden bir tanesine bakalım:

1915’te dünya nüfusu 1,5 milyardı. Şimdi ise 7 milyar. Dünya nüfusu kaç kat artmış olmasına rağmen yeryüzü onların rızkını üretemez vaziyete düşmedi. İnsan sayısı arttıkça, ilâhî sofralar da arttı. Dünyada gafil insanların duyarsızlıkları ve sömürgeleri yüzünden açlık çekenlerin bulunması ise; başka bir gerçeğin, yani merhametsizliğin acı tablosudur. Yoksa insanlar duyarlı olup sömürmediği takdirde, yeryüzünde açlık diye bir şey mevzubahis olmaz. Hele israf ve lüks kalksa, yeter de artar bile. Yani dünya, insan nüfusu ne kadar artsa da ilâhî rızık programına tâbî olarak herkese yetecek çapta bir ilâhî denge sergilemektedir. Bu gerçeğe kör bir şekilde endişeler, gaflet ve cehâletten başka bir şey değildir.

Çünkü bu gaflet ve cehâlet, bundan 15 asır önce de, yani belki insanların sayısı 1 milyar bile değilken; «Bu kadar çok insan sayısını bu dünya besleyemez, fazlalık teşkil edenleri öldürmeli, yeni doğan çocukları katletmeli!» gibi dengesiz aldanışlar ve ahmaklıklara sebebiyet veriyordu.

Fakat işin gerçeği ise, bütün şartlarda insanlığa lâzım olan maddî ve mânevî rızıkları takdir eden sonsuz ve yegâne Kudret, bu dünyada yaşayan nüfus ne kadar olursa olsun, dâimâ o kadar sofrayı mutlaka lutfettiğini tarihten beri her zaman tecellî ettirdi, her zaman gösterdi.

Sadece bu hakikat bile, görebilenler için, ilâhî kudretin ne muhteşem bir tezâhürüdür!

Bütün çağlar şahit ki;

İnsan emekleye emekleye ilimlere ulaşıyor. Her devirde insana verilen eski ve yeni bütün bilgiler, aslında dâimâ ilâhî azamet ve kudreti düşündürmek için Cenâb-ı Hakk’ın bizlere rahmeti, ihsânı ve ikrâmı.

Bunu idrâk edip de;

Bu kâinat kitabının, hikmet ve hakikat yüklü satırlarını hakkıyla okuyan, anlayan ve tefekkür ufkunda derinleşenlere ne mutlu!

İKİNCİ SEBEP

İnsanları deizme sürükleyen ikinci sebep, bugünkü Hıristiyanlığın içinde bulunduğu perişan vaziyettir.

Tarihte, mâlûm:

Pavlos ve Yahova Şahitleri tarafından Hıristiyanlığın içi boşaltıldı.

  • Dînin akāid kısmı, konsillerdeki insanlar tarafından tayin edildi.
  • Namazı âyine, sünneti vaftize, orucu perhize çevirerek

ibâdet hayatı kaldırıldı.

  • Kilise’ye para mukabilinde günah çıkarma salâhiyeti verildi. Oysa bir insan, nasıl kendisi gibi bir insanın günahını silebilir?
  • «Sezar’ın hakkı Sezar’a!» denilerek dînin, dünya hayatı hakkındaki kāideleri silindi. Din mâbede mahpus hâle getirildi. Hâlbuki devlet reisi, muâmelât ve ukûbat husûsunda da tek yetkiyi nasıl kendinde görebilir?
  • Bağnaz Hıristiyanlık, ilmî hakikatlere karşı taassup gösterdi. İlim adamlarını Engizisyon’da baskı altına aldı. Galileo’nun mahkemedeki hâli meşhurdur.

Bu Hıristiyanlık taassubuna karşı bir infiâl olarak bilim ile inancın birbirine zıtlığına dair fikirler ortaya çıktı ve;

“Eğer bilimden yana isen, inançtan uzaklaşmalısın!” gibi telkinler ilkā edildi.

Lâkin;

Bozuk bir dîne karşı bu infiâl ne kadar haklı ise, doğru inanca karşı kullanılması hâlinde o kadar haksız bir fikirdir. Çünkü insan, gerçek bir bilgiye sahip oldukça hurâfelerden uzaklaşırken; hak olan dîne daha saygılı ve yakın hâle gelir.

Yani;

Dînin bâtıl olanına karşı çıkmak yerine hak olanına da karşı çıkmak; tıpkı insanın gıdâda zehirli ve zararlı olanları bertaraf etmek yerine baştan sona şifâ ve derman bile olsa hiç gıdâ almamayı tercih etmek gibidir ki, bu durum, intihardan başka bir şey değildir. Çünkü maddî rızık, bedenin hayat şartı olduğu gibi hak din de mutlaka elzem bir mânevî rızık olarak ruhların hayat şartıdır. Dolayısıyla zehirli ve zararlı olanı bertaraf etmek yerine; «Ben bu ihtiyacın kendisinden de vazgeçeceğim!» demek, hakikaten ahmakça bir intihardır.

