Gönül Sultanlarının Tevazusu

Allah dostlarının tevâzu ve ihlasla dolu dünyasını anlatan ibretlik misaller...

Fakr, kişinin kendinde bir varlık görmemesi, her şeyi Allah’tan istemesi ve bilmesi, şahsının, amelinin, hâl ve makamlarının Allâh’ın bir lûtfu olduğunu bilerek, hayatını bu minvalde idâme etmesi demektir.

Cenâb-ı Hak, Fâtır Sûresi’nde:

“Ey insanlar, siz Allâh’a karşı fakirsiniz, (yani muhtaçsınız). Allah ise ganîdir; (her şeyden müstağnîdir).” (Fâtır, 15)

Muhammed Sûresi’nde de: “…Allah ganîdir; siz fakirlersiniz; (O’na muhtaçsınız).” (Muhammed, 38) buyuruyor.

DERVİŞİN EDEB HALİ

Abdullah bin Alevî el-Haddâd el-Hadramî, “Dervişin Edebi” adlı eserde şöyle demektedir:

“Bir kere düşünelim: Bir damlacık sudan yaratıldığını, yakında da bir cîfe olacağını bilen bir kimse, nasıl olur da büyüklenebilir? Nasıl olur da kendinde bir varlık görebilir? Üzerinde görülen bir üstünlük, bir güzellik varsa, bütün bunlar Allâh’ın yapması ve yaratmasıyla, ona ihsanda bulunmasıyladır.

Ne bunların elde edilmesinde, ne de muhafazasında onun bir dahli vardır! Böyle bir kimse Allâh’ın verdiği fazl u inâyeti sebebiyle yine Allâh’ın kullarına karşı böbürlenirken, bu edep kusuru sebebiyle Allâh’ın bir anda onu onlardan mahrum edebileceğini hiç düşünmüyor mu? Bu kimse, yalnızca Allâh’a yakışan bir sıfatında, Allah ile tartışmaya girdiğinin acaba ne zaman farkında olacaktır? Çünkü büyüklük, yalnızca Allâh’ın sıfatlarındandır.”

"ALLAH'IM BENİ FAKİR YAŞAT, FAKİR ÖLDÜR VE FAKİRLERLE HAŞRET"

Uğruna âlemler yaratılan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Allâh’ım, beni fakir yaşat, fakir öldür ve fakirlerle haşret!” (Tirmizî, Zühd, 37) buyurmuştur.

Bu sebepledir ki, Allah dostları, kendilerinden bahsederken “ben” demezler, bunun yerine tevâzu ifâdesi olarak “fakir” derler. “Fakr”ın farkında olup, güzel bir hayat süren Allah dostlarının tevâzu sahibi olması kaçınılmaz bir durumdur ve bu, çok güzel bir haslettir.

MUTEVAZİ BİR ALLAH DOSTU

Mütevâzi ve güzel bir Allah dostu olan Mûsa Topbaş -kuddise sirruh-’un şahsiyetini, tevâzu ve ihlâsını muhterem mahdumları Osman Nûri Topbaş Hocaefendi şöyle anlatır:

“O, âdeta bir tevâzu âbidesiydi. Hayatı boyunca gösterişten korkmuş, ürkmüş ve çok sakınmıştır. Çünkü tasavvufun bir gâyesi de, ilâhî azamet, saltanat ve tanzim karşısında kulun kendi zayıflık ve «hîç»liğini ve Rabbin yüce kudretini idrâk etmesidir. Muhterem pederimiz Mûsâ Efendi’nin de, tevâzu, hiçlik ve kendinde bir varlık hissetmeme yolunda, vârislerine yapmış olduğu vasiyetnâmesini açtığımızda, ilk paragraflarda onun bu yüksek hâl ve fazîletini ifâde eden şu satırlarla karşılaştık:

«Her dünyaya gelen, vakti-saati, sayılı nefesleri tamamlandıktan sonra ebedî âleme intikal edecektir. Ne mutlu o kimseye ki, hayatını Hak yolunda ifnâ etmiş ve yüzünün akıyla âhirete göçmüştür!..

