Hak Dostlarının Çocukları İle Aralarındaki Bağ

ÇOCUĞUMUZ

Peygamberlerin örnekliğinde görüldüğü gibi ârifler de Rablerinden evlat nimeti isterken son derece dikkatlidirler. Evlat olsun da nasıl olursa olsun değil, “yüzüne bakınca insana şükür duyguları hissettiren, göz nuru ve gönül sürûru arı duru nesiller” isterler. Bu arif ve Allah dostlarının çocukları ile aralarındaki bağ...

Evlat arzusu fıtrî bir arzudur. İnsan, kendi varlığını zürriyetinden gelenlerle bir şekilde sürdürmek ister. Maddi ve manevi mirasının bu dünyadan göçtükten sonra da yok olup gitmesine gönlü razı olmaz. Neslinden hayırlı vârisler olsun arzu eder. Kur’ân-ı Kerim’de Zekeriyâ -aleyhisselâm-’ın şahsında bu arzuya şöyle işâret edilir:

“Bir defasında Zekeriya Rabbine gizlice niyâz etmişti. “Rabbim!” demişti, “Benim kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı. Rabbim! Ben sana hangi konuda dua ettiysem hiçbir zaman bedbaht ve mahrum olmadım. Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum; karım da kısırdır. Tarafından bana yerimi alacak bir halef ver; o, Ya‘kūb hânedanına da vâris olsun; rabbim, onu rızana erdir!” (Meryem Sûresi, 3-6)

Peygamberlerin örnekliğinde görüldüğü gibi ârifler de, Rablerinden evlat nimeti isterken son derece dikkatlidirler. Evlat olsun da nasıl olursa olsun değil, “yüzüne bakınca insana şükür duyguları hissettiren, göz nuru ve gönül sürûru arı duru nesiller” isterler. Böylesi bir nesil, anne-babası için aziz bir nimet, insanlığa armağan edilebilecek bereketli bir rahmet ve Hakk’a arz edilmiş sâlih bir amel mesabesindedir. Böylesi nesillere sahip olmak, Hakk’ın ihsanı olmakla birlikte elbette bir de bedel ister.

Çocukla ilgi ve iletişim, çok boyutlu, çok çeşitli ve uzun süreli bir ilişkidir. Onun bedeni beslenmek ister, aklı aydınlanmak ister, gönlü ve duyguları da doyurulmak ister. Ârifler, beden gıdasının helal ve tıyb olmasına, aklın faydalı ilim, irfan ve hikmetle aydınlatılmasına ve gönlün de marifetullah, muhabbetullah, zikrullah ve müspet duygularla doyurulmasına azami dikkat gösterirler. Bütün bunları yaparken de Hakk’ın bu aziz nimetine karşı niyet ve yaklaşımları, iletişim usul ve üslupları ve nihayet ilginin muhtevası gıpta edilecek düzeydedir.

Hak dostlarının çocuklarıyla ilgilerinde hem şimdiye ve geleceğe yönelik tedbirlerini ve hem de tefviz ve tevekküllerini müşahede ederiz. Onlara karşı vazifelerini, firaset ve basiretle, akl-ı selîm ve şer-i şerif ölçüsünde en güzel bir şekilde yaparlar ki bu işin tedbir boyutudur. Bununla beraber her şeyin kendi ellerinde olmadığı hakikatine yakinen inandıkları için de çocuklarının âkıbetini Allah’a havale etmeyi asla ihmâl etmezler. Büyük âriflerimizden İmâm Şarânî bu konudaki bir tecrübesini şöyle anlatır:

“Şahsen büyük istek ve arzuma rağmen, oğlum Abdurrahman’ı bir türlü okumaya ısındıramamıştım. Ne yapacağımı düşünürken Cenab-ı Hak kalbime şu ilhamı verdi: «Bu Allah’ın tevfîkı ile olabilecek bir şeydir, benim gücüm ve iktidarım buna yetmez; tefviz-i umûr (işin neticesini Hakk’a havale) etmeliyim». Evet, içime böyle doğdu ve böyle yaptım. Aynı gecenin sabahında bir de ne göre­yim, Abdurrahman kendiliğinden derse çalışıyor. O gün­den itibaren ilmin zevk ve tadını tatmaya başladı. Anla­yışı da öylesine gelişti ki, kendisinden senelerce evvel ilim tahsiline başlayanlara bile üstünlük göstermeye başla­dı. İşimi Allah’a tefviz etmem sebebiyle Allah da beni ıstıraptan kurtardı. Cenab-ı Hak onu, ilmiyle âmil âlimlerden eylesin. Âmîn.”

