Hz. Aişe Kimdir?

Hz. Âişe, Peygamber Efendimiz’in eşi ve onun en yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir’in kızıydı. Âişe-i sıddîka diye tanındı. Annesi Ümmü Rûmân, Peygamber Efendimiz’in çok değer verdiği bir hanımdı.

  • Hz. Aişe Annemizin Kısaca Hayatı

Hz. Âişe, Efendimiz’e peygamberlik geldikten 4 yıl sonra Mekke’de doğdu. Peygamber Efendimiz’e rüyasında bir meleğin 2-3 defa “Bu senin hanımındır” diye Hz. Âişe’yi göstermesi üzerine, Efendimiz onunla Medine’de, hicretin ikinci yılında evlendi.

Hz. Âişe Mescid-i Nebevî’ye bitişik 6 arşın genişliğindeki küçücük bir eve gelin geldi. Evinin kapısı Mescid’e açıldığı için Peygamber Efendimiz’in bütün sohbetlerini, vaaz ve hutbelerini dinlerdi. Mükemmel zekâsı, kuvvetli hâfızası ve güzel konuşmasıyla Peygamber Efendimiz’in takdirini kazanmıştı. Bu sebeple Efendimiz onunla konuşmaktan, bitip tükenmeyen sorularına cevap vermekten zevk duyardı.

Peygamber Efendimiz’in evlendiği hanımlardan bâkire olan sadece Hz. Âişe’ydi. Hanımları içinde Hz. Hatice’den sonra en fazla onu severdi.

Resûl-i Ekrem ile 8 yıl evli kalan Hz. Âişe’nin hiç çocuğu olmadı. Hadisimizde geçen Abdullah’ın annesi anlamındaki Ümmü Abdullah künyesini ona Peygamber Efendimiz verdi. Zira Araplarda kadın, erkek herkes bir künye alırdı. “Teyze anne sayılır” buyuran Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, ona kız kardeşi Esmâ’nın oğlu Abdullah İbni Zübeyr’den dolayı bu künyeyi verdi. Peygamber Efendimiz onun odasında vefat ettiğinde Hz. Âişe çok genç yaşındaydı.

Geceleri namaz kılar, çoğu zaman oruç tutardı. Öksüz ve yetimleri himâye edip yetiştirir, sonra da onları evlendirirdi.

Tekrarlarıyla birlikte 2210 hadis rivayet etmiş olan Hz. Âişe, sahâbe arasında en çok hadis bilen yedi kişiden biriydi. Kur’ân-ı Kerîm’i bütün incelikleriyle anlar ve tefsir ederdi. Arap şiirini ve soy bilgisi demek olan ensâp ilmini de çok iyi bilirdi. Kur’ân-ı Kerîm’i, hadîs-i şerîfleri, kısaca İslâmiyet’i pek çok insana öğretti.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra 47 yıl daha yaşadı. Hicretin 58. yılında, tıpkı Peygamber Efendimiz gibi 63 yaşında iken Medine’de vefat etti. (Kaynak: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları)

HAZRET-İ AİŞE ANNEMİZİN HAYATI

Hazret-i Âişe radıyallahu anhâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin nikâhta ikinci, evlilikte üçüncü eşi... Nikâhı Allah Teâlâ’nın emriyle gerçekleşen genç, zekî, âlime, edîbe, afîfe, bâkire ve sâliha bir hanımefendi... Hizmetiyle, ilmî kabiliyetiyle ve İslâm’ı tebliğdeki gayretiyle Efendimizin özel sevgisine mazhar, devrin yedi fıkıh âliminden biri... Fıkıh ilminin kurucularından... Baba ocağından aldığı eğitimini vahyin aydınlığı ile daha da geliştiren, ilmi ilk kaynağından elde etme bahtiyarlığına eren ve çok hadis rivayet eden, ferâiz ilminde mâhir bir ilim eri... Mü’minlerin annesi... Sıddîk’ın kızı sıddîka...

PEYGAMBER EFENDİMİZ İLE NASIL EVLENDİ?

Hazret-i Âişe (r.anhâ) hicretten sekiz sene önce 614 m. tarihinde Mekke’de doğdu. Müslüman bir aile ocağında büyüdü. Babası Hz. Ebû Bekir Sıddık (r.a.), annesi Kinâne kabilesinden Ümmü Rumân binti Âmir İbni Uveymir’dir. Onun Rasûlullah (s.a.) efendimizle nikâhlanması Allah Teâlâ’nın emriyle gerçekleşti. Şöyle ki:

Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz, Hatice annemizin vefatından sonra rüyasında Cebrâil aleyhisselâm’ı gördü. Bir mahfaza içinde kendisine resim takdim etti ve: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu kız sana eş olacak. Senin hüzün ve yalnızlığını giderecek,” dedi. Efendimiz mahfazayı açtığında Âişe annemizin resmini gördü. Bu rüyadan Cenab-ı Hakk’ın emriyle Âişe ile evleneceğini anladı.