Fakir de, bu hususu nasîbim derecesinde bilebildiğim hâlde, lâyıkıyla kulluk edemedim. Pîr-i fânî olduğum hâlde kendime çekidüzen veremedim. İslâm büyüklerinin şuurlu ve şerefli hayatlarını okudum, lâkin nefsimde tatbik edemedim. Hatalarla dolu bir ömürden sonra Rabbimiz Teâlâ Hazretleri’nin huzûruna, ancak mağfiretini umarak gidiyorum. Çünkü O, Rahmân’dır, Gaffâr’dır.»

Hayatlarının her ânında ihlâs ve tevâzu hâlinde bulunma gayretinde olan Mûsa Topbaş Hazretleri, infakta bulunurken de bizlere ne güzel örnek olmuşlardır:

«Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek’teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkesin kendi adına belli bir yardımda bulunduğu mecliste, o, büyük bir meblağ uzatmış ve:

“-Bir dostun buraya verilmek üzere fakîre emâneti!” diyerek takdim etmişti.

Ehl-i basîret müstesnâ, orada bulunanlara bu ifâde, verilen paranın meclise gelmemiş bir şahsın gönderdiği bir yardım olduğu intibâını uyandırdı. Ancak onun emânet dediği kendi malı, dost dediği de Allah’tı...»”

TOPRAK OL Kİ GÜL BİTSİN

Tevâzu hakkında Mustafa Necati Bursalı’nın şu güzel mısraları ne kadar manidardır:

“Gökten gevherler yağsa, taş yine vermez çiçek

Toprak ol ki, toprakta nice güller bitecek…”

Ahmed el-Farukî Serhendî -kuddise sirruh- da şöyle demiştir:

“Toprak ol toprak ki, gül bitsin sende

Topraktan başka karışan yok güle”

HERKESİN HOR GÖRDÜĞÜ KİMSELERE ZİYARETE GİDERDİ

Tevâzu ve alçak gönüllülükte bir zirve olan Üstâd Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri de bilâ-istisna herkesi kendilerinden üstün görür, herkesin hor gördüğü, küçük ve hakir addettiği âciz ve miskinleri ziyarete gider, kendilerinden duâ talebinde bulunurdu.

Kendilerini dâimâ Allâh’ın bütün mahlûkâtının en ednâsı olarak gören Üstad Hazretleri, bu fânî dünyadaki son zamanlarında kendisini ziyarete gelenlerden dolayı derin bir mahcûbiyet duyar ve ellerini yüzüne kapatarak:

“-Yâ Rabbi, ben bu kullarına bana gelin demiyorum. Bunlar fakîre hüsn-i zanda bulunuyorlar. Bunları reddetmek benim elimde değil, beni affet.” diye arz-ı hâl ederlerdi.

MERTEBESİ YÜKSELDİKÇE TEVAZUSU ARTAN KİMSELER

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Allah rızâsı için alçak gönüllü (mütevâzı) olanı Allah yüceltir..” (Müslim, Birr, 69) buyurmuştur.

İdrîs -aleyhisselâm-’ın şöyle söylediği nakledilmiştir:

“Akıllı kimsenin mertebesi yükseldikçe, tevâzu hâli artar.”

Ârif bir şâir de bu hakîkati şöyle şiire döker:

“Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât

Mütevâzî olanı rahmet-i Rahmân büyütür.”

MAHMUD SAMİ RAMAZANOĞLU HAZRETLERİNİN TEVAZUYLA İLGİLİ HATIRASI

Şöyle bir kıssa nakledilir:

“Yurtdışından gelen bir misafir Sultanü’l-Ârifîn Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -kuddise sirruh- Hazretleri’ni ziyaret edip sohbetlerinde bulunmak ister.

Muhterem Üstad Hazretleri’nin devlethânesinde bir sohbete katılır. Misafir, üç-beş kişiyle yapılan bu sohbetin çok tesirinde kalır ve şöyle bir talepte bulunur:

“-Efendim, bugünün hâtırası olarak burada bulunanların isimlerini bir kâğıda yazsam. Memlekete gidince o isimlere bakarak, bu meclisi hatırlarım, inşâallah.” deyip cümlelerini tamamlar.

