Batn-ı Nahle Seriyyesi Nedir?

Hicretin on altıncı ayında gerçekleşen Batn-ı Nahle hâdisesi nedir? 

Hicretin on üçüncü ayının başlarında, Rebîulevvel ayı içinde, yüz kişilik bir kuvvetin himâyesindeki iki bin beş yüz develik Kureyş kervanıyla karşılaşmak maksadıyla Buvât[1] Gazvesi gerçekleştirildi. Ensâr’dan Sa’d bin Muâz’ı (r.a.) Medîne’de yerine vekil bırakan Allâh Resûlü, iki yüz Müslümanla yola çıktı. Herhangi bir karşılaşma ve çarpışma olmadan Medîne’ye dönüldü.[2]

İLK BEDİR SEFERİ

Aynı günlerde, Medîne’ye üç mil uzaklıktaki Akîk nâhiyesinin Cemmâ Dağı’nda yayılmakta bulunan deve ve sığırları sürüp götüren Kürz bin Câbir’i yakalamak için Sefevân[3] Gazvesi yapıldı. Buna “Bedrü’l-Ûlâ: İlk Bedir Seferi” de denilir. Zeyd bin Hârise’yi (r.a.) yerine vekil bırakarak sefere çıkan Resûl-i Ekrem, Sefevân’a kadar gitti ise de Kürz, kaçtığı için geri döndü. Bu zât ise daha sonra İslâm’a girdi ve iyi bir Müslüman oldu.[4]

Hicretin on altıncı ayında Cemâziyelâhir ayı içinde de Zü’l-Uşeyre Gazvesi’ne çıkıldı, Müdlicoğulları ve müttefikleriyle antlaşma yapıldı.[5]

BATN-I NAHLE OLAYI

Bu sırada, vaziyeti kontrol için gönderilen ve Hazret-i Peygamber’in halasının oğlu Abdullâh bin Cahş (r.a.) tarafından kumanda edilen bir birlik, “Batn-ı Nahle” mevkiinde Mekkelilerin bir kervanını vurdu. Bu durumu fırsat bilen ve devamlı Medîne’nin üzerine yürümek için bahâne arayan Mekkeli müşrikler galeyâna geldi.

Hazret-i Peygamber ve Müslümanlar aleyhine yaygara koparan müşrikler, Batn-ı Nahle hâdisesinin haram aylardan Receb ayına rastlaması münâsebetiyle de:

“–Muhammed, haram ayı helâl yaparak kan döktü. Esir aldı ve mal gasbetti.” dediler.

Aslında bu çarpışmayı Allâh Resûlü emretmemiş, hâdi­seyi sonradan duyduğunda Abdullâh’a:

“–Ben size haram olan ayda çarpışmayı emretmedim!” buyurmuşlar ve ganîmetten bir şey almaktan çekinmişlerdi. Bunun üzerine de mücâhidler çok üzülmüş, helâk olacaklarını zannetmişlerdi.[6] Fakat müşriklerin, bu işi iyice büyütüp aleyhte propaganda yapmaları üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Sana haram ayı, yâni onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat (insanları) Allâh yolundan çevirmek, Allâh’ı inkâr etmek, Mescid-i Harâm’ın ziyâretine mânî olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allâh katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. (Ey Rasûlüm!) Eğer onla­rın güçleri yetse, dîninizden döndürünceye kadar (haram veya helâl aya bakmak­sızın) sizinle savaşa devâm ederler...” (el-Bakara, 217)

Âyetin nüzûlüyle rahatlayan Abdullâh bin Cahş ve arkadaşları:

“–Yâ Resûlallâh! Mücâhidlere verilen ecir gibi bizlere de ecir verilir mi?” diye sordular. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

“O kimseler ki îmân ettiler, hicret ettiler ve Allâh yolunda savaştılar. İşte onlar, Allâh’ın rahmetini umabilirler. Allâh çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (el-Bakara, 218)

Bu ilâhî beyanlar, mü’minleri mânen takviye ederken müşrikleri de Müslümanlar aleyhine gittikçe hırslandırıyordu. Zâten bu âyetler nâzil olmasa da müşrikler, mü’minlere karşı hınç yüklü idiler. Çünkü Müslümanlar gün geçtikçe çoğalıyor, İslâm Devleti güçleniyordu. Hattâ o sıralar Allâh Resûlü’nün Medîne’de yaptırdığı bir nüfus sayımıyla, îmân eden erkeklerin sa­yısı bin beş yüz olarak tespit edilmişti.[7] Bu sayının gittikçe arttığı da düşünülürse, hiç de küçüm­senecek bir rakam olmadığından tabiî olarak müşrikler için yavaş yavaş tehlike arz etmeye başlamıştı. Ayrıca Medîne, Mekkeli müşriklerin hayat damarı olan ticâret yolu üzerinde idi. Bunun için tehlike büyümeden bertarâf etmenin çâresini düşündüler. Netîcede vardıkları karar, Medîne’ye saldırmak oldu.

Dipnotlar:

[1] Buvât: Cüheynelilerin dağlarından bir dağ olup Medîne’ye uzaklığı 36 mil kadardır. [2] Vâkıdî, I, 12; İbn-i Sa’d, II, 8-9. [3] Sefevân: Bedir nahiyesinde bir vâdinin adıdır. [4] İbn-i Hişâm, II, 238; İbn-i Sa’d, II, 9; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 468. [5] İbn-i Sa’d, II, 9-10. [6] İbn-i Hişâm, II, 241. [7] Buhârî, Cihâd, 181.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

HZ. MUHAMMED MUSTAFÂ (S.A.V.)

Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.v.)

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR?

Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.