Gerçek Özgürlük Bedende mi Ruhta mı?

Doğuştan gelen bedensel ve ruhsal özürde sahibinin kabahati yoktur. Anne-babanın yanlış tercih ve davranışlarından kaynaklanmışsa vebali onlara aittir. Bu türlü özürlüler merhamet celbeder. Onları görüp gözetmek sağlıklı olanların görevidir. Onlara yardımcı olmak bir bakıma sağlıklı olmanın zekâtıdır, şükrüdür. Kişinin hatasından kaynaklanmayan ve sonradan meydana gelen özürler de aynı cümledendir. Sahibinin hatası sebebiyle oluşan özürlülük durumları büsbütün himaye dışı bırakılacak değildir. Fakat öncelik, doğuştan gelen ve şahsi kusurdan kaynaklanmayan özürlülük hallerinedir.

Yüce Mevlâ kullarını birbirleriyle imtihan ediyor. Zenginlik-fakirlik, hastalık-sağlık, gençlik-ihtiyarlık vs. hepsi imtihan sebebidir. “Sizi birbiriniz için imtihan aracı yaptık. Bakalım sabredecek misiniz? Rabbin hakkıyla görendir.” (Furkan, 20)

Âmâyı gören; gözün, topalı gören; ayağın, hastayı gören; sağlığın kıymetini bilir. Bu hal şükre vesile olur. Özürlülere bu yönden teşekkür borçluyuz. Zira bize sahip olduğumuz nimetlerin kıymetini ve şükrü hatırlatıyorlar. Onlara olan teşekkür dilden ziyade nimet ve imkanların onlarla paylaşılması şeklinde olmalıdır. Makbul olan şükür kavlî olan değil, fiili olandır.

Mevlâ hiç kimseye gücünün üstünde sorumluluk yüklemez. Bundan dolayı âmâ, topal, hasta, yaşlı, fakir vs. gibi mazeret sahipleri bir takım görevlerden muaftırlar. Mesela, fakir zekatla yükümlü değildir. “Köre güçlük yoktur. Topala güçlük yoktur, hastaya da güçlük yoktur.” (Nur, 61)

Bu türlü özür sahiplerine özel ilgi göstermek veya yeni tabirle pozitif ayırım yapmak gerekir. Güçlü ve sağlam olan zaten kendi ihtiyacını kendisi karşılar, aslolan güçsüz ve özürlünün elinden tutmaktır. Onlardan sadır olan hatalarda başkalarının hataları gibi sayılmaz. Mazur görülürler.

Hz. Peygamber (s.a.v) Kureyş’in ileri gelen müşriklerini İslam’a davetle meşgul olurken, vaziyeti görmeyip yüksek sesle: Ya Rasûlallah! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğretseniz diyen Abdullah İbn Ümmi Mektum’a karşı yüzünü ekşittiği için Mevlâ tarafından uyarılmıştır. Efendimiz bu zatı her gördüğünde cübbesini onun altına serer ve: Rabbimin beni azarlamasına sebep olan zat merhaba! diye ona iltifat ederdi.

Belirttiğimiz özür ve özürlüler yanında birde asla mazur görülmeyen, merhamet değil, nefret celbeden özür ve özürlüler vardır. Gerçeği görmemek, gerçeği işitmemek, gerçeği söylememek gibi körlük, sağırlık ve dilsizlikler iradî ve inâdi olduğu için hem çok tehlikelidir, hem de tedavileri çok zordur. Zira bunlar bu türlü körlük, sağırlık ve dilsizliği bilerek ve isteyerek tercih etmektedirler. Hastalıklarının farkında olmadıkları için tedaviyi de düşünmezler. Bunlar Mevlâ’nın verdiği melekeleri kötüye kullandıkları için zalimdirler, bu yüzden merhamet yerine nefret celbederler. Mevlâ tabiriyle en kötü varlıklar bunlardır. “Şüphesiz yeryüzünde hareket eden canlıların Allah katında en kötüsü akıllarını kullanmayan (gerçeği görmeyen) sağırlar, dilsizlerdir.” (Enfal, 21)

