Hilye-i Şerif Nedir? Hilye-i Şerifin Faziletleri Nelerdir?

Şahsiyeti

Hilye nedir? Hilye-i şerîf yazmanın ve ona bakmanın faziletleri nelerdir? Hilye-i şerîf nereden geliyor? İşte cevapları...

Hilye, lügatte süs, ziynet, yüz ve rûh güzelliği demektir. Istılahta ise, Hazret-i Peygamber’in, beşer kelâmının imkânları nisbetinde kelimelerle çizilmiş resmidir.

Nahîfî şöyle der:

“Muhakkak ki bir kimse, hilye-i şerîf yazsa ve ona çok nazar eylese, Allâh Teâlâ o kimseyi hastalık ve sıkıntılardan ve ânî ölümden hıfzeyler. Şâyet bir yere sefer ettiğinde berâberinde götürürse, o seferinde dâimâ Hakkın muhâfazasında olur.”

Birçok İslâm müellifi, hilye-i şerîfenin sayısız fazîletleri hakkında düşüncelerini ortaya koymuşlardır. Hattâ Hazret-i Peygamber’i rüyâda görmek için de hilye-i şerîfeyi teberrüken ezberleme an’anesi, birçok İslâm ülkesinde hâlâ mevcuttur.

HZ. PEYGAMBER’İ ANLATMADA KELİMELERİN KİFÂYETSİZLİĞİ

Bununla berâber düşünmek lâzımdır ki, Habîb-i Ekrem Efendimiz’in “nûrun alâ nûr”, yâni nûr üstüne nûr diye tavsîf edilen mübârek sîmâsını sözle tasvîr ederken kelimelerin kifâyetsizliği kadar, beşerin O’nun hakîkatini müşâhede ve idrâkteki mutlak aczi de hesâba katılmalıdır. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna lutfettiği bütün güzellikleri şahsında toplayan o eşsiz varlığı, kâmil mânâda târif edebilmek mümkün değildir. Nitekim Hâkânî’nin dediği gibi:

Gelmemiştir bilir eşyâ ânı,
Yaradılmışta O’nun akrânı…

“Bütün varlıklar O’nun hak Peygamber olduğunu bilir. Çünkü yaratılmışlar arasında O’nun benzeri hiçbir zaman vücûda gelmemiştir.”

Güzeller Güzeli Efendimiz’in kelimelerle resmini çizmeye çalışan bu tasvirler, saâdet devrine eremeyen ve hasretle yanan gönülleri bir nebze olsun teskîn ve tesellî etmektedir. Efendimiz’i anlatan değerli rivâyetleri nakleden kimseler, bize âdeta deryâdan bir katre sunmaktadırlar. Bu katredeki ummânı görmeye çalışan mü’minler, Hazret-i Peygamber’e olan muhabbetlerini artırarak O’nun üsve-i hasenesinden istifâde etmeye, şemâil ve ahlâkı ile mütehallî olmaya gayret göstermişlerdir.

Hakîkaten insanın gönlü, fıtratı îcâbı dâimâ güzelliğe doğru meyleder, onunla berâber olmak ister. Bu câzibe sebebiyle zihni dâimâ onunla meşgul olur. Gönlünde rûh ve ahlâk bakımından mahbûbuna benzeme arzusu doğar. Netîcede sevdiği şahsı örnek alarak onun hâliyle hâllenmeye başlar. Bu fıtrî temâyül sebebiyle şemâil-i şerîfin, Peygamber Efendimiz’e olan iştiyak, muhabbet ve ittibâyı artırmaya vesîle olacağı muhakkaktır.

HİND BİN EBİ HALE'NİN HZ. PEYGAMBER’İ TARİFİ

Nitekim Hazret-i Hasan, üvey dayısı Hind bin Ebî Hâle’ye Resûlullâh’ın hilyesini sorarken, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi şu sözleriyle dile getirmiştir:

“Dayım Hind bin Ebî Hâle, Allâh Resûlü’nün hilyesini çok güzel anlatırdı. Kalbimin O’na bağlı kalması ve O’nun izinden gidebilmem için, dayımın Allâh Resûlü’nden bir şeyler anlatması benim çok hoşuma giderdi.” (Tirmizî, Şemâil, s. 10)

Gül yüzlü Efendimiz’in şemâilini dinlemeye doyamayan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin, O’nun mübârek cemâlini babaları Hazret-i Ali’den da birçok defâ dinlemişler ve bizlere nakletmişlerdir.

