Her Şey Bizde Başlıyor ve Bizde Bitiyor

Daima kendini aklamak ve başkalarını suçlamak için mazeret üretmek, son zamanlarda özellikle Müslümanlara ârız olan bir hastalıktır. İster fert isterse toplum olarak başımıza bir felaket gelince ilk işimiz başkalarını suçlamak, kendimizi temize çıkarmak oluyor.

Hastalığa sebep mikroplardır. Fakat mikroplar vücut güçlü ve dirençli olursa fazla etkili olamazlar. Deprem yıkıcıdır. Fakat bina sağlam yapılmışsa fazla hasar olmaz. Zayıf bünyeler, zayıf binalar hastalık ve yıkılmaya davetiye çıkarırlar. Öyle ise mikrop ve depreme kızmak yerine öncelikle bünyeleri ve binaları sağlamlaştırmak gerekir.

Dünyanın dengesi zıtların varlığıyla sağlanıyor. Sağlık-hastalık, zenginlik-fakirlik, gençlik-yaşlılık, iyilik-kötülük, cömertlik-cimrilik, doğmak-ölmek vs. İnişi çıkışı, kazanması, kaybetmesi, iyisi kötüsü olmayan bir hayatın ne anlamı ne de heyecanı olur. Bu zıtlar arasındaki mücadele hayatın temel kanunudur. İnsanın imtihanı bu mücadelede nerede durduğu ve nasıl pozisyon aldığıyla değerlendirilir. Zaten dünyada oluş sebebimiz de bu imtihana tabi tutulmaktır.

İMTİHAN NASIL KAZANILIR?

Her türlü imtihanı kazanmak güçlü olmayı gerektirir. Eğitimsiz, silahsız harbe çıkanların zafer beklentisi sadece ham hayaldir. Yüce Mevlâ her cihetten güçlü olmamızı emrediyor. “Düşmanlara karşı gücümüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın.” (Enfal, 60)

Ayette belirtilen “kuvvet” mutlak olup her türlü kuvveti kapsar. Yerine göre savaş atları, yerine ve zamanına göre tanklar kullanılır. Yeri ve zamanına göre ok atılır, yerine ve zamanına göre top atılır, füze fırlatılır. Hz. Peygamber; “kuvvet; atmaktır,” buyurarak bütün zamanlara ait en etkili kuvvete işaret etmiştir.

“MÜ’MİN BİR DELİKTEN İKİ DEFA ISIRILMAZ”

Özellikle günümüzde Müslümanlar yaşadıkları felaketlerde kendilerinin hiç payı yokmuş gibi hep düşmanları suçlamakta, kendileri için ucuz ve anlamsız bahaneler üretmektedirler. Mesela Filistin problemi söz konusu olduğunda hemen Yahudinin zulmü ileri sürülmekte, herhangi bir İslam ülkesinde siyasi, askeri ve ekonomik bir problem ortaya çıksa derhal emperyalistlerin komplolarından söz edilmektedir. Düşman, düşmanlığını yapar. Sömürgeci sömürür. Akrep sokar, köpek ısırır. Mühim olan sömürülmemek, sokulmamak, ısırılmamaktır. Hz. Peygamber “Mü’min bir delikten iki defa ısırılmaz” buyurmuş, Mevlâ ise: “Ey iman edenler! Düşmana karşı tedbirinizi alın.” (Nisa, 71) diyerek tembihte bulunmuştur. Daima hırsızı suçlayanlar, kendi tedbirsizliklerini hiç gündeme getirmiyorlar. Kapıyı açık bırakanların veya kilitlemeyenlerin hırsızdan şikâyet hakları yoktur.

Gerekli çare ve tedbirlerin ihmali neticesinde başımıza gelen felaketlerin, yenilgilerin, yıkımların sebeplerini kendimizde değil de hep dışarıda aramak, yenilgi ve kayıplardan ders alıp toparlanacağımız yerde daima düşmanlara lânet okumak, düşmanlara en ufak bir zarar vermeyeceği gibi bizdeki yenilgi psikolojisini derinleştirir, moral yerine çöküntü meydana getirir.

“EĞER İNANIYORSANIZ MUTLAKA SİZ ÜSTÜN GELECEKSİNİZ”

Uzun zamandır yaşadığımız yenilgiler, maddi ve manevi kayıpların akabinde attığımız hamasi nutuklar, sözde protestolar, kahrolsun, yuh olsun naraları düşmanları bir adım bile geriletmedi. Onlar bizim yaygaradan ibaret protestolardan korkmuyorlar, bilakis yenilgi sebeplerimizi fark edip kendilerine karşı koyabileceğimiz tedbirleri almamızdan korkuyorlar. Daima ağlamak çaresizlik ifadesidir. Düşmanlar zafer çığlıkları atarken Müslümanların hep mâtem havası içinde olmaları gerçek iman ve tevekkülle asla bağdaşmaz. Yüce Mevlâ bu konumda olmaktan bizi şöyle sakındırıyor: “Gevşeyip üzülmeyin. Eğer inanıyorsanız mutlaka siz üstün geleceksiniz.” (Al-i imran, 139)

Problem, düşmanların kuvvetli olmasından ziyade bizim zayıf olmamızdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hulefâ-i Raşidin döneminde de güçlü düşmanlar vardı. İslam sayesinde bedevilikten medeniliğe erişen, ashab ve tabiinden oluşan küçük fakat imanlı bir topluluk kendilerinden kat kat üstün Farsları ve Rumları dize getirdi. Düşmanların, hayatı sevdiği kadar onlar hak yolda ölmeyi tercih ediyorlardı. Dini, dünyayı kazanmak için değil, dünyayı; ahireti ve Mevlâ’nın rızasını kazanmak için kullanıyorlardı. Bu anlayış ve davranışla hem dünyayı hem de ahireti kazandılar.