Fakat meselenin böyle olduğunu boyalı perdeler arkasında saklayıp da bir kişinin sırf bilimle uğraştığı için inançtan ve dinden uzak kalmasının gerektiğini süslü püslü tabaklarda akıllara servis eden sahtekâr ve sinsi bir felsefe, ne yazık ki okumuş kesimlerden de nicelerini avlamış ve o gafilleri dinsizleştirmiştir.

Hâlbuki bir mütefekkirin dediği gibi:

“İlimle din birbirinden ayrıldığı takdirde; (ilimsiz) din, insanları geri kafalılığa, (dinsiz) ilim ise, ateizme sürükler.”

Muharref Hıristiyanlık, tarihte işte bu yanlışı yaptığı için bozuldu. Başlangıçta insanların nefislerine hoş ve tatlı gelen bir yapıya dönüştüğünden dolayı bu tehlikeli bozulma, kimseyi rahatsız etmedi. Lâkin bu noktada yüce Allah, İslâm’ı gönderdi ve öncesindeki bütün dinleri ve muharref Hıristiyanlığı da iptal etti.

Bu şekilde Allah katında iptal damgası yiyen Hıristiyanlık, bugün kupkuru bir rozetten başka bir şey değil. Müntesiplerine hiçbir mâneviyat ve vicdan huzuru veremeyen bir rozet...

Aslında;

Kendileri de bu zavallı durumun farkında. Fakat bundan kurtulmak yerine son hak din olan İslâm’ı da kendilerindeki bu çirkin vaziyete çekerek vicdânen rahatlamak derdindeler. Bir de hiç utanıp arlanmadan bunu müslümanlara yani bizlere tavsiye ediyorlar. Tıpkı kötü bir hastalığa yakalanan kimsenin ondan kurtulmak yerine sapasağlam doktora; «Sen de bendeki mikroptan alıp benim gibi hasta ol! Beni bu kötü hastalıkta yalnız bırakma! Beraber ölelim!» dercesine. Tamamen işte böyle ârızalı bir mantıkla, mevcut papa, Papa Francesco bir mülâkatında şöyle diyor:

“Tıpkı bizim mukaddes metinlere yaptığımız gibi; müslümanların da Kur’ân üzerinde eleştirili bir şekilde çalışmaları, onlar hakkında iyi olur. Tarihî ve tenkidî yorum yöntemi, onların gelişmelerine yardımcı olacaktır.”

Hâlbuki;

Gelişme dedikleri şey, kendi bozuk dinlerindeki saçmalıklar karşısında insanların ateizme ve deizme kaymasıdır. Sonra da bu mikrobu, kendilerini haklı çıkarabilmek için İslâm’a da şırınga etmeye kalkmalarıdır.

Hâlbuki;

Gerçek gelişme, bâtıldan ve mikroptan vazgeçip hakka ve şifâya râm olmaktır.

Onlar görmeliler ki;

Kendilerindeki yığınla tenâkuz, tezat ve çaprazlıklar, yine kendi insanlarını ateizme ve deizme itti.

İlk itiraz 16’ncı asırda Martin Luther’den geldi. O da kendi aklınca bir din oluşturdu. Hıristiyanlık, Katoliklik ve Ortodoksluktan sonra Protestanlık mezhebiyle de dağıldı ve üstelik her birinin içinde de sayısız küçük fırkalara bölündü. Birçok tezatlı dînî anlayışlar meydana geldi. Ardından hak olandan ve hakikatten iyice mahrum kalan kitleler, bâtıl ile tatmin olamayıp o bozuk dinden uzaklaştılar.

Hıristiyanlık başta olmak üzere, bütün bâtıl ve muharref dinlerin insanlığa yaşattığı sıkıntılar; maalesef, art niyetli felsefî akımlar tarafından kasten hak dîne fatura edilmeye kalkışıldı. Hak din ve inanç gözden düşürülmeye çalışıldı. Böylece; ateizm ve deizme rahat yeşerebilmeleri için daha kolay ve elverişli bir zemin teşkil edilmeye uğraşıldı.

Oysa asıl sebep, sadece muharref Hıristiyanlıktı.

İslâm ise, dâimâ bu tahriplerin dışında kaldı. Çünkü İslâm, Cenâb-ı Hakk’ın muhafazası altında ve ancak O’nun belirlediği sırât-ı müstakîm üzere hak olan tek din olarak devam etti. Kıyâmete kadar da öyle devam edecektir.

Dolayısıyla;

Îman bahsinde ilmî tenâkuzların ve inanç boşluklarının dîn nâmına gerçek muhatabı, hiçbir zaman İslâm değil, ancak ve sadece muharref dinlerdir.