Acabâ yazılan şemâil-i şerîfeler, Hazret-i Peygamber’in hakîkatinin kaçta kaçını ifâde edebilir?!. Muhakkak ki şemâil-i şerîfeyi, herkes gönlündeki muhabbet nisbetinde ve kelimelerin mahdut muhtevâsı içinde idrâk edebilir.

HİLYE-İ ŞERİF (PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN ŞEMÂİLİ)

Biz de bu sahadaki aczimizi îtirâf ile birlikte, bizlere kadar ulaşan rivâyetlerden gönlümüze akseden şebnemler misâli, hilye-i şerîfeyi teberrüken nakletmeyi arzu ettik. Muhtelif rivâyetlerde hulâsaten şöyle buyrulmaktadır:

Resûl-i Ekrem, uzuna yakın orta boylu idi.

Yaratılışı fevkalâde dengeli olup mütenâsip bir vücûda sâhipti.

Göğsü geniş, iki omuzlarının arası açıktı. İki kürek kemiği arasında nübüvvet mührü vardı.

Kemikleri ve eklemleri irice idi.

Teni gül gibi pembemsi beyaz, nûrânî ve parlak, ipekten yumuşaktı. Mübârek vücûdu dâimâ temiz idi ve râyihası ferahlık verirdi. Koku sürünsün veya sürünmesin teni ve teri, en güzel kokulardan daha hoş bir letâfette idi. Bir kimse O’nunla musâfaha etse, bütün gün O’nun latîf kokusu ile mütelezziz olurdu. Sanki güller, kokusunu O’ndan almıştı. Mübârek elleriyle bir çocuğun başını okşasalar, o çocuk, güzel kokusuyla diğer çocuklardan ayırt edilirdi.

Terlediği zaman teni, gül yaprakları üzerindeki şebnemleri andırırdı.

Sakalı gür idi. Uzattığı zaman, bir tutamdan fazla uzatmazdı. Vefât ettiklerinde, saçlarında ve sakallarında yirmi kadar beyaz vardı.

Kaşları hilâl gibi olup iki kaşı arası birbirinden uzakça ve açık idi.

İki kaşı arasında bir damar bulunuyordu ki, Hak için öfkelendiği zaman kabarırdı.

İnci gibi dişleri olup dâimâ misvak kullanır, sık sık kullanılmasını tavsiye ederlerdi.

Kirpikleri uzun ve siyah idi. Gözleri büyükçe, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Sanki gözlerinde kudret eliyle ezelde çekilmiş bir sürme vardı.

Müstesnâ rûhî yapısının kemâli gibi, vücut yapısının cemâli de eşsizdi.[1]

Sîmâsı, geceleyin ayın on dördü gibi parlardı. Hazret-i Ayşe buyurur ki:

“Resûlullâh’ın yüzü o kadar nûr saçardı ki, gece karanlığında, ipliği iğneye O’nun yüzünün aydınlığında geçirirdim.”

İki kürek kemiği arasında nübüvvetine âit ilâhî bir nişan vardı. Birçok sahâbî, onu öpebilmenin aşkıyla yanardı. Vefâtı esnâsında bu mührün gayb âlemine gitmesi, irtihâlinin tasdîki oldu.[2]

Mübârek ve nûrânî vücûdu vefâtından sonra hiçbir değişikliğe uğramamıştı. Nitekim Hazret-i Ebûbekir, mahzûn, mağmûm, gözü ve gönlü yaşlı bir şekilde “Varlık Nûru”na nazar ederek:

“Hayâtın gibi vefâtın da ne güzel yâ Resûlallâh!..” demiş ve mübârek alınlarına dudaklarını değdirmiştir.

Allâh Resûlü’nün rik­kat-i kal­biy­e­si­nin de­rin­li­ği­ni îzâh et­mek müm­kün de­ğil­di.

Fu­zû­lî söz söy­le­me­yip her ke­lâ­mı hik­met ve na­sî­hat idi. Lü­ga­tin­de as­lâ dedi­ko­du ve mâ­lâ­yâ­ni yok­tu. Her­ke­sin akıl ve id­râ­ki­ne gö­re söz söy­ler­di.