O günlerde Osman İbni Maz’ûn (r.a.) ile ailesi Havle binti Hakim, Efendimizi ziyarete geldi. Havle (r.anhâ) Efendimize dünürlük yaptı. Gönlünde saklı tuttuğu teklifi açığa çıkar dı ve iki isim söyledi. Sevde binti Zem’a ve Ebû Bekir’in kızı Âişe. Efendimiz gördüğü rüya üzerine Âişe’yi istemek için onu görevlendirdi.

Havle (r.anhâ) derhal Ebû Bekir (r.a.)’ın evine geldi. Evde sadece Ümmü Ruman vardı. Ona: “Ey Ümmü Ruman! Allah’ın sizi hayır ve bereketten neye eriştirdiğini biliyor musun?” dedi. O da: “Nedir o?” dedi. Havle: “Allah’ın Rasûlü, Âişe’yi istemek üzere beni size dünür gönderdi,” dedi. Ümmü Ruman bu teklif karşısında “Ebû Bekir’in gelmesini bekle,” dedi. O sırada Ebû Bekir (r.a.) da eve geldi. Havle (r.anhâ) aynı teklifi ona da açtı.

Ebû Bekir (r.a.)’ın gönlü kıpır kıpır oldu. Allah’ın rasûlüne kayınpeder olmak, ona hısım olarak daha da yakınla-ş mak ne büyük şerefti. Bu saadet bu bahtiyarlık nasıl kaçırılırdı? Fakat zihnine takılan bir husus vardı. Kısık bir sesle Havle’ye: “Âişe kardeşinin kızı demek olduğuna göre helâl olur mu?” dedi.

Havle (r.anhâ) bu soruya cevap bulmak üzere hemen Efendimize koştu.

İki Cihan Güneşi efendimiz Havle’nin geldiğini gördü. Daha onun anlatmasına gerek duymadan; “Ebû Bekir’in yanına dön ve şunları söyle:

“Benim sana kardeş oluşum ancak din kardeşliğidir. Nesep ve süt kardeşliği değil. Senin kızın bana helâldir,” buyuruyor Rasûlullah de. Havle bu bilgiyi Ebû Bekir (r.a.)’a ulaştırınca aile efradıyle birlikte pek mesrûr oldular. Rasûlullah (s.a.)’e akraba olmayı, ona hısım olarak yakınlaşmayı kendilerine büyük şeref bildiler.

İki Cihan Güneşi efendimiz Ebû Bekir (r.a.)’ın evine davet edildi. Hz. Âişe (r.anhâ) ile nikâh merasimi yapıldı. Efendimiz nişanlılık döneminde Ebû Bekir (r.a.)’ın evine günde iki defa sabah-akşam uğrardı. Âişe’nin hal ve hatırını sorar ona sevgi nazarlarıyla bakar tebessüm ederdi. Bu hal uzun sürmedi. Zira Mekke’de müslümanlar çoğalmağa başlayınca Müşrikler zulüm ve işkencelerini artırmıştı. Efendimiz de onların yaptıkları ezâ cefâdan çok bunalmıştı. Artık Mekke’den çıkmak istiyordu. Ashabıyla bir başka şehirde yerleşip İslâm’ı yaşamayı ve yaymayı düşünüyordu. Bunun için İlâhi bir işaret beklemekteydi. Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, ilâhî işâret gelmiş, Allah Teâlâ hicrete izin vermişti.

Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz sevincinden öğle vakti olmasına rağmen, şiddetli sıcağa aldırış etmeden doğruca Ebû Bekir (r.a.)’ın evine geldi. Birlikte yol proğramı ve hazırlıklar yapıldı. Ertesi gün iki sevgili dost, aile efrâdını Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etti.

Medine’ye yerleştikten üç-beş ay sonra aynı sene içerisinde aile efrâdının hicretleri için bir kafile hazırlandı. Resûl-i Ekrem (s.a.) âzadlı kölesi Zeyd İbni Hârise ve Ebû Râfi’yi iki deve ile, Ebû Bekir (r.a.) da Abdullah İbni Ureykıt (r.a.)’ı üç deve ile Mekke’ye gönderdi. Oğlu Abdullah İbni Ebû Bekir’e de bir mektup yazıp, hanımı Ümmü Ruman ve kızları Âişe ile Esmâ’yı develere bindirip göndermesini istedi. Küçük kafile birlikte Medine’ye geldi. Hz. Âişe babasının evine yerleşti. Bir müddet orada ikamet etti.

Günler geçmekteydi. Efendimiz düğün için bir vakit tayin edememişti. Bu durum firaset sahibi Ebû Bekir (r.a.)’ın dikkatini çekti ve İki Cihan Güneşi Efendimiz’e:

“Ya Rasûlallah! Ehlinle evlenmekten zâtını alıkoyan nedir?” diye sordu.

Efendimiz de: “Mehirdir” buyurdu.

Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a.) mehir için gerekli olan parayı, 500 dirhemi ödünç olarak gönderdi. Efendimiz bu parayı aldı ve Şevval ayı içerisinde düğünü yaptı.

Mescid yapılırken Âişe ve Sevde (r.anhâ) annelerimize de birer oda yapılmıştı. Hz. Âişe (r.anhâ) kendi odasına yerleşti ve mü’minlerin annesi olarak yeni bir hayata başladı.