Kaybetmenin geçerli bir mazereti olmaz. Kazanmanın sebebi haklı ve kuvvetli olmak, kaybetmenin sebebi ise haksız ve zayıf olmaktır. Haklı ve güçlü olmak için çalışacak yerde yenilgi ve kayıplara mazeret üretmek ve düşmanları lanetlemekle vakit geçirmek yenilgi ve kaygıları daha da artırmaktan başka bir işe yaramaz.

BAŞARININ İLK ŞARTI

Başarının ilk şartı iman ve kendine güvendir. Güven duygusunu kaybeden, yenilgiyi baştan kabul etmiş demektir. Olma iradesi olmazsa ölme iradesi devreye girer. Müslümana yakışan sadece olmak değil, en üstün olmaktır. Yeryüzünde Allah’ın halifesi olma görevi bunu gerektirir. İstiklal şairimiz M. Akif ne güzel söylemiş!

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol.

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

Şimdiye kadar yaşadığımız ve halen yaşamakta olduğumuz mağlubiyet ve kayıplarımızın sebepleri üzerinde ciddi manada kafa yormamız gerekiyor. Nerelerde hata yaptık? Düşmanların kolayca sızmasını sağlayan gediklerimiz ve açıklarımız nerelerdedir? Düşmanlarımızı güçlü, bizleri zayıf kılan hususlar nelerdir? Öncelikle bu soruların cevaplarını bulmalıyız. Doğru teşhis olmadan doğru tedavi olmaz. Özellikle manevi bünyemizin çeşitli hastalıklarla mâlul olduğu ortadadır. Bünyemiz zayıf ve hasta olmasaydı her türlü olumsuzluğa karşı dirençli olurdu. Bütün mesele maddi ve manevi olarak ferdi ve içtimai bünyemizi tahkim etmek, depremlere karşı dayanıklı kılmaktır.

İşe önce kendimizden başlamamız gerektiğini Yüce Mevlâ şöyle belirtiyor:  “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz düzgün olursanız, sapıklar size zarar vermez.” (Maide, 105) Yine Rabbimiz, sosyolojinin temel kuralı olan şu gerçeği ortaya koyuyor: “Şüphesiz ki, bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 11) Fert fert toplum, sahip olduğu ahlâkî meziyetleri, insânî hasletleri korudukça Allah onların iyi hallerini kötüleştirmez, verdiği nimetleri geri almaz. Bu gerçeğe başka bir ayette de şöyle işaret etmiştir: “Bir toplum kendilerinde bulunan iyi hasletleri değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez.” (Enfâl, 53)

BELA VE MUSİBET NEDEN GELİR?

İnsanlar Allah’ın emir, tavsiye ve yasaklarına uydukları sürece, huzur ve refah içinde yaşarlar. İlâhi kurallara uymaz, şükredecekleri yerde nankörlük eder, hakka, hukuka riayet etmezlerse sahip oldukları bütün nimet ve güzellikleri kaybederler, başlarına belâ ve musibet yağar. Mevlâ bu durumu bir temsille şöyle dile getiriyor: “Allah güven ve huzur içinde olan bir şehri misal verdi. Oranın rızkı her yerden bol bol geliyordu. Fakat şehir halkı Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük etti. Bu yüzden Allah yaptıklarına karşılık onlara açlık ve korku ızdırabını tattırdı.” (Nahl, 12)

Hatalarımızı unutup suçu hep başkalarına yüklemek derin bir aymazlıktır. “Başımıza her ne gelirse kendi yaptıklarımız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” (Şûra, 30)

FELAKETLERİN SEBEBİ

Felaketlerin sebebi birinci derecede işlenen günahlardır. Günah kavramı içine her türlü haksızlık ve yanlışlık girer. Azgınlık, şımarıklık, kuralsızlık musibetlere davetiye çıkarır, nimetlerin kaybına sebep olur. “Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkân ve iktidarları onlara vermiştik. Onlara bol bol yağmur yağdırmıştık, topraklarından nehirler akıttık. Sonra da günahları sebebiyle onları helak ettik ve arkalarından başka bir nesil var ettik.” (En’am, 6)

Yaşadığımız sıkıntı ve dertlerden dolayı etrafta suçlu arayacağımıza öncelikle nerelerde hata yaptığımıza bakalım. Aldatanlar elbette suçludur, fakat aldananlar da en az onlar kadar suçludur. Biz şeytanı suçluyoruz, şeytan da bizi suçluyor. “Benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen çağrıma icabet ettiniz. Öyle ise beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Zaten ben daha önce beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim.” (İbrahim, 22)

Sözün özü; her şey bizde başlıyor, bizde bitiyor. Kimlik ve kişiliğimizi İslami ölçüler içinde yeniden inşa etmekten başka çaremiz yoktur. Mevlâ yardımcımız olsun. Amin.

Kaynak: Ali Rıza Temel, Altınoluk Dergisi, Sayı: 398

İslam ve İhsan

FELÂKETLERİN SEBEBİ

Felâketlerin Sebebi

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.