Mü­lâ­yim ve mü­te­vâ­zî idi. Gül­me­sin­de kah­ka­ha gi­bi aşı­rı­lık ol­maz­dı. Dâimâ mü­te­bes­sim­di.

O’nu an­sı­zın gö­ren kim­se­yi haş­yet sa­rar­dı. O’nun­la ül­fet ve soh­bet eden kim­se, O’na cân u gö­nül­den âşık ve mu­hib olur­du.

De­re­ce­le­ri­ne gö­re fa­zî­let er­bâ­bı­na ih­ti­râm ey­ler­di. Ak­ra­bâ­sı­na da zi­yâ­de ik­râm eder­di. Ehl-i beytine ve ashâbına hüsn-i muâmele ettiği gibi, diğer insanlara da rıfk ve lutuf ile muâmele eder­ ve:

“Hiçbi­ri­niz ken­di nef­si için is­te­di­ği­ni, mü’min kar­de­şi için de is­te­me­dik­çe kâ­mil mü’­min ola­maz.” bu­yu­rur­du. (Bu­hâ­rî, Îman, 7; Müs­lim, Îman, 71-72)

Hiz­met­kâr­la­rı­nı pek hoş tu­tar­dı. Ken­di­si ne yer ve ne gi­yer­se, on­la­ra da onu ye­di­rir ve giy­di­rir­di. Cö­mert, ik­ram sâ­hi­bi, şef­kat­li ve mer­ha­met­li, gerektiğinde ce­sur ve îcâbında ha­lîm idi.

Ahit ve vaadin­de sâ­bit, sö­zün­de sâ­dık idi. Ah­lâk gü­zel­li­ği, akıl ve ze­kâ yö­nüy­le de cüm­le in­san­lar­dan üs­tün ve her tür­lü medh ü se­nâ­ya lâ­yık idi. Sû­re­ti gü­zel, sî­re­ti mü­kem­mel, mis­li ya­ra­tıl­ma­mış bir vü­cûd-i mü­bâ­rek idi.

Re­sû­lul­lâh’ın hüz­nü dâ­imî, te­fek­kü­rü sü­rek­liy­di. Za­rû­ret ol­mak­sı­zın ko­nuş­maz­dı. Sü­kû­net hâ­li uzun sü­rer­di. Bir sö­ze baş­la­yın­ca ya­rım bı­rak­maz, onu ta­mam­la­ya­rak bi­ti­rir­di. Az söz­le çok mâ­nâ­lar ifâ­de eder­di. Söz­le­ri tâ­ne tâ­ne idi. Ne lü­zû­mun­dan faz­la ne de az idi. Ya­ra­tı­lış ola­rak yu­mu­şak huy­lu ol­ma­sı­na rağ­men gâ­yet sa­lâ­bet­li ve hey­bet­li idi.

Öf­ke­len­di­ği za­man ye­rin­den kalk­maz­dı. Hakka îti­raz edil­me­si­nin, hak­kın çiğ­nen­me­si­nin hâ­ri­cin­de öf­ke­len­mez­di. Kim­se­nin far­kı­na var­ma­dı­ğı bir hak çiğ­nen­di­ği za­man öf­ke­le­nir, hak ye­ri­ni bu­lun­ca­ya ka­dar öf­ke­si de­vâm eder­di. An­cak hak­kı tev­zî et­tik­ten son­ra sü­kû­ne­te bü­rü­nür­dü. As­lâ ken­di­si için öf­ke­len­mez­di. Şahsına mahsus durumlarda ken­di­si­ni de mü­dâ­faa et­mez, kim­sey­le mü­nâ­ka­şa­ya gi­riş­mez­di.

O, kim­se­nin hâ­ne­si­ne izin al­ma­dan gir­mez­di. Evi­ne gel­di­ği za­man da ev­de ka­la­ca­ğı müd­de­ti üçe bö­ler­di; bi­ri­ni Al­lâh’a ibâ­de­te, di­ğerini âi­le­si­ne, üçün­cü­sü­nü de şah­sı­na ayı­rır­dı. Ken­di­si­ne ayır­dı­ğı za­mâ­nı­nı, avâm-ha­vâs in­san­la­rın hep­si­ne tah­sîs eder, on­lar­dan kim­se­yi mah­rum bı­rak­maz­dı. Hep­si­nin gön­lü­nü fet­he­der­di.

