Hak ve Haklıdan Yana Olmamanın Zararları

Toplumun doğru-yanlış, yerli-yersiz, olur-olmaz tepkilerine, dış güçlerin suret-i haktan gözüken yönlendirmelerine kulak asmadan ve de kendi içinde sevgi yahut nefretine mağlup olmadan hak yanlısı ve haklıdan taraf olarak hayatını sürdürmek günümüzün en büyük ve kutsal cihadıdır.

Emr-i bi’l-ma’rûf imiş ihvân-ı İslâm’ın işi,

Nehyedermiş bir fenalık görse kardeş kardeşi.

Mehmed Âkif Ersoy

Ümmet-i Muhammed’in temel niteliklerinden biri, “hak yanlısı” olması ve “haklıdan yana” tavır almasıdır. Bu nitelik derin, güçlü ve sürekli bir hak duygusundan kaynaklanır.

Ne var ki ümmete özel ve güzel bu nitelik, sevgi ve kayırma, düşmanlık ve nefret hallerinde etkisini kaybetme hatta pişmanlık duymayacak kadar yok olma tehlikesiyle baş başa kalır.

Başta öz nefsi olmak üzere sevdiklerinin hatırını kollamak hemen her insan için doğaldır. Bu yüzden hüküm ve tercih anlarında genellikle dostlar kayırılmak istenir. Tabiî bu isteğin tek sebebi her zaman sevgi olmaz. Bazen dosttan beklenen bir çıkar, bazen acıma duygusu rol oynar. Sebep ne olursa olsun netice “hak yanlısı” veya “haklıdan yana” olma niteliğinin “dost yanlısı” veya “haksızdan yana” olma şekline dönüşmesidir.

BİR ŞEYİ AŞIRI SEVMEN SENİ KÖR VE SAĞIR EDER

Sevgi, dostluk ve kayırma hallerinde aşırıya kaçılması sonucunda, halkımızın deyimiyle ”dost için post olma”, kaçınılmaz hale gelebilir. Böyle acınası bir duruma düşmemek için dostların hata ve haksızlıklarını görmeye mâni olacak kör bir sevgiye kapılmamak gerekir. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde, “hubbuke’ş-şey’e yu’mî ve yusımm” = Bir şeyi (aşırı) sevmen seni kör ve sağır eder1 uyarısında bulunmuştur.

Esasen Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de beyan buyrulduğuna göre, mü’minin ve dolayısıyla mü’minler topluluğu ümmetin gerçek dostları Allah Teâlâ, Peygamberi ve öteki mü’minlerdir. İşte o asıl ve en büyük dost Yüce Rabbimiz, bir âyet-i Kerîmede konumuzla ilgili olarak ümmeti uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Kendi aleyhinize veya ana-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa adaleti titizlikle ayakta tutan ve Allah için şahitlik yapan kimseler olun. Hakkında şahitlik ettiğiniz kimseler zengin de olsa, fakir de olsa, adaletten ayrılmayın. Çünkü Allah onlara sizden daha yakındır. Sakın hislerinize uyarak adaleti terk etmeyin. Eğer sözü eğip bükerek gerçeği çarpıtır veya şahitlikten vazgeçerseniz, şüphesiz ki Allah, yaptığınız her şeyi çok iyi bilmektedir.”2

ADALET VE HAK YANLISI OLMAK

Görüldüğü gibi sevgi, kayırma ve dostluk noktasında adalet ve Allah’ın hükmünün düşünülmesi emredilmektedir. Yani gerçek sevgi/dostluk ve kayırma, adalet ve hak yanlısı olmaktır, mesajı verilmektedir.

Kişinin nefsini, yakınlarını ve milletini sevmesi ayrı şeydir; bunlar adına hak ve haklıdan yüz çevirmesi, haksızlık etmesi ayrı şeydir. Bu sebeple ümmet fertleri sevgi ve tercihlerine dayalı söz, yazı ve eylemlerine çok dikkat etmelidirler. Zira değer ölçülerindeki kargaşa, İslam inanç ilkelerine ve ümmet değerlerine ters düşen kabullenmelere yol açar.

Böylesi bir durum ise, daha peygamberlik öncesinde haksızlar ve haksızlıklarla mücadele etmek üzere kurulmuş olan Hilfu’l-fudul’a (Erdemliler birliği) üye olmuş, peygamberlik döneminde de “bugün öyle bir kuruluş olsa yine üye olurum”3 buyurmuş Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetine kesinlikle yakışmaz.

Dini ve siyasi gruplaşmaların, kanaat ayrılıklarının ümmeti “hak yanlısı ve haklıdan yana” olmaktan uzak düşürücü etkisi hem ülke Müslümanlarının hem de ümmet coğrafyasının acı gerçeğidir.

ÜMMET COĞRAFYASININ PROBLEMLERİNDEN BİRİ

Tüm üstünlükleri sadece kendi mensup olduğu grup veya yakınlarına yahut ulusa/halka layık görme, bu uğurda istismara müsait herkesi ve her şeyi, ulus ve ümmet çapında istismar etme teşebbüsleri ne acıdır ki haklıdan yana değil, güçlüden yana tavır alma zilleti olarak, ümmet coğrafyasının bir çok alanında yaşanmaktadır.

