Hâl, Sözden Üstündür

Yaşanmayan ve örnek davranışlarla misallendirilmeyen hakîkatler, kuvveden fiile, teoriden pratiğe çıkma imkânı bulamaz. Yani hayata geçirilmeyen fikirler, ebediyyen kitap satırları arasında kalmaya mahkûm olur.

Bu sebepledir ki ahlâk ve fazîlette kulluğun zirvesi ve beşeriyete en büyük mürebbî (terbiyeci, eğitimci) olarak ihsân edilen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm’ın yüce prensiplerini sadece ifâde etmekle kalmamış, onları bizzat kendi hayatında tatbik ederek insanlığa takdîm etmiştir. Bu, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün insanlığa telkin ettiği en mühim ve en büyük eğitim metodu olmuştur.

Böylece Hazret-i Peygamber’in ifâde ve davranışları, en mükemmel örnekler manzûmesi hâline gelmiştir.

Buna mukâbil, akılları vahiy ile terbiye edilmemiş filozofların ise, ictimâî sulh ve sükûn ile ahlâk nâmına ortaya koydukları -müsbet veya menfî fikirler, çoğunlukla kütüphânelerin tozlu raflarındaki kitaplarda kalmış, hayâta intikâl edenlerinin de ömürleri gâyet kısa sürmüştür.

Zaten bu filozoflar, söylediklerini kendi hayatlarında da başka insanlar üzerinde de örneklendirmekten âciz kalmışlardır.

AHLAK FELSEFESİNİ YAZANLAR SAADETE KAVUŞAMADILAR

Meselâ Aristo, ahlâk felsefesinin birtakım kânun ve kurallarının temelini atmış olmasına rağmen, vahyin rehberliğinden uzak olduğu için, onun felsefesine inanıp hayâtına tatbîk ederek saâdete kavuşmuş, tek bir kişi bile görmek mümkün değildir. Yine Fârâbî’nin hayâlinde canlandırdığı “fazîletler şehri ve ideal toplum”a dâir fikirlerini ihtivâ eden en mühim eserinin bile, tatbik imkânı olamamış, o fikirler de, kitap satırlarından dışarıya çıkamamıştır.

Çünkü bunlar, yaşanarak yazılmış ve söylenmiş gerçekler olmadığı gibi, kaleme alındıktan sonra da yaşanabilen özelliklere sahip olamamıştır. Oysa Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, risâlet vazifesine başlamadan önce kendisini herkese sevdirmiş, halkın kendisine “Sen el-Emîn ve es-Sâdık’sın!” demelerini gerektiren mükemmel bir şahsiyet sergilemiş ve O, tebliğine böyle bir kimlik ve şahsiyet tescîlinden sonra başlamıştır.

EĞİTİMCİLER BUNA DİKKAT ETMELİ

Bu sebeple bir eğitimcinin sözleri ile hâl ve hareketleri arasında bir zıtlık olmamalıdır. Nitekim Allah Teâlâ; kişinin sözü ile özünün, konuştuklarıyla yaptıklarının birbiriyle tezat teşkil etmemesini emretmiş ve bu hususta şöyle buyurmuştur:

Ey îmân edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” (es-Saff, 2-3)

Hiç şüphesiz insanlar karakter ve şahsiyete hayran olur, sağlam karakter ve şahsiyetin peşinden giderler. Çünkü sağlam bir şahsiyetin sergilediği en küçük hâl ve davranış, bazen en hikmetli sözlerden bile daha tesirlidir.

Nitekim Bedir Savaşı’nda esir alınan ve Medîneli çocuklara okuma-yazma öğretmelerine hükmedilen Kureyşliler, bir mekâna toplanıp ders verdirilmek yerine, ashâbın evlerine gönderilmiş, böylece o kişilerin, müslümanların hayatını yakından görmeleri sağlanmıştır. Bunun neticesinde de onların mühim bir kısmı İslâm ile şereflenmiştir.

GÜZEL MUAMALE, O'NUN İSLAM'I SEÇMESİNE NEDEN OLDU

Mus’ab bin Umeyr’in birâderi Ebû Aziz şu ibretli hâdiseyi anlatmaktadır:

“Bedir Savaşı’nda ben de esir düşmüş, Ensar’dan bir topluluğa teslim edilmiştim.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«Esirlere güzel muâmelede bulunun!» buyurmuştu. Yanlarında bulunduğum âile, Allah Rasûlü’nün bu emrini yerine getirmek için, sabah-akşam hisselerine düşen ekmeği bana verir, kendileri hurma ile yetinirlerdi.

Ben ise hayâ eder, ekmeği onlardan birine verirdim, o da hiç dokunmadan tekrar bana iâde eder; «Allah Rasûlü böyle buyurdu.» derdi.” (Heysemî, VI, 86; İbn-i Hişâm, II, 288)

Bu kişi, şâhid olduğu bu fazîletler karşısında kısa zamanda İslâm ile şereflenmiştir.

OSMANLI, FETHETTİĞİ YERLERE KİMLERİ İSKAN EDERDİ?

Ecdâdımız Osmanlı’nın ince bir siyaset olarak, yeni fethedilen yerlere evvelâ, gönül ehli, sâlih ve velî zâtlar iskân etmesi de büyük hidâyetlere vesîle olmuştur. Nitekim bugün Balkan ülkelerinde var olan bütün müslüman halkların mevcûdiyeti, ilk Osmanlı fetihleri ve iskân siyâsetinin bir eseridir.