EVLİLİK HAYATI VE İLMİ

Varlıklı bir âilede büyüyen Hz. Âişe (r.anhâ) annemiz Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimizle dokuz sene kadar birlikte yaşadılar. Sıkıntılı günler geçirdiler. Evlerinde ateşin yanmadığı, yiyecek bir şeyin bulunmadığı zamanlar oldu. Ama bir defa olsun bundan şikâyetçi olmadı. Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimizin gönlünü incitecek bir harekette bulunmadı.

O, sevgi dolu bir gönle sahipti. Efendisini çok severdi. İki Cihan Güneşi efendimiz de onu severdi. Genç ve zekî idi. İslâm’ı öğrenme konusunda büyük bir aşkı ve şevki vardı. Resûl-i Ekrem (s.a.)’i dikkatle dinler, onun mübarek ağzından çıkan her şeyi ezberlerdi. Anlamadığı hususları hemen sorardı. Dini meseleleri kavrayışındaki üstünlüğü Efendimizin pek hoşuna giderdi. Bu sebebten ona ayrı bir sevgi gösterir ve diğer hanımlarından daha fazla değer verirdi. Onu dâima ilme teşvik ederdi. Âişe annemiz de bu fırsattan yararlanarak Efendimize çok soru sorar, İslâm’ı öğrenmeğe çalışırdı.

Bir defasında Âişe annemiz: “Ya Rasûlallah! Benim iki komşum var. Hangisine daha öncelik vereyim. İkram edeyim?” diye sordu. Efendimiz de: “Kapısı sana en yakın olana” buyurdu.

Bir gün süt amcası Hz. Âişe annemizi ziyarete geldi. İçeri buyur etmedi. Durumu Efendimize açınca: “O senin süt amcandır. Onun ziyaretini kabul edebilirsin” buyurdu.

Hz. Âişe (r.anhâ) annemiz ahlâk ve faziletiyle örnek bir hayat yaşadı. Peygamber evinde büyüdü. Onun nuruyla yetişen en büyük talebelerinden biri oldu. Vahyin ışığıyla aydınlanan evinde, dokuz küsür yıl boyunca İslâm eğitimi gördü.

Efendimiz onu her konuda bilgilendirirdi. Gönlünü almak için samîmi ve içten davranırdı. Onunla koşu yapar dı. Bazen başını omuzuna koydurur, mescidde savaş oyunları oynayan Habeşlileri seyrettirirdi. Bazen de birlikte gece gezintisine çıkar ve ay ışığı altında sohbet ederdi. Onunla ilmî müzâkereler ve ciddi konular görüşürdü. Âişe annemizle aralarında derin bir muhabbetin oluşması için gayret ederdi.

Genç annemiz Âişe (r.ânha) Kur’an’ı ve Rasûlullah’ı iyi anlamak istiyordu. Gençliğini, zekâsını bu yola harcadı. Kabiliyetini bu yönde geliştirdi. Efendimiz de onu bu vasfıyla çok seviyordu. Onun eğitimi konusunda titiz davranıyordu. Baba ocağında aldığı eğitimini, vahyin aydınlığı ile daha da geliştirmesini istiyordu. Zira, müslüman hanımların birçok meselesi onun rivayet ettiği bilgiler sayesinde halledilecekti. Hatta daha ileri safhada bir çok fıkhî konular onun görüşüyle çözümlenecekti. Efendimiz bunu biliyor ve ileriyi görüyordu.

Hz. Âişe annemiz çok kısa zamanda âlim sahabilerin müracaat kaynağı haline geldi. Bu hususta Ebû Musa elEş’arî (r.a.) şöyle diyor: “Bizler, Peygamber’in ashâbı bir hadisi anlayamadığımızda, müşkül bir mesele ile karşılaştığımızda gider Hz. Âişe’ye sorardık. O da bize doyurucu bilgi verirdi.”

Abdurrahman İbni Avf (r.a.)’ın oğlu Ebû Seleme de: “Rasûlullah’ın sünnetini Âişe’den daha iyi bilen, ferâiz ilminde mâhir bir kimse görmedim.” diyerek onun engin ilmini tasdik ediyordu.

O yedi fıkıh âlimi içinde yer aldı. Bunlar, Hz. Ömer, Hz. Ali, İbni Mes’ûd, İbni Abbas, İbni Ömer, Zeyd ibni Sâbit ve Hz. Âişe (r.anhûm) idi. Fıkıh ve ictihadda görüşü keskindi. Ferâiz ilmini iyi bilirdi. Talebesi Mesrûk: “Allah’a yemin ederim ki, sahabenin ileri gelenlerinden birçoğu ferâize ait konuda gelir Hz. Âişe’ye sorarlardı.” diye itirafta bulunmuştur.

EFENDİMİZİN EN SEVDİĞİ KİŞİLER

Hz. Âişe (r.anhâ) annemiz bu ilmî üstünlüğü ile Efendimize kendisini çok sevdirmişti. Bir gün Amr İbni As (r.a.) Rasûlullah (s.a.)’e en çok kimi sevdiğini sordu. Efendimiz: “Âişe’yi” buyurdu. Erkeklerden kimi dedi. “Âişe’nin babasını” buyurdu.