Bu şekilde muhabbetini izhâr eder ve yazmak için arz-ı talepte bulunur. Muhterem Üstad Hazretleri, bu talebi hüsn-i kabul buyurur ve:

“-Peki…” der. Misafir sohbette bulunanların isimlerini yazmaya önce Sâmi Efendimiz’den başlar ve şöyle sorar:

“-Efendim zât-ı âliniz hakkında ne yazalım?”

Muhterem Üstad Hazretleri tebessüm eder ve:

“-Sâmi Ramazanoğlu yazarsınız.” buyurur.

Misafir, bir talepte daha bulunur:

“–Efendim, isminizin önüne arkasına ne yazalım, zât-ı âlînizi nasıl tanıtalım?” der.

Muhterem Üstâd Hazretleri tekrar tebessüm ederek:

“-Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, yazarsınız.” buyurur.

Misafir bu cevaplardan tatmin olmaz. Muhterem Üstâd Hazretleri’ni daha kapsamlı bir şekilde tanıtacak bir ifadenin yazılması gerektiğini düşünür. Gönlünün istediği cevabı alabilmek için tekrar arz-ı talepte bulunur ve arzusunu şu şekilde dile getirir:

“-Efendim, zât-i âlîlerinizi şöyle tanıtsak; «Nakşî meşâyıhından Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu» diye yazsak…” der.

Muhterem Üstad Hazretleri, derin bir mahfiyet içerisinde ve ince bir edeple:

“-Olamadık ki...” buyurur.

“-Peki ne yazalım?” diye sorulduğunda:

“-Derviş Sâmi diye yazarsınız.” buyurur.

TEVAZU HUSUSUNDA UYARILAR

Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi’nin tevazu hususundaki şu ince uyarısı da çok ehemmiyetlidir:

“Bazı insanlar, fıtratlarının bir îcabı olarak değil, kendileri hakkında «mütevâzı» dedirtmenin nefsânî tatminkârlığı maksadıyla mütevâzı bir tavır takınır, nefislerini levmederler. Bu samimiyetsiz ve riyâkâr hâl, aslında «tevâzuun fahrı»ndan ibarettir.”

Tevâzuun fahrı, tevazû vasıtasıyla övünmek demektir. (Kendini gösterme meyli içerisinde olan birinin, “-Ben fakir, âciz, ancak üç günde bir hatim indirebiliyorum.” gibi ifadeleri, bu hâlin tezahürüdür.)

Mûsa Topbaş Hazretleri de şöyle uyarıda bulunmuştur:

“Umûmî yerlerde kendini fazla âciz göstermemek gerekiyor. Çünkü tevâzudan her insan anlamaz. Yoksa zillet muâmelesine mâruz kalınır.”

ALLAH O KİMSELERİ SEVER

Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimden bir topluluk gördüm. Onlar henüz yaratılmadılar, bugünden sonra var olacaklar. Onları ben severim, onlar da beni severler. Onlar samîmî kimselerdir, gösterişten uzak, tevâzû ehlidirler. İnsanlar arasında Allâh’ın nûruyla yavaş yavaş, çekinerek ve sakınarak yürürler. Sabır ve tahammülleri sebebiyle onlar insanlardan selâmette, insanlar da onlardan selâmette ve emniyettedir.” (Rûhu’l-Beyân, c: 13, sh: 616)

Allah Teâlâ, cümlemize “fakr”ın farkına varıp o şuurla hayat süren, kendisinden başkasına el açmayan, hâlini arz etmeyen tevâzu ve mahfiyet sahibi kimseler olabilmeyi nasîb etsin. Bizi, âyet-i kerimede buyrulduğu üzere, “…Allah onları sever, onlar da Allâh’ı severler.” (el-Mâide, 54) müjdesine nâil olan bahtiyar mü’minlerden eylesin. Âmîn!

Kaynak: Merve Güleç, Şebnem Dergisi, Sayı: 167

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.