Re­sû­lul­lâh’ın her hâl ve ha­re­ke­ti, zikrullâh ile idi.

Bel­li bir ye­rin­de otur­ma­nın âdet edi­nil­me­si­ni ön­le­mek için mes­cid­le­rin her ye­rin­de otur­du­ğu olur­du. Yer­le­re ve ma­kam­la­ra kudsiyyet izâ­fe edil­me­si­ni ve mec­lis­ler­de te­keb­bü­re me­dâr ola­cak bir ta­vır ta­kı­nıl­ma­sı­nı is­te­mez­­di. Bir mec­li­se gi­rin­ce, ne­re­si boş kal­mış­sa ora­ya otu­rur, her­ke­sin de böy­le yap­ma­sı­nı ar­zu eder­di.

Kim O’ndan her­han­gi bir ih­ti­yâ­cı­nı gi­der­mek için bir şey is­tese, o is­ter ehem­mi­yet­li, is­ter ehem­mi­yet­siz ol­sun, onu ye­ri­ne ge­tir­me­den hu­zur bu­la­maz, ih­ti­yâ­cı hal­let­me­si müm­kün ol­ma­dı­ğı tak­dir­de, hiç ol­maz­sa gü­zel bir söz ile mu­hâ­ta­bı­nın gön­lü­nü al­mak­tan ge­ri kal­maz­dı. O, her­ke­sin dert or­ta­ğı idi. İn­san­lar, han­gi ma­kam ve mev­kî­de olur­sa ol­sun, zen­gin-fa­kir, âlim-câ­hil, O’nun ya­nın­da in­san ol­mak hay­si­ye­tiy­le mü­sâ­vî bir mu­âme­le­ye nâ­il olur­lar­dı. Bü­tün mec­lis­le­ri ilim, hi­lim, ha­yâ, ihlâs, sa­bır, vakar, te­vek­kül ve emâ­net gi­bi fa­zî­let­le­rin câ­rî ve hâ­kim ol­du­ğu bir ma­hal­di.

Ayıp ve ku­sur­la­rı sebebiyle kim­se­yi kı­na­maz, îkâz etmek zarûreti hâsıl olunca bu­nu, kar­şı­sın­da­ki­ni rencide et­me­ye­cek şe­kil­de zarif bir îmâ ile ya­par­dı.

“Müs­lü­man kar­de­şi­nin uğ­ra­dı­ğı fe­lâ­ke­ti se­vinç­le kar­şı­la­ma! Al­lâh Te­âlâ onu rah­me­tiy­le fe­lâ­ket­ten kur­ta­rır da se­ni imtihan eder.” buyururdu. (Tir­mi­zî, Kı­yâ­met, 54)

Hiç kim­se­nin zâ­hi­re çık­ma­mış ayıp ve ku­su­ruy­la meş­gul ol­ma­dı­ğı gi­bi, bu tür hâlle­rin araş­tı­rıl­ma­sı­nı da şid­det­le meneder­ler­di. Zî­râ baş­ka­la­rı hak­kın­da zan ve te­ces­süs, ilâ­hî emir­ler­le menolun­muş­tu.

Se­vâ­bı­nı um­du­ğu mesele­ler hâ­ri­cin­de ko­nuş­maz­dı. Soh­bet mec­lis­le­ri vecd için­de idi. O ko­nu­şur­ken et­râ­fın­da­ki­ler öy­le bü­yü­le­nir ve can ku­la­ğıy­la din­ler­di ki, Hazret-i Ömer’in ifâ­de­si vec­hi­le, baş­la­rı­na bir kuş kon­muş ol­sa, uç­ma­dan sa­at­ler­ce du­ra­bi­lir­di. O’ndan as­hâ­bı­na ak­se­den edeb ve ha­yâ o de­re­ce­de idi ki, ken­di­si­ne su­âl sor­ma­yı bi­le -ço­ğu ke­re- cür’et te­lâk­kî eder ve çöl­den bir be­de­vî ge­le­rek Hazret-i Pey­gam­ber’le soh­be­te ve­sî­le ol­sa da, O’nun feyz ve rû­hâ­ni­ye­tin­den is­ti­fâ­de et­sek di­ye bek­ler­ler­di.[3]

Hattâ heybetinden çekindikleri için iki sene soru soramadan bekleyenler vardı. Mehâbetinden mübârek yüzüne bakamazlardı.

