İbadetsiz Bir Dinde Hayır Yoktur

Nübüvveti

İslam’a göre rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hedeflenen fetihleri tamamlayıp Medîne’ye döndüklerinde, Tâif reisi Urve bin Mesut, nefes nefese arkalarından gelmiş ve Müslüman olmuştu. Ardından Tâif’e dönerek kabîlesini İslâm’a dâvet etmeye baş­ladı. Ancak bir zamanlar kendilerine İslâm’ı teblîğ için gelen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bile taşlayan bu insanların Urve’ye karşı tavrı daha da sert oldu. Onu ok yağmuruna tutarak şehîd ettiler.[1]

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Müslüman olup kendisine vazîfesi iâde edilen Hevâzin reisi Mâlik -radıyallâhu anh-’a Tâiflileri sıkıştır­ması için emir verdi. Bu emir dolayısıyla Mâlik’in zaman zaman hücûm etmesi üzerine kalelerinde mahsur kalarak dışarı çıkamayan Tâifliler, nihâyet iyice usandılar ve kabî­lenin ileri gelenlerini Medîne’ye gönderdiler.[2]

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Sakîf heyetini, kalpleri yumuşasın diye, mescidde misâfir etti.[3] Temsilciler, geceleyin okunan Kur’ân-ı Kerîm’i, ashâbın teheccüd namazında okuduğu sûreleri dinlemekte ve Müslümanların beş vakit namazlarında saf oluşlarını seyretmekte idiler.[4]

Sakîf heyeti namazdan affedilmeleri şartıyla îmâna gelip itaat edeceklerini bildirdiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların bu tekliflerini:

“Rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.” diyerek reddettiler. (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26/3026)

Tâifliler, bu sefer Lât adındaki putlarının üç sene daha yerinde bırakılmasını istemek ahmaklığında bulundular. Kabûl edilmeyince de; “Bâri bir ay yanımızda kalsın!” dediler. Bu da kabûl edilmedi. Nihâyet çâresiz kalarak îmâna geldiler. Bu sefer de hiç olmazsa Lât putunu yıkmak­tan kendilerinin muaf tutulmalarını istediler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de; “İllâ siz yıkın!” diye ısrâr etmeyerek, bu iş için Ebû Süfyân ile Muğîre’yi gönderdi.[5] Ne gariptir ki put kırılırken Sakîf kabîlesinin kadınları evlerden dışarı çıkıp yas tutarak ağladılar. Fakat İslâm’ın yüceliğini ve ahlâk yapısını öğrendikçe, cümlesi hâlis birer Müslüman olup putların isimlerini dahî tamâmen unuttular.

Böylece, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke devrinin 9. yılındaki Tâiflilerin zulmüne mukâbil onların hidâyeti için yapmış olduğu merhamet şâhikasının bir ifâdesi olan duâsı, Hak katında makbûl olarak tahakkuk etmiş oldu.

Sakîf temsilcilerine İslâm’ın farzları ve ahkâmı öğretildi. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ramazân’ın kalan kısmında oruç tutmalarını da onlara emretti. Bilâl-i Habeşi, onların sahur ve iftar yemeklerini yanlarına götürürdü.[6]

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine gelen heyetlerle sabah-akşam ne zaman müsâit olursa gidip görüşür, meselelerini uzun uzun konuşurdu.[7] Sakîf heyetiyle de mûtad olarak her yatsı sonu buluşan Peygamber Efendimiz, bir keresinde ayakta konuşmaları bir hayli uzadığı için zaman zaman vücûdunun yükünü bir ayağına bindirerek diğerini dinlendirme ihtiyâcı hissetmişti.[8]

Sakîf temsilcilerinden Evs bin Huzeyfe şöyle anlatır:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gece yatsıdan sonra uzun müddet yanımıza gelmedi:

«–Yâ Rasûlallâh! Yanımıza gelmekte niçin geç kaldınız?» diye sorduk.

Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:

«–Her gün Kur’ân’dan bir hizb okumayı kendime vazîfe edinmişimdir. Bunu yerine getirmedikçe, gelmek istemedim.» buyurdu.

Sabaha çıkınca ashâb-ı kirâma:

«–Siz Kur’ân’ı nasıl hizipleyip okursunuz?» diye sorduk.

Onlar:

«–Biz sûreleri, ilk üçünü bir hizb, sonra devâmındaki beş sûreyi ikinci bir hizb, daha sonra sırayla yedi, dokuz, on bir ve on üç sûreyi birleştirerek birer hizb yaparız. En son olarak da Kâf Sûresi’nden sonuna kadar mufassal sûreleri bir hizb yaparak Kur’ân-ı Kerîm’i (yedi kısımda) okuruz.» dediler.” (Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178)

Ashâb-ı kirâm, Allâh Teâlâ’dan gelen bir ferman ve Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-’ın da emâneti olması hasebiyle Kur’ân-ı Kerîm’e büyük bir ehemmiyet atfederlerdi. O’nu namazlarında okumakla birlikte, seyahat ve gazvelerde, sohbetlerde, gece namazlarında bol bol kıraat ederlerdi. Kur’ân’ın zevkine hiçbir zaman doyamazlar, O’nu okumadan bir gün bile geçirmezlerdi.[9] Günlerine Kur’ân ile başlarlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi. Hattâ Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-, çok okuduğu için iki Mushaf eskitmişti.[10]

Sakîf temsilcileri arasında Kur’ân-ı Kerîm’e iştiyâkı en fazla olan Osmân bin Ebi’l-Âs idi. Aralarında yaş bakımından en gençleri o olduğu için onu geride, hayvanlarının yanında bırakmışlardı. Temsilciler onun yanına dönüp öğle sıcağında uykuya daldıkları zaman, Osmân -radıyallâhu anh-, Peygamberimiz’in yanına gelerek O’na dînî sorular sorar, Kur’ân-ı Kerîm dinler ve öğrenirdi. Böylece Allâh Rasûlü’nden bâzı sûreleri okuyup ezberledi.

Temsilci arkadaşlarından önce gizlice bey’at edip Müslüman olan Osmân -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i meşgûl bulduğu zaman, ya Ebûbekir’e ya da Übey bin Ka’b’a gider, soracağını sorar, okumak istediğini okurdu. Onun bu hâli, Rasûlullâh Efendimiz’in hoşuna gider ve kendisini severdi. Sakîf temsilcileri yurtlarına dönmek istediklerinde :

“–Yâ Rasûlallâh! İçimizden birini bize imam tâyin et!” dediler. O da Osmân -radıyallâhu anh-’ı, yaşca en gençleri olmasına rağmen onlara imam tâyin etti. (İbn-i Hişâm, IV, 185; İbn-i Sa’d, V, 508; Ahmed, IV, 218)

Dipnotlar:

[1] İbn-i Hişâm, IV, 194; Hâkim, III, 713/6579.

[2] İbn-i Hişam, IV, 138, 195.

[3] Ahmed, IV, 218.

[4] Vâkıdî, III, 965.

[5] İbn-i Hişâm, IV, 197; Vâkıdî, III, 967-968.

[6] Vâkıdî, III, 968.

[7] Ömer -radıyallâhu anh- der ki:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Müslümanları alâkadar eden bir mesele hakkında Ebû Bekir ile gece geç vakitlere kadar konuşurlardı, ben de onlarla berâber olurdum.” (Tirmizî, Salât, 12/169)

[8] Ebû Dâvûd, Şehru Ramazân, 9/1393.

[9] İbn-i Sa’d, III, 75-76.

[10] Kettânî, II, 197.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları