Hüdayî Vakfı, Gönülleri İslâm İle Buluşturuyor!

Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, Genç Dergisi'nin Mart sayısında Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı'nın Afrika'daki çalışmalarını da göz önüne alarak sorulan "Kıtaları aşan hizmet ufkuyla ilgili genç arkadaşlarımıza neler söylemek istersiniz?" sorusuna cevaplar verdi.

Cenâb-ı Hakk’ın lûtf u ihsânıyla Hüdâyî Vakfımız, derya gönüllü insanların da destek ve katkılarıyla, dünyanın dört bir köşesinde, garip, yetim, yoksul ve muhtaç kardeşlerimize yardım etmek için büyük bir seferberlik içinde -elhamdülillah-. Bu faaliyet sahalarından biri de, hiç şüphesiz ki, adı açlık ve sömürgecilikle zikredilen Afrika kıtası.

AFRİKA HALKI: İHMÂL EDİLMİŞ BİR HALK

Gerçekten de Afrika halkı, son derece ihmal edilmiş bir halktır. Özellikle müslüman Afrika halklarının ihmal edilmişliği, çok daha ileri seviyelerdedir. Zira onlar, ülkelerinin yönetiminde söz sahibi olacak nesilleri yetiştirebilecek eğitim imkânlarından mahrum bırakıldılar. İbadetlerini yerine getirebilecekleri ibadethanelerden mahrum bırakıldılar. Tedavi olabilecekleri hastahanelerden mahrum bırakıldılar.

Belki bu ifâdeleri biraz daha açmak lâzımdır. Biliyorsunuz şöyle bir söz vardır:

“Hâkim milletlerle mahkûm milletler arasındaki fark, bir avuç yetişmiş insandır.” Yani eğer bir avuç yetişmiş insanınız varsa, hâkim milletsiniz. Aksi takdirde başka milletlerin tahakkümü altında kalmaya mahkûmsunuz.

DİNÎ VE AHLAKÎ ÇÖKÜNTÜNÜN SEBEPLERİ

Müslümanların açmış olduğu okullardan ve eğitim imkânlarından mahrum olmaları sebebiyle Afrika’daki çocuklarımız, eğitim için maalesef hristiyan misyonerlerin açmış olduğu okullara gitmek zorunda kalıyorlar. Tabi bu zarûretin son derece esef verici neticeleri var. Bunların başında da dînî ve ahlâkî çöküntü geliyor. Yarının büyükleri olarak ülkelerini yönetecek olan gençler, kendi dînî ve millî değerleri yerine, misyoner okullarında Hristiyanî ve Batılı değerlerle yetiştirildikleri için, kendi şahsiyet ve karakterlerini kaybediyorlar.

SÖMÜRGE ÜLKELERİ UZAKTAN KUMANDALI BİREYLER YETİŞTİRİYOR

Sömürge devletleri de, gâyet zeki talebeleri seçerek bunlara kendi ülkelerinde yüksek tahsil imkânı veriyor, doktora yaptırıyor ve zihniyet değişikliğiyle ülkelerine geri gönderip devletin yüksek kademelerine geçiriyorlar. Böylece hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadan bir nevî uzaktan kumandalı şekilde Afrika’da kendi hâkimiyetlerini sürdürmeye devam ediyorlar.

YALNIZCA HRİSTİYAN OLAN HASTALAR TEDAVİ EDİLİYOR

Hastahaneleriyle ilgili olarak da Burkina Faso’lu Dr. Halid Sânâ’nın şu ifâdelerini nakletmek, oradaki içler acısı hâli göstermesi bakımından kâfî gelir diye düşünüyorum. Dr. Halid Sânâ şöyle diyor:

“Batılı devletlerce desteklenen söz konusu hastahanelerde müslüman hastalara iki resim gösteriyorlar. Biri Mesih diğeri de Hazret-i Muhammed diye. «‒Şayet Muhammed’e inanmaya devam edersen hastalığından kurtulamayacaksın!» deniyor. İyileşmesi için de gereken tedaviyi başlatmıyorlar. Ne zaman ki «Mesih gerçek peygamber ve onu hastalığından kurtaracak kişi» şeklinde inanmaya başladığını söyleyince gereken tedaviyi başlatıyorlar. Hasta iyileşince «‒Gördün mü, Muhammed hastalığını gideremedi ama senin imdadına Mesih yetişti!» diyerek halkımızı hristiyanlaştıracak akıl almaz yöntemler uyguluyorlar.”

Orada yaşayan mü’min kardeşlerimizle belki dillerimiz ve renklerimiz farklı, lâkin gönüllerimizin rengi aynı. Îmânımızın âhengi aynı. Kardeşliğimizin ölçüsü aynı. Zira “mü’minlerin kardeş olduğunu”[1] îlân eden, Cenâb-ı Hak’tır.

KARDEŞLİĞİN GEREĞİNİ YAPMAMIZ GEREKİYOR!

Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bir kul olabilmek için de, bilhassa zor zamanlarda, din kardeşliğinin gereğini yapmak; dert ortağı olmak, onların yanı başında bulunmak, îsâr hâlini yaşamak, yani kendinden, nefsinden koparıp vermek zarurîdir. Bu büyük bir mes’ûliyettir. Bu mes’ûliyet şuurunu taşımayanlar için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu îkâzı ne kadar dehşetlidir:

“Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Bkz. Hâkim, IV, 362)

Çünkü gerçek mü’min, gönlündeki rahmet ve merhamet duygusu ölçüsünde yüreğinin uzanabildiği her yerden kendini mes’ûl addeder.

PEKİ NELER YAPABİLİRİZ?

Öyleyse yapmamız gereken;

Bu îman nîmetinin şükrünü, ondan mahrum bulunanlara da ulaştırma gayretiyle ödemeye çalışmaktır. Zira Afrika, Osmanlı’nın himâyesinde bulunduğu vakitlerde huzurlu bir hayat yaşıyordu. Çünkü İslâm girdiği yere huzur verir. Lâkin Osmanlı’nın Afrika’dan çekilmek zorunda kalmasının ardından bu kıta, korsanların, sömürgecilerin ve misyonerlerin eline düşmüştür. Meselâ korsanlar, buradaki aşiretleri birbirine düşürmüş ve kuvvetli aşiretlerden kelle başı köle satın almıştır. Bu köleleri de zincirlenmiş bir vaziyette Amerika’ya götürmüş ve orada bir parya olarak zulüm altında çalıştırmışlardır.

AFRİKALILARIN TOPRAKLARINI VE GÖNÜLLERİNDEKİ İMÂNI DA ALDILAR

Afrika, çok büyük yeraltı zenginliklerine sahip olması sebebiyle Batılı devletlerin asırlarca tasallutuna mâruz kalmıştır. Batılı devletlerin Afrika’ya bakış açısını göstermesi bakımından Kenya’nın kurucu devlet başkanı olan Jomo Kenyatta’nın şu sözü ne kadar mânidardır:

“Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp duâ etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu.”

Yani günümüzde Afrika’nın hem maddî zenginlikleri elinden alınmış hem de misyonerlik faâliyetleriyle gönüllerindeki îman nûru söndürülmeye çalışılmıştır.

ADI "MUSTAFA" OLAN HRİSTİYANLARA RASTLAMAK MÜMKÜN!

Hristiyan misyonerlerin yoğun çalışmalarının bir neticesi olarak, yerleşim yerlerinde neredeyse 400-500 metrede bir kilise veya kilise kuruluşu bulunmaktadır. Hattâ Afrika’da bulunan kilise ve Batılı sivil toplum kuruluşlarının yüzde 90’ı, müslümanların yoğun olduğu Kuzey bölgelerinde faaliyet göstermektedir. Bunun bir neticesi olarak köylere doğru gidildikçe daha önce müslüman iken sonradan hristiyan olan insanlarla karşılaşmak mümkündür. Ve içler acısı bir başka manzara da şudur ki, müslüman iken hristiyan olanlar, isimlerini değiştirmemektedirler. Dolayısıyla da buralarda adı “Mustafa” olan hristiyanlara rastlamak mümkündür.

YÜZDE 3 OLAN HRİSTİYAN NÜFUSU, BUGÜN YÜZDE 57 ORANINDA

Yapılan araştırmalar da göstermektedir ki, geçen asrın başlarında Afrika’nın nüfusu 300 milyon iken hristiyanların sayısı 9 milyondu ve bunun bütün nüfusa oranı sadece yüzde 3’tü. Buna karşılık müslümanların sayıları 165 milyon ve toplam nüfusa oranları ise yüzde 55’ti.