Amr bin Âs (a.s.) şöyle demiştir:

“Resûlullâh ile uzun zaman birlikte bulundum. Fakat O’nun huzûrunda duyduğum hayâ hissi ve O’na karşı beslediğim tâzîm duygusundan dolayı, başımı kaldırıp da doya doya mübârek ve nûrlu çehrelerini seyredemedim. Eğer bugün bana, «Bize Resûlullâh’ı tavsîf et, O’nu anlat.» deseler, inanın anlatamam.” (Müslim, Îman, 192; Ahmed, IV, 199)

O’nun yüce haslet ve meziyetlerini anlatmak isteyen kimse, “Ben, bundan önce de sonra da O’nun bir benzerini aslâ görmedim!” demekten kendini alamazdı.[4]

Bir gün Hâlid bin Velid (r.a.) Arap kabîlelerinden birine uğramış ve kabîle reisi kendisine:

“–Yâ Hâlid! Bize Allâh’ın Resûlü’nü, sûret ve sîreti ile tasvîr et.” demişti. Hâlid (r.a.) ise:

“–Bu imkânsız, buna kelimeler yetişmez.” deyince, kabîle reisi:

“–O hâlde hiç olmazsa tasavvur ve idrâkin nisbetinde hulâsa et.” dedi. Bunun üzerine Hâlid (r.a.) şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Sana şu kadarını söyleyeyim ki, gönderilen, gönderenin kadrince olur. Gönderen, Kâinâtın Hâlıkı olduğuna göre, gönderdiğinin şânını var sen hayâl ve tasavvur eyle!..” (Münâvî, V, 92; Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye Tercümesi, s. 417)

O’ndaki güzellik, heybet, nûrâniyet ve letâfet o derecede idi ki, Allâh’ın Peygamberi olduğuna dâir, ayrıca bir mûcize, delil ve burhâna ihtiyaç yoktu.

Hâsılı, O’nun ahlâkı Kur’ân idi. Bunu Muallim Nâci ne güzel ifâde etmiştir:

Hüsn-i Kur’ân’ı görür insan olur hayrân Sana

Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur’ân Sana

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, Allâh Resûlü’nün ahlâk-ı hamîdesinin bütün varlıkları şevke getirdiğini şöyle ifâde eder:

“O ne güzel bir cömerttir ki, O’nun cömertlik fışkıran varlığı sâyesinde denizden inci, sert taştan yâkut ve dikenden gül çıkar. Eğer bahçede O’nun güzel ahlâkından bahsedilirse, sevinçten ağzını açıp gülmeyen, yâni açılmayan bir gonca göremezsin.” (Dîvân, s. 65-66)

Bütün güzellikler, Resûlullâh’ta toplanmıştı. Vücûdundan âdeta nûr saçılırdı. Ancak yine de Allâh Resûlü’nü bütün güzelliği ile kimse görebilmiş değildir. Nitekim İmâm Kurtubî şöyle der:

“Resûlullâh’ın hüsn-i cemâli tamâmen zâhir olmamıştır. Eğer varlığının bütün güzellikleri olanca hakîkati ile görünseydi ashâbı ona bakmaya tâkat getiremezdi.” (Ali Yardım, Peygamberimiz’in Şemâili, s. 49)

Resûlullâh’ın şâiri Hassân bin Sâbit (r.a.), O’nun hilkatteki eşsizliğini şu şekilde mısrâlara dökmektedir:

(Yâ Resûlâllah! Benim gözüm, Sen’den daha güzelini görmemiştir. Hiçbir kadın Sen’den daha güzelini doğurmamıştır. Sen, bütün ayıp ve noksanlardan berî olarak yaratıldın. Sanki Yaratan, Sen’i arzu ettiğin gibi yaratmış…)

Dipnotlar:

[1] Bkz. Hâkim, III, 10; Ahmed, I, 89, 96, 117, 127; IV, 309; İbn-i Sa’d, I, 376, 412, 420-423; II, 272; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, VI, 31-33; Tirmizî, Şemâil, s. 15.

[2] Tirmizî, Şemâil, s. 15; İbn-i Sa’d, II, 272.

[3] İbn-i Sa’d, I, 121, 365, 422-425; Heysemî, IX, 13.

[4] Ahmed, I, 96.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafâ 1, Erkam Yayınları