I. Murad Han, Kosova’yı fethettiğinde Anadolu’nun fazîletli insanlarını oraya yerleştirmiş, onların nezih yaşayışlarına hayran olan Arnavutların yüzde doksanı müslüman olmuştur. Yine Fâtih Sultan Mehmed Han da İstanbul’un fethinden sonra Bosna’yı fethetmiş, o mıntıkaya gönül ehli, temiz Anadolu halkını iskân etmiş ve Boşnakların tamamı, İslâm’ın güzelliğini şahsiyetlerinde sergileyen bu insanlara meftûn olarak hidâyetle şereflenmişlerdir.

BATILI ÜLKELERİN HALKI OSMANLI İDARESİNİ İSTİYORDU

Ayrıca Osmanlı’nın gittiği her yerde hak ve adâleti hâkim kılması da maddî-mânevî fetihlerinin önünü açan bir unsur olmuştur. Balkanlarda prenslerin zulmünden bıkan halklar, Osmanlı hâkimiyetine girmeyi gönüllü olarak arzulayacak noktaya gelmiştir. Öyle ki Lehistan’da:

Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz!..” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmiştir.

Çığırından çıkmış olan hristiyanlıkta akıl ve mantık dışı zulüm ve yanlışlıklara isyân ederek protestanlık mezhebini kurmuş olan Alman reformist Martin Luther de:

Yâ Rabbî! Büyük Türkler’i bir an önce başımıza getir de, Sen’in ilâhî adâletinden onlar sayesinde nasiplenelim!..” demiştir.

Ayrıca Martin Luther, halkını acımasızca sömüren kendi idârecilerini de şu sözlerle îkâz etmiştir:

–Sizin gibi gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idâresinde yaşamaktansa, Osmanlılar’ın idâresini tercih ederiz. Çünkü onlar, fakirlere sizden daha şefkatlidir.

HÂL, SÖZDEN ÜSTÜNDÜR

Velhâsıl, İslâm’ın en güzel tebliğ ve tâlimi, mü’minlerin, onu hâl ve tavırlarıyla, fiilen temsil etmeleridir. Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler:

Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir.”

Mânevî fetih ordusu olan velîler, gönül âlemlerinin zenginliğini, yeni fethedilen ülkelerin her karış toprağına olduğu kadar, insanların kalplerine de nakşetmişlerdir. Böylece yeni fethedilen topraklarda yaşayan gayr-i müslimler, Osmanlı halkının ahlâkına, bilhassa da merhamet ve şefkat duygularına hayran kalmış ve bu keyfiyet de, onların İslâm’la şereflenmelerini kolaylaştırmıştır. Enes -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre:

PEYGAMBER EFENDİMİZ NAMAZI TATBİK EDEREK ÖĞRETTİ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muhâcirlerin ve Ensâr’ın, (namaz erkânını) kendisinden yakînen görüp öğrenebilmeleri için, hemen peşinde namaza durmalarını isterdi.” (İbn-i Mâce, Salât, 44) Bu sebeple sık sık şöyle buyurmuşlardır:

Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız.” (Buhârî, Ezân, 18)

Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh- da şöyle anlatmaktadır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- minber üzerinde ayağa kalkarak kıbleye yöneldi, tekbir aldı, insanlar da kalkıp arkasında namaza durdu... Namazı bitirince insanlara döndü ve:

Ey insanlar! Bana uymanız ve nasıl namaz kıldığımı öğrenebilmeniz için böyle yaptım.” buyurdu. (Buhârî, Salât, 18; Müslim, Mesâcid, 44)

AVRUPA VE ORTADOĞU HANGİ TASAVVUF ALİMLERİNİ ÖRNEK ALIYOR?

Geçen asrın önde gelen İslâm âlimlerinden Muhammed Hamidullâh’ın şöyle bir ifâdesi vardır:

“Batı toplumun da hristiyanları İslâm’ı kabule sevk eden, fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil, daha ziyade İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi tasavvuf ehlinin hâlleridir.

Bu günde Orta Asya, Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan, ne kılıç ne de akıldır; yalnız kalp, yani tasavvuftur.

Çünkü hem Hazret-i Peygamber Efendimiz ve ashâbının, hem de mutasavvıf İslâm büyüklerinin yolu, ne kelimeler üzerinde uğraşmak ne de mânâsız şeylerle meşgûl olmaktır. Bilâkis insan ile Allah arasında ki en kısa yolda yürümek , yani şahsi yetin geliştirilmesi yolunu aramaktır.”(M. Aziz Lahbâbî, İslâm Şahsiyetçiliği, Terc. İ. Hakkı AKIN, s. 114-115, dipnot 8. İst. 1972.)

Velhâsıl, insana öğretilen hususların, nazariyatta, satırlarda ve sözlerde kalmaması ve hayata intikâl edebilmesi için dâimâ örnek şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Bugün eğitim sahasında en çok eksikliğini hissettiğimiz usûl de budur.

Kaynak: Osman Nuri TOPBAŞ, 40 Soru 40 Cevap, Erkam Yayınları

NEDEN İBADET EDERİZ?

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.