ÜÇÜNCÜ SEBEP

Gafil insanların deizme kaymasının üçüncü sebebi, materyalist felsefe olmuştur. Bir başka ifadeyle makinenin terakkîsi...

Hikmetli bir imtihan îcâbı; Avrupa’nın Hıristiyanlıktan uzaklaştığı devir; müsbet ilimler, sanayi ve benzeri sahalarda ilerlediği bir devre tesadüf etti. Zaten insanlık; tarih boyunca, maddî güçle sarhoş olmuş ve şımarmıştır. Âd, Semûd, Nemrut ve Firavun bunun meşhur misalleridir.

O devirlerin münkirleri; peygamberlerin getirdiği her şeyden, bilhassa da hak-hukuk kāidelerinden çok rahatsız oldular. Çünkü hem; «Benim dînim benim arzularımdır!» kabîlinden aygırca bir nefsâniyet içinde yaşamak, hem de en ağır günahları ve suçları da işleseler yine de her türlü hesaptan muaf olmak istiyorlardı. Öleceklerini ve tekrar dirilecek olduklarını görmek istemiyorlardı. Mutlak gerçeği ve kaçınılmaz âkıbeti ise, düşünmek bile istemiyorlardı. İnkâr güya, tek kurtuluştu onlar için. Üstelik Hazret-i Âdem’den beri hiçbir münkir, kurtulamadığı hâlde... Onların tek tesellîleri, bu ağır aldanışı ecel ânına kadar fark edememekten ibaret kaldı.

İşte o büyük ve acı aldanışların hem tuzağı hem de maskesi olarak her devirde olduğu gibi son asırda da çeşitli fikirler ve zehirli ideolojiler uyduruldu. Hepsinin özeti;

Materyalizm, maddeperestlik... Mânâyı, rûhu ve hikmeti inkâr...

Bunlar;

Gerek siyâsî gerekse iktisâdî pek çok kılığa girdi. Fakat özü itibarıyla hepsi münkir...

Meselâ;

Komünizm ve sosyalizm şeklindeki tezâhürü, dîni zaten afyon olarak gördü, tamamen dışladı. Eşitlik adına yola çıkıp, partili bir azınlığa hizmet etti. Yüksek sesle haykırdıkları halkı ezdirmeme sloganlarının ardında; bunun tam aksine, kendi halkını vahşîce ezdi, sadece sömürdü ve gaddarca zulmetti.

Kapitalizm ve liberalizm ise, tröstler ve karteller ile ezdi. Tespitlere göre, sadece 50 kadar zengin, bütün dünya nüfusunun % 50’sinin sahip olduğuna müsâvî bir servete sahip. Necip Fazıl’ın ifadesiyle;

Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şâh olsa!.. Kapitalizm dedi ki:

“Mülk fertlerindir.” Yani şöyle diyordu:

“Serveti kim ele geçirirse, kim daha fazla kazanmak için ne yapmak istiyorsa; «Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin!» Toplumda maddî adâlet ve merhamet için bir tedbir almaya gerek yok!”

“–Peki fukarâ ne olacak?” denildiğinde şu yalanları söylediler:

“–Hürriyetle gelen zenginlik kendiliğinden herkese dönecek. Fiyatlar ucuzlayacak. İş olacak, bolluk olacak...”

Heyhat;

Birilerinin insanların hem enerjilerini hem de umutlarını sömürebilmek ve bunu da onlara kabullendirerek yapabilmek için uydurdukları maskeli bir masal bu. Hiçbir zaman gerçekleşmeyen bir masal.

Nitekim;

Kapitalizm ve liberalizm, halkın sırtından dâimâ tröst ve kartelleri palazlandırdı. Fakir daha fakir düştü. Niceleri fâizin pençesinde köleler hâline geldi.

Komünizm ise;

“Mülk, toplumundur!” dedi.

Eşitlik prensibiyle; bütün vatandaşlar, devletin işçileri olacak, devlet serveti herkese eşit bölüştürecekti. Tabiî bu da, insanların hem enerjilerini hem de umutlarını sömürebilmek ve bunu da onlara kabullendirerek yapabilmek için uydurdukları bir başka masaldı. Yine hiçbir zaman gerçekleşmeyen bir masal.

Nitekim;

Kapitalizmdeki tröstlerin yerini burada partililer aldı. Halk köle gibi çalıştırıldı, partililere birçok imtiyazlar tanındı ve onlar zengin edildi. Zaten komünizm bu haksızlıkları neticesinde çöktü gitti.

Her zaman ve sadece;

İslâm, bu iki hâlin zıddı olarak insanın problemini çözdü ve toplumlara huzur tevzî etti.

