Hasta Ruhlara, Aç Gönüllere Hayırlı Ümmet!

Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Altınoluk Dergisi'nin Kasım ayı sayısında yayımlanan "Hayırlı Ümmet" adlı makalenin son bölümünü istifadelerinize sunuyoruz.

O “hayırlı ümmet”, mîmârîde bir İslâm şahsiyeti sergiledi:

Meselâ bir Süleymaniyeʼye baktığımız zaman; ellerini semâya açmış, duâ eden bir insan silüeti görürüz. Bu, taşa aksetmiş bir gönül yapısıdır… Maddeyi mânâ ile mezceden kendi medeniyetimizin bir şâheseridir.

O “hayırlı ümmet”, kimsenin evini gölgede bırakacak, güneşine mânî olacak bir ev inşâ etmezdi. Kimse kimsenin manzarasını kapatmazdı. Bugün ise yüksek binâlar, hattâ gökdelenler, sanki ruhsuz şehirlerin mezar taşlarını andırıyor.

Nasıl ki, bir mîmârî şâheserin her hattı, her çizgisi, her unsuru, onun mükemmelliğinden bir nasip ve tecellî taşırsa, bir medeniyetin her cüz’ü de aynen böyledir. Bizim medeniyetimizin merkezi “insan” olduğundan, ondaki mükemmelliklerin sertâcı da, ortaya koyduğu “insan tipi”dir.

İSLAM ŞAHSİYETİ

Hayırlı ümmet, insanlıkta bir İslâm şahsiyeti sergiledi:

Bir evde hasta olduğu zaman, cumbanın önüne kırmızı bir saksı konulurdu. Seyyar satıcılar bile oradan sessizce geçer, mahallenin çocukları da rahatsızlık vermemek için diğer mahallelerde oynarlardı.

Onların bu gönül terbiyesi, nasıl bir eğitim sisteminin eseriydi? Bu terbiyeyi bugün hangi pedagog, hangi psikolog, hangi sosyal antropolog verebilir?..

Bugün düğünlerde, kutlamalarda atılan havâî fişeklerle, maytaplarla bir zümrenin eğlencesi için; -o gürültüden rahatsız olan bebek mi var, hâmile mi var, hasta mı var, mâtemi olan mı var, düşünülmeden- bütün bir toplumun hakkına giriliyor.

Hâlbuki bizim ecdâdımız, o “hayırlı ümmet”, bir karıncayı bile incitmekten çekinen, hassas ruhlu insanlardı.

Zikrine mânî olmamak için bir çiçeği bile koparmaya kıyamayan rakik kalpli Hüdâyîlerimiz, bir karıncaya bile ulu nazarla bakan ve “Yaratılanı severiz, Yaratanʼdan ötürü” diyen, derin duygulu Yûnuslarımız vardı.

Bizim Sinanlarımız, Karahisârîlerimiz, Fuzûlîlerimiz vardı. Dünyaya müslümanın gönül dünyasının güzelliğini, estetiğini, zarâfetini, ihtişâmını yansıtan âbide şahsiyetlerimiz vardı.

Bu millet; Mevlânâların, Yûnusların, Geylânîlerin, Nakşibendlerin, Hüdâyîlerin, Fâtihlerin, Akşemseddinlerin, Yavuzların neslidir. Bizim medeniyetimiz, bir fazîletler medeniyetiydi. Biz de o medeniyetin bugünkü devamı olmak mecburiyetindeyiz.

Arif Nihat Asyaʼnın “Na‘t”inde dediği gibi:

Yüreklerden taşsın

Yine îmanlar!

Itrî, bestelesin Tekbîr’ini;

Evliyâ, okusun Kur’ân’lar!

Ve Kur’ânʼı göz nûruyla çoğaltsın

Kayışzâde Osman’lar!

Na‘tini Gâlip yazsın,

Mevlid’ini Süleyman’lar!

Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle,

Geri gelsin Sinan’lar!..

Tarihte o hayırlı ümmet devam ettiği müddetçe, toplumda dâimâ huzur vardı, saâdet vardı.

Bugün ise Liberal sistemin; “bırakınız yapsın, bırakınız geçsin” anlayışının neticesinde, nefsâniyete prim veren, âhiretsiz bir dünya anlayışı işleniyor kalplere ve zihinlere.