2010 yılında nüfusu 1 milyar 13 milyon olan Afrika’da 577 milyon hristiyana (%57) karşılık 293 milyon müslüman (% 29) var. (Bkz. Tablo)

HRİSTİYANLIK BATI'DA ÇÖKMÜŞ DURUMDA

Bugün Hristiyanlık Batı’da neredeyse çökmüştür. Kiliselere yaşlı birkaç insanın dışında kimse gitmemektedir. Hattâ bu kiliselerin çoğu satışa çıkarılmaktadır. Dolayısıyla da misyonerler bütün güçlerini fakir ve câhil bıraktıkları Afrika’nın hristiyanlaşmasına harcamaktadırlar.

AFRİKA'DA KAYBEDİLEN HER İNSAN BEDENİMİZDEN KOPAN BİR PARÇADIR

Mü’minleri bir vücut gibi târif eden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadîsine binâen, -Allah korusun- Afrika’da kaybettiğimiz her insan, aslında bedenimizden kopan bir parça mesâbesindedir.

Hiç şüphesiz, Afrika’nın ilk olarak İslâm ile şereflenmesi, Medîne ve İstanbul’dan daha önce vukû bulmuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke Devri’nin beşinci yılında Câfer-i Tayyâr Hazretleri’ni Habeşistan’a göndermiştir. Orada on üç sene kalarak İslâm’ı tebliğ eden Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-, Habeşistan’ın büyük çoğunluğunun müslüman olmasına vesîle olmuş ve ondan sonra Medîne’ye dönmüştür.

Hattâ Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-, Medîne’ye döndüğü esnada Efendimiz’in Hayber’de olduğunu haber alıp, hiç vakit kaybetmeden Hayber’e gitmiştir. Câfer’i gören Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- önce:

“–Yaratılış ve ahlâk itibâriyle bana ne kadar benziyorsun!” iltifatında bulunmuş ve alnından öperek şöyle buyurmuştur:

“–Hayber’in fethi ile mi, Câfer’in gelişiyle mi sevineyim, bilemiyorum!” (İbn-i Hişâm, III, 414)

EFENDİMİZ'İN YÜZÜNÜ TEBESSÜM ETTİRMEYE GAYRET EDECEĞİZ!

Bizler de kendimizi Câfer-i Tayyâr Hazretleri’nin bin dört yüz sene sonra gelen bir nesli olarak bileceğiz. Afrika için maddî-mânevî hizmetlerimizi ihmal etmemeye gayret göstereceğiz. Böylece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gül yüzünü tebessüm ettirmeye çalışacağız. Zira Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Hayatım sizin için hayırlıdır; bâzı hâdiseler yaşarsınız, bunun üzerine size ilâhî vahiy ve hükümler indirilir. Vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim, kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.” (Heysemî, IX, 24)

BUGÜN AFRİKA'YA NASIL FAYDALI OLABİLİRİZ?

Bugün yapılması gereken işlerin başında, oralardan talebe getirerek Türkiye’mizde okutmak, İslâmî bir şuur ve idrâk kazandırarak vatanlarına dönmelerine yardımcı olmak gelmektedir. Zira İslâm’ın rûhunu iyi hazmeden bir mü’min, sergilediği güzel hâl ve davranışlarla gittiği her yerde -Allâhʼın lûtfuyla- hidayetlere vesîle olur.

AFRİKA'YA YAPILAN YARDIMLAR  SÂYESİNDE İNSANLAR İSLÂM'A DÖNÜYOR!

Bizler de şunu gördük ki, Afrika’da gerçekleştirilen Kurban faaliyetleri, açılan câmi ve okullar, maddî-mânevî yardımlar vesilesiyle pek çok kişi yeniden İslâm’a dönmektedir.

Velhâsıl İslâm âlemi olarak büyük bir mes’ûliyet altındayız. Dâimâ düşüneceğiz ki;

Acaba bugün bizim yerimizde ashâb-ı kirâm olsaydı, gönülleri İslâm ile buluşturmak için nasıl bir gayretin içine girerlerdi? Buna mukâbil, bizim gayretimiz hangi seviyede?

Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ali’ye hitâben şöyle buyurmuştur:

“Ey Ali! Allâh’ın senin vâsıtanla bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için üzerine Güneşʼin doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” (Hâkim, Müstedrek, III, 690)

Cenâb-ı Hak, lûtf u keremiyle cümlemizi hidâyet üzere yaşatsın ve hidâyetlere vesîle eylesin…

Âmîn!..

[1] Bkz. el-Hucurât, 10.

Kaynak: Genç Dergisi, Yıl: 2015 Ay: Mart Sayı: 102

hesapno

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.