Bir defasında: “Dininizin üçte birini Hümeyrâ’dan öğreniniz.” buyurdu. Âişe annemiz beyaz tenli idi. Ona Hümeyrâ diyerek iltifat ederdi. Yine bir defasında Efendimiz kızı Fâtıma’ya: “Ey kızım benim sevdiğimi sen sevmez misin?” buyurdu. O da: “Elbet severim babacığım.” dedi. Efendimiz: “O halde Âişe’yi sev!” buyurdu.

AİŞE'Yİ İNCİTMEYİNİZ HADİSİ

Bir gün aileleri arasında Âişe annemiz hakkında konuşuluyordu. Efendimiz onlara: “Beni, Âişe hakkında incitmeyiniz! Cebrâil aleyhisselâm bana yalnız Âişe’nin yanında iken geldi.” buyurdu.

Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimiz Hz. Âişe annemizin sağlığında diğer hanımlarıyla da evlenmişti. Âişe annemiz genç olduğu için Efendimizin öbür aileleriyle ilgilenmesine tahammül edemezdi. Kendisi daha çok sevgiye mazhar olsun isterdi. Efendimiz onun bu zaafını tamir sadedinde hasta olduğu bir gün iltifatla karışık ona şöyle dedi:

“Yâ Âişe! Sen benden evvel ölsen, ben seni kendi elimle kefenlesem, cenazeni kılsam kabre yerleştirsem.” buyurdu.

Âişe annemizin gençlik ve kıskançlık damarları kabardı da: “Yâ!.. Ben öleyim de siz benim evime yeni zevce getiresiniz öyle mi?”dedi. Efendimiz tatlı tatlı gülümsedi. Onu böyle gülerek eğitti.

AİŞE ANNEMİZİN KISKANÇLIĞI

Fahr-i Kâinât Efendimiz (s.a.) onun odasında kaldığı bir gün gece yarısı kalktı, üzerini giyindi ve dışarı çıktı. Âişe annemiz de peşini takip etti. Kendisi şöyle anlatıyor:

“Beni bir kıskançlık aldı. Diğer hanımlarının yanına gidecek sandım. Ben de arkasından çıktım ve takip ettim. Rasûlullah (s.a.) Bakiu’l-Garkad kabristanlığına vardı ve orada yatan ashabına duâ etmeye başladı. Ben yaptığımdan utanarak kendi kendime:

“Anam-babam sana feda olsun Ya Rasûlallah! Sen Rabbi’nin rızası peşindesin. Ben ise nefsimle meşgulüm.” diyerek geri döndüm.

Bir müddet geçince Rasûlullah (s.a.) eve geldi. Durumu kendisine aynen naklettim. Bana:

“Ya Âişe! Allah Rasûlü’nün sana haksızlık yapacağını mı sandın?” buyurdu. Sonra benden: “Ya Âişe! Bu gece rabbime ibadetle meşgul olabilmem için bana müsaade eder misin?” diye izin istedi. Ben de: “Anam-babam sana feda olsun. Elbette...” dedim. Bunun üzerine kendini ibadete verdi. Bütün geceyi tazarrû ve niyazla geçirdi.

Ne güzel bir eğitim... Ne yüce bir terbiye... Ne üstün ahlâk... Hatasını, kusurunu, hasedini, kinini, kibrini yüzüne vurmadan, ortaya dökmeden terbiye edebilmek... Onu rahmet ve muhabbet ışınlarıyla tedavi etmek... Şefkat nazarlarıyla eğitmek... Karşısındakine değer vererek onu elde etmek... İzin isteyerek onun gönlünü fethetmek... Ve bütün hayatında bu yüce ahlâk ile hak yolunda devam etmek... Rabbimiz hak yolda karşımıza çıkacak engelleri bu yüce ahlâkla aşabilmeyi bizlere de nasib eylesin. Amin.

AİŞE ANNEMİZE ATILAN İFTİRA (İFK HÂDİSESİ)

Hz. Âişe (r.anhâ) validemiz Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimizi böylesine titiz takip etti. Savaşlarda beraber bulundu. Uhud günü, sırtında yiyecek içecek ve kırbalarla su taşıdı. Diğer sahâbî hatunlarla birlikte yaralılara yardımcı olmağa çalıştı. Hicretin beşinci senesinde Benî Mustalik veya Müreysî denilen gazveye katıldı. Fakat bu gazvede büyük bir imtihana dûçar oldu. Hiç beklenmedik bir belâya müptelâ oldu. Ifk hadisesi olarak tarihe geçen bir iftiraya uğradı. Fakat Allah Teâlâ annemizi kısa zamanda temize çıkardı. Münâfıkların bir tuzağı olduğunu bildirdi. Nur sûresinden onbir âyet (11-21) nâzil oldu. Allah Teâlâ yapılan dedikoduların tamamen asılsız bir iftira olduğunu bu âyetlerle duyurdu. Hadise şöyle vukû buldu:

Rasûlullah (s.a.) Efendimiz bir sefere çıkmak istediği zaman aileleri arasında kura çekerdi. Benî Mustalik Gazasına giderken de aynı şekilde kura çekildi ve Âişe (r.anhâ) annemize çıktı. Bu seferden dönerken konak yerinde geceleyin ihtiyaç için dışarı çıkan annemiz gerdanını kaybetti. Sabah ışığında bulurum ümidiyle gece karanlığında aramadı. Ortalık aydınlanınca kimseye söylemeden gitti. Âişe annemiz gelinceye kadar orduya hareket emri verildi. Annelerimiz kapalı bir mahmil içinde deve üstünde taşınırdı. Âişe annemiz hafif, nahif ve zayıf idi. Hevdec denilen odacığı devenin üstüne konulurken hiç farkedilemedi. Âişe annemiz konaklanan yere geldiğinde ordu hareket etmişti. Orada kimsecikler kalmamıştı. Belki farkedip geri dönerler ümidiyle orada bekledi. Bir süre sonra da uyuyakaldı. Orduyu geriden takip etmekle görevli Saffan İbni Muattal uzaktan bir karaltı gördü. Ona doğru yaklaşınca farketti ve binmesi için devesini çöktürdü. Âişe annemiz deveye binince Saffan (r.a.) yularından çekerek kaldırdı. Kendisi önde yürüyerek yola revan oldu. Öğle sıcağında konak yerinde orduya yetişti. Hadisenin bundan sonraki seyrini Âişe annemiz kendisi şöyle naklediyor:

“Medine’ye gelince, ben bir ay hastalandım. Meğer bu sırada halk arasında iftiralar dolaşıyormuş. Bundan tamamen habersizdim. Yalnız hastalığım sırasında beni şüphelendiren bir durum vardı.

Rasûlullah (s.a.)’dan, önceki hastalıklarımda görmüş olduğum şefkat ve merhameti bu hastalığımda göremiyordum. Yanıma geliyor, selam veriyor ve ismimi bile söylemeden ancak ‘hastalığınız nasıl?’ diyor, bu kadarla yetiniyordu.

Benim, iftiracıların etrafa yaydıkları hiçbir şeyden haberim yoktu. Nihayet hastalığım biraz iyileşti. Bir gece Mistah’ın anasıyla kaza-ı hacet yerimiz olan “Menâsı” tarafına çıkmıştım. Buraya ancak geceden geceye çıkardık. Bu adet, evimizin yanında tuvaletler yapılmadan önce idi. Ben, Ebû Rühm’ün kızı ve Mistah’ın anası (Selmâ) ile kazâ-ı hâcet mahalline yönelip giderken onun ayağı takılmış ve düşmüştü. Araplar arasında felaket zamanında söylenmesi adet olan “düşmanım helâk olsun” duası yerine Selmâ kadın: “Mistah helâk olsun!” diye oğluna beddua etti. Ben kadına: “Ne fena söyledin, Bedir’de hazır bulunan bir kişiye beddua edersin“ dedim. Bunun üzerine kadın bana: “Hele şu saf tazeye! Ortada dönen iftiraları duymadın mı?” dedi. Bana ortada dolaşan iftiraları anlatınca; “beynimden vurulmuşa” döndüm. Böyle bir iftiranın nasıl söylenebileceğini düşündüm. Düşündükçe dertlerim, ıstırabım arttı. Hastalığımın üstüne bir hastalık daha yüklendi.

Evime dönünce de yanıma Rasûlullah (s.a.) geldi. Selam verdi ve: “Hastalığınız nasıldır?” diye sordu. Ben de: “Ya Rasûlallah, anne ve babamın evine gitmek üzere bana izin veriniz!” dedim.

Âişe annemizin gayesi, hâdiseyi bizzat anne ve babasından enine boyuna öğrenmek ve araştırmaktı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) bana izin verdi. Ben de anne ve babamın yanına geldim. Annem Ümmü Rûman’a: “Anneciğim, halk arasında dönen bu ne biçim söylentidir?” dedim. O da:

“Kızım, kendini üzme. Kendini ve sıhhatini düşün. Vallahi bir kadın, senin gibi güzelliğe mâlik ve eşinin yanında sevimli olsun ve birçok ortakları bulunsun da aleyhinde dedikodu etmesinler, bu pek nadirdir.” dedi. Ben de:

“Sübhânallah! Halk böyle bir söz söylesin. Doğrusu şaşılacak şeydir.” dedim. O gece babamın evinde yattım. Sabaha kadar gözümün yaşı dinmedi, gözüme uyku girmedi.

Sabaha çıkınca Rasûlullah (s.a.), Ali b. Ebî Tâlib ve Üsâme b. Zeyd’i çağırdı. Vahiy gecikince ehli ile ayrılıp ayrılmaması hususunda ashâbıyla istişâre etti.

Üsâme (r.a.) Ehl-i Beyt için gönlünde beslediği muhabbeti şu ifadeleriyle ortaya koydu: “Ya Rasûlallah, zevcât-ı tâhirâtınız afif ve zâtınıza lâyık ehlinizdir. Biz Âişe hakkında hayırdan başka bir şey bilmeyiz.” dedi.

Ali b. Ebî Tâlib de: “Ya Rasûlallah, Allah sana dünyayı dar etmemiştir. Âişe’den başka kadın çoktur. Bununla beraber Âişe’nin cariyesi Berîre’ye de sorunuz. O, doğrusunu size söyler” dedi. Rasûlullah da Berîre’yi çağırıp: “Ey Berîre! Âişe’de sana süphe veren bir hal gördün mü?” diye sordu. Berîre de: “Hayır, Ya Rasûlallah, görmedim. Sizi hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben hanım efendimden katiyyen ayıp olarak bir şey görmedim,” dedi.

Rasûlullah (s.a.), Zeyneb binti Cahş’a da sordu: “Ey Zeyneb, Âişe hakkında ne bilirsin ve ne gördün?” dedi. Zeyneb de: “Ya Rasûlallah, ben kulağımı, gözümü işitmediğim, görmediğim şeyden muhafaza ederim. Vallahi ben, Âişe hakkında hüsn-ü şehâdetten başka bir şey bilmem.” diye cevap verdi.

Hz. Ömer (r.a.) da: “Ya Rasûlallah, Âişe’yi sana tezvîc eden kimdir?” diye sordu. “Allah Teâlâ’dır” cevabını alınca: “Onu sana verirken Rabbim Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinin seni aldatmış olmasını hiç hatıra getirir misin?” dedi. Nitekim daha sonra Âişe annemizin berâeti ile ilgili olarak gelen âyetin içinde bu hüküm de yer aldı.

(Bana gelince) “Ben, o gün durmadan, dinlenmeden ağladım. O kadar gözyaşı döktüm ki, sanki ağlamaktan yüreğim parçalanacak sandım. Ne gözümün yaşı dindi, ne de gözüme uyku girdi. Sabahleyin babam ve annem yanıma geldiler.

Bir ara annem ve babam yanımda oturup hep birlikte ağladığımız sırada Ensar’dan bir kadın geldi. O da oturup ağlamağa başladı.

Biz bu vaziyette iken ansızın Rasûlullah (s.a.) içeri girdi. Yanıma oturdu. Hakkımda dedikodu başladığı günden be ri yanımda oturmamıştı. Bir ay geçmesine rağmen hakkımda kendisine bir şey de vahyolunmamıştı. Fakat Rasûlullah (s.a.)'de bir yumuşama vardı. Yanıma yaklaştı ve:

“Ey Âişe, hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnadlardan uzak ve berî isen yakında Allah seni berî kılar. Yok eğer böyle bir günaha yaklaştınsa Allah’tan mağfiret dile ve tevbe et. Çünkü kul, günahını itiraf ile tevbe edince, Allah da ona af ile muamele buyurur.” dedi.

“Rasûlullah (s.a.), bu konuşmasını bitirince musibetin şiddetli harareti ile gözümün yaşı kesildi, nihayet gözyaşından bir katre bile bulamıyordum. Hemen babama: “Rasûlullah (s.a.)’ın söylediği söze benim namıma cevap ver.” dedim. Babam: “Vallahi kızım Rasûlullah (s.a.)’a ne diyeceğimi bilmiyorum.” dedi. Bunun üzerine Âişe annemiz çok hikmetli bir cevap verdi. Şöyle ki:

“Vallahi ben bilirim ki, siz halkın dedikodusunu işittiniz, nefsinizde büyütüp ona inandınız. Şimdi ben size; “beriyim” desem -Allah bilir ki, ben muhakkak beriyimbenim bu sözümü tasdik etmezseniz. Eğer bir şekilde itiraf etsem, Allah katî olarak berî olduğumu biliyor. Vallahi bu vaziyette benim ve sizin için bir örnek bulamıyorum. Ancak Yusuf’un karde-ş leri Yusuf’un gömleği üzerinde yalan bir kan lekesi getirdikleri zaman Ya’kub, oğullarına: “Hayır, nefisleriniz size bu işi süslemiş, bir fitneye sevketmiş şimdi işim sabr-ı cemildir. Söylediklerinize karşı da sığınağım Allah’tır” demişti. Ben de bu sözü söylerim.” dedi.

Sonra odama doğru gittim. Ben yalnız Allah’ın suçsuzluğumu ortaya koymasını umardım. Hakkımda okunur bir vahiy inzal buyrulmasını hiç zannetmezdim. Fakat şunu muhakkak sûretle umardım ki, Rasûlullah (s.a.) uykusunda bir rüya görsün de Allah beni o rüya ile temize çıkarsın. Vallahi Peygamber yerinden kalkmamıştı ve oradakilerden hiçbiri de odadan çıkmamıştı ki, nihayet Peygamber’e vahiy inzal buyruldu. Vahyin ağırlık ve şiddetinden terlemeğe başladı. Hatta kış günleri bile vahiy esnasında ondan inci tanesi gibi ter dökülürdü. Rasûlullah (s.a.)’dan vahiy hali kaybolunca, o, sevincinden gülüyordu ve bana ilk söylediği söz şu oldu:

“Ya Âişe, Allah’a hamdet! Allah seni kesin sûretle berî kıldı.”