Aliyyül-Havvâs –rahmetullahi aleyh- de şöyle der:

“İl­miyle âmil âlimlerin çocukları hakkında yapacakları en faydalı şey, işlerini Allah’a ısmarlamak (tefviz-ı umûr etmek) ve onlar için dua etmektir. Hocam Şeyh Ahmed Zâhid, her halvete çekilişinde, çocuğunu da kırk gün halvette bırakırdı. Yine de ona ma­nevî sırlar açılmazdı. O derdi ki: «Ey yavrum, iş benim elimde olsa, kimseyi senin önüne geçirmezdim»”.

Büyük müfessir Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır, “Tefvîz-ı umûr” meselesinin yanlış anlaşılmamasını ihtar ederek der ki: “Tefvîz-ı vazife” değil, “Tefvîz-ı umûr” etmeli. Yani “tefviz-ı umûr”, üzerimizde yapmamız gereken vazife ve sorumlulukları Hakk’a yüklemek değil, onların neticesini yaratma ve nasip etme bakımından Rabbe bırakmak ve bu ince edebi ve hassasiyeti görmezden gelmemektir.

Ârifler, işin bu manevî cephesini hiçbir zaman ihmâl etmemekle beraber sanki her şey kendi ellerindeymişçesine de evlatlarının terbiyesine itina etmişlerdir.  İnsan ilişkilerinin kalitesini ve muhtevasını belirleyen ana esas, kişinin kalbinde muhataba ne ölçüde ve nasıl bir yer verdiğinde gizlidir. Rabbânî ve nebevî terbiyenin güzelliğini şahsiyetlerinde müşahede ettiğimiz bu büyükler, her şeyden önce çocuklarını Hakk’ın kendilerine bir emaneti ve ihsanı olarak görmüşlerdir. Kendilerini evlatlarının sâhibi, mâliki ve Rabbi gibi asla değerlendirmemişlerdir. Bu yönüyle onlar üzerinde hâkimiyet ve sahibiyet iddiasından çok, Allah’ın bir kulu olmaları cihetiyle muhabbet, merhamet, mesuliyet ve şükür duygularının eşlik ettiği bir hadimiyyet (hizmet), yol gösterme (irşâd-inzâr), dua ve niyaz içindedirler.

Bu bakış açısının tabii bir neticesi olarak da:

  • Çocuklarının iradesini felç etmezler. Onları kendilerine kul-köle edinerek esir ve robot muamelesi yapmazlar. Aklını, kalbini ve istidatlarını çalıştırmak ve geliştirmek suretiyle irade disiplini kazandırmayı tercih ederler. Bu durum, ilişkilerine çok yönlü olarak yansır. Her şeyden önce “Bu daha çocuktur; hiçbir şeyden anlamaz” nazarıyla değil, yaşına göre sorumluluk alabilecek bir kişilik olarak değerlendirirler. Yaşı gereği bazı hatalar yapmasına göz yumarlar. Hatalarını ve yanlışlarını, çocuğun içe kapanıp büzülmesine değil, ibret alıp gelişmesine vesile kılarlar.
  • İrade hürriyetinin de meşrû ve ma’kul sınırlarını çizerler. Haddi aşıp da nefsinin hevâsının, lüzumsuz arzularının eline düşmesine de fırsat vermezler. Bunaltmayan, kişiliği ezmeyen, uzaktan ve fakat dikkatli ve haberli bir kontrolleri vardır. Bu kontrol kimi zaman bizzat ve kimi zaman da başkaları vasıtasıyla dolaylı bir şekilde gerçekleşir. Disiplini, çocuğun kendisine karşı isyan etmesine sebep olacak derecede ileri götürmek, aradaki bağı koparacağından, burada hislerle değil, akıl, basiret ve firasetle hareket ederler. Terbiyede tedricilik bir sünnetullah olduğundan aceleyle sonuca ulaşmayı değil, zamana yaymak suretiyle adım adım tekâmül ve terakkiyi hedeflerler. Hataları sık sık yüze vurmamak, kimi zaman görmezden gelmek, nasihat ve vaaz üslubundan ziyade dolaylı ifade ve davranışlarla yanlışları izale etmek, Allah dostlarının iletişim üsluplarındandır.

Kaynak: Dr. Öğretim Üyesi Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Haziran 2019, Sayı:400