Öte yandan insanların, düşmanlarına ve nefret ettikleri kimselere karşı daha bir katı davranma hissine sahip oldukları inkar edilemez. Ancak bu his ve arzu da “hak yanlısı ve haklıdan yana olma” tercihi sayesinde aşırılıktan ve haksızlığa sürükleyici etken olmaktan çıkarılabilir. Bu gerçek kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle belirlenmiş bulunmaktadır:

Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adâletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz nefret, sizi adâletsizliğe itmesin. Âdil olun. Takvaya en uygun olan budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”4

Bu âyette kin ve nefret duygularına kapılarak adâletten, haktan ve haklıdan uzak kalmaya imkan tanınmamaktadır. Bütün işlerin, Allah için hakça yürütülmesi, şahitliğin hak duygusuyla yerine getirilmesi, doğrunun ve hakkın olduğu gibi söylenmesi, olayların görüldüğü gibi anlatılması, tarihin aslına uygun yazılması, en şiddetli kin ve nefret duyulan düşman milletlere ve topluluklara bile adaletle muamele edilmesi emredilmektedir.

Meallerini verdiğimiz bu iki ayetin ışığı altında Müslümanlar arasındaki ayrılıkların, haksızlıkların, anlamsız suçlama ve davranışların çirkin ve şeytanî yüzü artık iyice ortaya çıkmış olmaktadır.

Bir anlamda bu iki âyette, ümmetin iç ve dış işlerinde takip etmesi gerekli ana çizgi belirlenmiş, “Allah’a ta’zim ve yarattıklarına şefkat” esasının hakka ve haklıya taraf olmakla, yani adaletten ayrılmamakla mümkün olacağı ortaya konulmuş bulunmaktadır.

SEVGİSİNE VE NEFRETİNE HAKİM OLABİLEN BAŞARIYI YAKALAR

Dikkat çeken bir başka nokta da hakkın miktarı ve kime ait olduğu değil, hak olmasının önemli olduğudur. Küçük ya da basit görülerek çiğnenmesine göz yumulacak hiçbir hak söz konusu değildir. Hak, en küçük birimiyle de haktır. Hak yanlısı olanlar da onun en küçüğünü bile zayi etmemekle yükümlüdürler.

Sevgi ve nefret hallerinin her ikisini de kapsamak üzere ümmetin tercihi esasen şu prensibe daima uymaktan yana olmalıdır. “Hak da halk da bizim sevgilimizdir. Bunlar karşı karşıya geldiği zaman hak bizim için daha sevimlidir, tercihe layıktır.” Ne yazık ki bu noktada uygulamanın pek de böyle olmadığı acı da gerçektir.

Sevgisine ya da nefretine hâkim olabilen kişi ve ümmet inandığı esaslar çerçevesinde iyi işler yapma başarısını yakalamış olacaktır. Bu noktadaki başarıyı nasıl ödüllendireceğini de Allah Teâlâ şöyle açıklamıştır:

Allah, iman edip salih ameller işleyenlere günahlarını bağışlayacağını ve onlara büyük mükafat vereceğini vaat etmiştir.5

Her insanın kulluk endişesi, hatalarının bağışlanıp bağışlanmayacağı ve yeni bir nimete kavuşup kavuşamayacağı noktalarında yoğunlaşır. İşte Yüce Rabbimiz bu âyette iman ve amel-i salih sahiplerine yani ümmetin iyilerine, hak yanlısı olarak yaşamasını becerebilenlere, geçmişleri için “bağışlanma” gelecekleri için de “büyük ecir” bulunduğunu bildirmektedir. “Allah va’dinden asla dönmez.”6

ÜMMETİN UĞRADIĞI EN BÜYÜK VE EN CİDDİ ZARAR

Bütün bu gerçekler çerçevesinde ümmet-i Muhammed’in geneli itibariyle, söylem olarak değil eylem olarak hak ve haklıdan yana olduğunu ispat edecek bir görüntü vermediğini -zor ve acı da olsa- kabul etmek zorundayız.

Toplumun doğru-yanlış, yerli-yersiz, olur-olmaz tepkilerine, dış güçlerin suret-i haktan gözüken yönlendirmelerine kulak asmadan ve de kendi içinde sevgi yahut nefretine mağlup olmadan hak yanlısı ve haklıdan taraf olarak hayatını sürdürmek günümüzün en büyük ve kutsal cihadıdır.

Hak ve adalet duygusu ve uygulaması karmakarışık ve alt-üst olmuş ümmet, kendi içinde “vasat, orta âdil ümmet” ve “hayırlı ümmet” olma özelliğini ve dolayısıyla varlık nedenini kaybetmiş, dünya insanlığına da ümit olma şansını yitirmiş olacaktır. Bu da ümmet hayatının uğradığı en büyük ve en ciddi zarardır.

Dipnotlar: 1) Ebû Davud, Edep 116; Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 120; Hadis için “zayıf” hükmü verilmiştir. 2) En-Nisa (4), 135. 3) el-Fâkihi, Ahbaru Mekke, III, 376; V, 276; İbn Kayyim el-Cevziyye, Tehzîbu Süneni Ebî Davud, II, 77. 4) el-Mâide (5), 8. 5) el-Mâide (5), 9. 6) er-Rum (30), 6, 20

Kaynak: Prof. Dr. İsmail L. Çakan, Altınoluk Dergisi, 371. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.