RUHLAR HASTA, GÖNÜLLER AÇ

Dünyevî imkânların zirvede olduğu bir asırda yaşıyoruz. Fakat ruhlar hasta, gönüller aç! Mânevî açlık sebebiyle bugün insanlık bunalımda!..

Hâlbuki asr-ı saâdete baktığımızda, dünyevî imkânsızlıklara rağmen, bir rûhî buhranla karşılaşmıyoruz. Çünkü onlar, gerçek huzur ve saâdetin mânâsını kavramışlardı. Asıl hayatın, âhiret hayatı olduğunu idrâk etmişlerdi. Bugün yine “asr-ı saâdet” ümmeti gibi “hayırlı bir ümmet” olmanın gayreti içinde bulunmamız zarûrî…

Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Ümmetim bir yağmura benzer, önü mü sonu mu hayırlıdır bilinmez.” buyuruyor. (Tirmizî, Edeb, 81)

Allah cümlemize bu bereketli yağmurun hayırlı bir damlası olabilmeyi ihsân eylesin!

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler! Sizden kim dîninden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allâh’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzetli (güçlü ve vakarlı)dırlar…” (el-Mâide, 54) buyuruyor.

Ümmet olarak gayr-i müslimlere ve din düşmanlarına karşı dâimâ izzetli, vakarlı olmak ve bir İslâm şahsiyeti, bir müslüman duruşu sergilemek mecburiyetindeyiz.

Cenâb-ı Hak ibadette bile bizden bir şahsiyet istiyor. Bize namazın her rekâtında okuduğumuz Fâtihaʼda;

صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالّ۪ينَ

“Bizi doğru yola, kendilerine nîmet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.” (el-Fâtiha, 6-7) buyuruyor.

Bu âyet-i kerîmeler, bize bir müslümanın sahip olması gereken şahsiyet ve karakteri vurguluyor. Müslümanın, her hususta kendi gönül ikliminde yaşamasının zarûretini bildiriyor.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Benî İsrâilʼe benzemeyelim diye, 10 Muharrem orucunda bile bir gün ilâve etmek sûretiyle İslâmʼın izzet ve vakârını korudu, dînin şeref ve îtibârını zaafa uğratmaktan sakındı…

KAPİTALİST ZİHNİYETİN KÜLTÜR İSTİLASI

Bugün ise maalesef global çaptaki kültür istîlâsı ve kapitalist, materyalist, liberalist zihniyetin mânevî değerlerimiz ve dolayısıyla şahsiyetimiz üzerinde yaptığı büyük tahribat, herkesin mâlûmu…

Televizyonun nefsâniyeti tahrik eden telkinleri, internetin yanlış adresleri, kandırıcı reklâmların ve modaların menfî şartlandırmaları; nesillerimizi, global kültürün parmağında oynattığı bir robot hâline getiriyor âdeta. Bizim insanımızı alıyor, iç dünyasını boşaltıyor, kendi değerlerini sinsice empoze ediyor, başka dünyaların insanlarına dönüştürüyor.

İnsanımız egoist ve menfaatperest bir toplum hâline geliyor. Îmanlar zaafa uğruyor; ahlâk ve fazîletler zâyî oluyor; merhamet, şefkat ve insanlığa vedâ edilerek tıpkı bir robot gibi duygusuz ve nâdân bir insan tipi oluşturuluyor. Toplumda mânevî huzur ve saâdetin yolları, âdeta cam kırıklarıyla doluyor. Mânevî huzurumuza zehir serpiliyor.

Bugün maalesef toplum, mânen bir sahra hastahanesi gibi. Bu salgın hâldeki ifsâdı bertaraf edebilmek, bu tehlikeli gidişâta direnebilmek ve dâimâ İslâm şahsiyetini muhafaza ederek müslümanca bir duruş sergileyebilmek için; bugün gönül âlemimizi inkişâf ettirerek mânevî değerlerimize daha sıkı sarılmamız zarûrîdir.

Cenâb-ı Hak cümlemize, iyiliği emredip kötülükten nehyeden “hayırlı bir ümmet” olabilmeyi lûtf u keremiyle ihsân eylesin.

Âmîn!..

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2014 – Kasım, Sayı: 345, Sayfa: 032

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.