Bunun üzerine annem bana: “Kızım, kalk da Rasûlullah’a teşekkür et.” dedi. Ben: “Hayır kalkmam ve yalnız Allah’a hamdederim.” dedim.

Aziz ve Celîl olan Allah Teâlâ beraatım hakkında Nûr sûresi 11-21 âyet-i kerimeleri inzâl buyurdu. Meâlen:

“(Peygamber’in eşine) bu ağır iftirayı uyduranlar şüphesiz sizin içinizden bir guruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın, aksine o, sizin için bir iyiliktir. Onlardan her bir kişiye, günah olarak ne işlemişse (onun karşılığı ceza) vardır. Onlardan (elebaşlık yapıp) bu günahın büyüklüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır.”

“Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın mü'minlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: “Bu, apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi?”

“Onların (iftiracıların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahitler getiremediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler.”

“Eğer dünyada ve âhirette Allah’ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap isabet ederdi.”

“Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki, AIlah katında çok büyük (bir suç) tur.”

“Onu duyduğunuzda: “Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu, çok büyük bir iftiradır” demeli değil miydiniz?”

“Eğer inanmış insanlarsanız, Allah, bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarır.”

“Ve Allah âyetleri size açıklıyor. Allah, (işin iç yüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

“İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”

“Ya sizin üstünüze Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (haliniz nice olurdu)!”

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüz kızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.”

Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın Mistah isminde fakir bir akrabası vardı. Onun geçinmesine yardımcı olurdu. Ifk hadisesinde münâfıklarla beraber hareket edince yardımı kestirmişti. Bu olay üzerine de Nur sûresi: 22. âyet-i celîle nâzil olmuştur: Meâlen:

“İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah Yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.”

Bu âyetlerin inişiyle Hz. Âişe’nin günahsız olduğu ortaya çıktı. İftira atanlar da, “hadd-i kazf”e müstehak oldular. Bu olayın haklarında şer olduğunu sanmamaları aksine bunun onlar için büyük bir hayır olduğu âyetlerle bildirilmiş oldu.

Ayrıca bu âyetlerde mü’minlere bir terbiye ve ictimai ahlâk kuralı da öğretildi. Çünkü bazı mü’minler, münâfıkların propagandasına inanmış ve bu dedikoduya katılmışlardı.

Halbuki İslam’da hüsn-i zan ve beraet-i zimmet asıldır. Meseleyi işittiklerinde kendilerini Âişe’nin yerine koyarak iyice düşünmeliydiler. O yüce insanın şeref ve haysiyetini ayaklar altına almayacağını ve böyle çirkin bir işi yapmayacağı nı bilmeliydiler. Bunun apaçık bir iftira olduğunu söylemele ri gerekirken, onlar da iftiracılara katıldılar. Ayrıca bu iddia yı ortaya atanlar, bu hususta İslâm’ın şart koştuğu dört şahidi de getiremediler. Dolayısıyla Allah katında yalancı oldukları ortaya çıktı.

Mü’minler, bu olayın büyüklüğünü ve çirkinliğini kavrayamamış, olayı birbirlerine nakletmişlerdi. Halbuki bu sözü işitir işitmez, bundan uzak durmaları ve bunun büyük bir bühtan olduğunu söylemeleri gerekirdi. Ancak bunu yapmadılar, dolayısıyla Allah tarafından azarlandı ve kınandılar.

İslam, işlenmiş olan bir zina suçunun toplum arasında yayılmasını hoş görmezken, münâfıklar olmamış bir olayı yaymaya çalıştılar. Bundan dolayı hem dünyada hem de âhirette azaba çarptırılacakları bildirildi.

Bütün bunlara rağmen yine de Yüce Allah, mü’minlere lütuf ve merhametiyle muamele ettiğini açıkladı. O’nun lütuf ve merhameti olmasaydı mü’minlerin bu olay yüzünden büyük bir felakete uğrayacaklarını da bildirdi.

AİŞE ANNEMİZİN GERDANLIĞI

Hz. Âişe annemiz bir seferde de gerdanlığını kaybetti. Susuz bir yerde konaklamışlardı. Gerdanlığı ararken bir hayli zaman geçmişti. Nerdeyse sabah namazı vakti çıkmak üzereydi. Yanlarında su da kalmamıştı. Allah Teâlâ ashâbın bu sıkıntısını Teyemmüm âyetini nâzil ederek giderdi.

EFENDİMİZİN SON GÜNLERİ

İki Cihan Güneşi efendimiz hicretin 11. yılı Safer ayında rahatsızlanmıştı. Meymûne annemizin odasında bulunuyordu. Etrafında toplanan ailelerine şöyle bir baktı ve:

“Yarın ben neredeyim? Yarından sonra neredeyim?”

diye sormağa başladı.

Firasetli annelerimiz Efendimizin bu sorusundan Âişe’nin odasını arzu ettiğini anladılar ve: “Ya Rasûlallah! Günlerimizi Âişe’ye bağışladık.” dediler. Kendi nöbetlerini Âişe annemize verdiler.

Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimiz ömrünün son günlerini onun yanında geçirdi. Mübarek başı onun kucağında iken ruhunu teslim etti. Nur bedeni onun odasına defnedildi.

PEYGAMBER EFENDİMİZİN VEFATINDAN SONRAKİ HAYATI

Hz. Âişe annemiz on sekiz yaşında dul kaldı. Peygamber hanımlarının başkasıyla evlenmesi Kur’an’da yasak edilmi-ş ti. Bu hükme uyarak evlenmedi. O kıyamete kadar gelecek mü’minlerin annesi olarak yaşamağa devam etti.

Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinde hiçbir siyasî faaliyette bulunmadı. İlimle meşgul oldu. Evinde talebe yetiştirdi. Kadınların eğitim ve öğretimiyle yakından ilgilendi. Birçok kız ve kadın onun ders halkasında yetişti, onlara hadis nakletti.

Evi bir mektep haline geldi. Kadın, erkek herkesin rahatlıkla gelip sorusuna cevap bulduğu bir ilim, irfan ocağı oldu. Bilhassa yetim kız çocuklarını aldı büyüttü. Yetiştirip evlendirdi. Onlara hakiki analık şefkatini sundu. Kaderin cilve si annemizin çocuğu olmadı. Fakat bütün ümmet onun çocuğu oldu.

2210 HADİS RİVAYET ETTİ

O, İki Cihan Güneşi Efendimizden 2210 hadis-i şerif nakletti. En çok hadis rivayet eden ilk beş râvi arasına girdi. Onun rivayet ettiği hadislerden birkaç tanesi şunlardır:

* “Ey Allah’ım! Her kim ümmetime âit bir işin başına geçer de onlara güçlük çıkarırsa, sen de onlara güçlük çıkar. Her kim de onlara yumuşaklık gösterir ve merhametle muâmele ederse, sen de ona lütuf ve merhametle muâmele et.”

Bir gün Rasûlullah (s.a.) efendimiz Hz. Âişe (r.anhâ) annemize şöyle buyurdu:

  • “Ey Âişe! Geceleri şu dört şeyi yapmadan Kur’an’ı hatim etmeden,
  • Benim ve diğer peygamberlerin şefaatlerine kavu-ş madan,
  • Mü'minleri kendinden hoşnut etmeden, Hac etmeden”

Âişe (r.anhâ): “Anam-babam sana feda olsun. Ben bunları bu kısa müddet içinde nasıl yapabilirim?” deyince Rasûlullah (s.a.) tebessüm etti ve:

“Yâ Âişe! Ondan kolay ne var? Üç ihlâs bir fâtiha okursan Kur’an’ı hatmetmiş olursun. Bana ve diğer peygamberlere salavat getirirsen şefaatimize kavuşursun. Mü'minlerin affını dilersen onları hoşnut edersin. “Sübhanallahi velhamdülillâhi ve lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, lehül-mülkü velehül-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr” tesbihini okursan hac sevabı gibi sevab alırsın.”

  • Âişe (r.anhâ) naklediyor: “Kızkardeşim Esmâ, Rasûlullah (s.a.)’ın yanına geldi. Üzerinde ince bir elbise vardı. Derisinin rengi gözüküyordu. Rasûlullah (s.a.) baldızına bakmadı. Mübarek yüzlerini çevirdi ve: “Ya Esmâ! Bir kadın namaz kılacak yaşa geldiği zaman iki eli ile yüzünden başka yerlerini erkeklere göstermemeli.” buyurdu.
  • “Ey Âişe! Yumuşak ol; Zirâ Allah Teâlâ bir ev halkına iyilik murad ederse onlara, rıfk, yumuşaklık kapısını gösterir.”
  • “Ey Âişe! Sana birisi, istemeden bir şey verirse kabul et, çünkü o, Allah Teâlâ’nın sana gönderdiği bir rızıktır.”

AİŞE ANNEMİZİN VEFATI

Hz. Âişe (r.anhâ) annemiz, Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimizden sonra kırk yedi yıl daha yaşadı. 66 yaşlarında iken 678 m. senede 17 Ramazan 58 hicri yılda Medine’de dâr-ı bekâ’ya göç eyledi. Cenazesi vasiyyeti üzere bekletilmeden aynı gecede kaldırıldı. Medine valisi Ebû Hüreyre (r.a.) cenâze namazını kıldırdı. Kabre erkek ve kızkardeşlerinin çocukları koydu. Bedeni Medine’de Cennetü’l-Bakî’de kaldı. Ruhu Cennete uçtu. Rabbimiz cümlemizi Âişe annemizin şefaatine nâil eylesin. Amin.

Kaynak: Mustafa Eriş, Peygamberimizin Hanımları

İslam ve İhsan

PEYGAMBERİMİZİN HANIMLARI

Peygamberimizin Hanımları

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • maşallah güzel bir hizmet olmuş , fakat hz. hatice annemi en başa almak ,güzel ince bir edep olurdu kanısındayım

    Allah razı olsun

    Hamdolsun Allah razı olsun

    Allah razı olsun cok güzel anlatmıssınız

    ALLAH razı olsun

    Rabbim razı olsun

    Allah razı olsun

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.