Çünkü İslâm;

“Mülk, aslında ne fertlerin ne toplumundur. Mülk Allâh’ındır. Kullar da geçici birer emânetçi...” dedi.

Bu gerçekten hareketle;

İslâm, özel mülkiyeti kabul etti. Fakat fakiri, zengine; zayıfı da kuvvetliye zimmetledi.

Varlıklı olanların; bir ibâdet vecdiyle yoksullara zekât, sadaka ve infak vermesini sağladı. Bu şekilde yaşanan bir din kardeşliği, bütün bir toplumu şefkat ve muhabbet ağlarıyla ördü. Mü’minler; âhiret inancı sayesinde, fânî dünya malını dâimâ hayır, hasenât, vakıf gibi hizmetlere sarf ettiler. Güzel ahlâk sebebiyle, fukarâya merhamet ve şefkat duydular. Paylaştılar.

Lâkin;

İnsanları sömüren ideolojiler ise, bir yandan onları maddeten perişan ederken bir yandan da onlara gaflet aşıladı ve onları kötülüklerle de işgal etti.

Böylece insanlık; enâniyetten, maddeden ve menfaatten başka bir şey görmez oldu. Vicdanlar, merhamet ve şefkat fukarâlığından kurudu.

Kapitalizmin; «Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!» prensibi, kazanmak için hiçbir hukukî müeyyide koymuyor. Maksada ulaşmak için her yolu mubah sayıyor.

Bugün Suriye, Myanmar ve Yemen’deki cinayetler; deizmin savunduğu hak tanımazlık ve adâletsizliğin hazin bir neticesi...

Fukarâ ve mazlumlar böyle ezilirken; kalburüstü kesime ise, acımasız bir hodgâmlık aşılandı. Kitleler; televizyon, internet, eğlence, cismânî keyiflerin zebûnu hâline getirildi.

Ne dînî bir hüküm, ne vicdânî bir müeyyide!.. Hiçbir uhrevî endişe yok!.. Vicdanlara hitâb edecek hiçbir ruh ve mâneviyat yok!..

Böylesi bir demir ve makine terakkîsi, insanı hodgâmlaştırdı. Ten plânında, ânı yaşamak arzusu, gönüldeki âhiret düşüncesini bertaraf etti.

Global kültür istîlâsı, bu vahşîliği dünyanın her yerine yaydı. Böylece hiçbir ahlâk, hak-hukuk ve din kāidesi olmaksızın, keyfince nefsânî bir hayat yaşamak isteyen bir insan tipi oluşturdular. Nefsânî hayatın girdabına yakalanan bu insan da, Hak din olan İslâm’ın kāidelerini istemiyor.

Hâlbuki bu kāideler; insanca yaşamak, merhamet, hak, hukuk ve adâlet, tevâzu ve benzeri fazîletleri tâlim ediyor fakat nefsinin zebûnu olanlar, bunları istemiyor.

Böylece saydığımız bu üç sebep neticesinde birtakım insanlar ateizme ve deizme sürüklendi.

Ateizm’i, kabul edilemeyecek kadar, korkunç ve mantıksız bulanlar; sadece yaratıcıyı kabul ederek; «Bu korkunç hâlden kurtulabilir miyim?» diyerek tabiri câizse bir hile yapıyor, deizm diyorlar. Bilhassa, kök itibarıyla dindar ailelerin evlâtlarında bu inhirâfın görülmeye başlandığı yönünde bize müracaatlar olmakta.

Hâlbuki ikisi arasında bir fark yok ki! İkisi de aklın cinneti!..

Eğer deizme düşenler;

“Dinden uzak durayım, haramları işleyeyim, rahat nefsânî bir hayat yaşayayım ama, kâfir olmayayım. Yolum ateizm olmasın, küfre düşmeyeyim.” diye böyle bir yola sapıyorlarsa; bilmeliler ki;

Deizmin ateizmden bir farkı yok!..

Araştırsınlar, deistlerin dinlere karşı ithamlarını okusunlar: Ateistlerinkinden hiçbir farkı yok.

Bir damlası dahî insanı öldüren bir şişe zehire, birazcık su katılmakla, öldürücü olmaktan çıkar mı?

Ne fark eder? O da inkâr, bu da inkâr!..

Nasıl münafıklık, daha beter bir kâfirlik ise, deizm de beter bir ateizmdir!

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Yüzakı Yayıncılık, Aklın Cinneti DEİZM

İslam ve İhsan

DEİSTLERİN EN ÇOK SORDUĞU SORULAR VE CEVAPLARI

Deistlerin En Çok Sorduğu Sorular ve Cevapları

AKLIN CİNNETİ DEİZM (SESLİ KİTAP)

Aklın Cinneti Deizm (Sesli Kitap)

ATEİZM VE DEİZM FİTNESİ

Ateizm ve Deizm Fitnesi

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.