Hz. Peygamber (s.a.v.): “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” buyurarak gerçek dilsizliği ve tehlikesini belirtmiştir. Gözleri olup da gerçeği görmeyen, dilleri olup da gerçeği söylemeyen, kulakları olup da hakikati işitmeyenler kasten insanlık dışına çıkanlardır. “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Gerçekte gözler değil göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac, 46)

“Andolsun ki biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla idrak etmeyen, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen bir çoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” (A’raf, 179)

Belirtilen kimseler, kendilerine verilen bu yetenekleri tersine kullandıkları için cehennemlik olmuşlardır. Hayvanlar sorumlu olmadıkları için bunlardan daha üstündürler. Allah’ın verdiği insani yetenekleri ahlâkî ve insani istikamette kullanmamak emanete hıyanetliktir, bir bakıma insanlıktan tecerrüttür.

Gönülleri kör olanlar doğruları eğri, eğrileri doğru görürler. Bunların kılavuz seçilmesi uçuruma doğru yol almak demektir. Hz. İsa ne güzel söylemiş: “Onları bırakın. Onlar körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör körü yederse her ikisi de çukura düşer.” (Matta, 15/14) Kastedilen körlüğün manevi körlük olduğu malumdur. Asıl körlük de budur. “Doğrusu gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler körleşir.” (Hac, 46)

ÂMÂNIN İMAMLIĞI KABUL OLUR MU?

Bazı alimler âmânın imametini mekruh görmüşler, zira elbisesine, vücuduna değen pisliği görememiş olabilir. Fakat gönül gözü kör olanlar, günahları, haramları fark edemezler, kötülükleri iyilik, ifsadı ıslah sanırlar. Allah müşrikleri pislik olarak nitelendirmiştir. (Tevbe, 28) Çünkü pisliğin asıl kaynağı manevi körlüktür. Hz. İsa yukarıdaki sözünü açıklarken şöyle demiştir. “Çünkü kötü düşünceler, katiller, zinalar, fuhuşlar, hırsızlıklar, yalan şehadetler, küfürler yürekten çıkar. İnsanı kirleten şeyler bunlardır.” (Matta: 15/19)

İNSANA NASIL BAKMALI?

Mevlana ne güzel söylemiş: Adama baktığın zaman onun hakikatini gör. Onu İblis gibi su ve toprak görme, toprağın ötesinde yüzbinlerce gül bahçesi var. Sen balçıktan yaratılan adama bakma. Ona üflenen nefesi gör. O nefese hayran ol. Yürüyeceksen sana ayak lütfedene doğru yürü, bakacaksan sana göz verenin eserlerine doğru bak, onu görmeye çalış.

Dünyada ve ülkemizde bedensel engelliler ve özürlüler haftası ilan ediliyor. Bu hafta münasebetiyle bir takım faaliyetler icra ediliyor. Engelliler lehine tedbirler alınıyor. Bu elbette güzel. Fakat ruhlardaki manevi engeller için de özel zaman ve programlar belirlemek gerekir. Zira manevi engeller, maddi engellerden daha önemli. Bu engeller belki ilk bakışta farkedilmiyor. Fakat işin arka planı son derece mühim. Bunlar sinsi kanser hücresi gibi baştan farkedilmeyip geç kalındığında iş işten geçmiş oluyor. Kin, haset, yalan, gıybet, düşmanlık gibi hastalıklar ruhları çürütüyor, ruhları çürüyenler insanlıktan çıkıyor. Canavarlaşıyor. Hırsla kör olan gözler gerçeği görmüyor. Manevi gıdayla doymayan gönüller daima açlık çekiyor. Ateşe durmadan odun atmak gibi ihtiras alevleri âfakı sarıyor. Dünyamız yangın yerine dönüyor. Yaşadığımız felaketlerin, acıların asıl kaynağı manevi körlük, manevi sağırlık, manevi açlıktır.

Bedenler ruhların bineği mesabesindedir. Binek önemlidir, fakat bineği istediği istikamete yönlendiren bilinç daha önemlidir. At sahibine göre kişner derler. Süvarisi düzgün olmayan at işe yaramaz. Bütün mesele ruhun güzelleştirilmesi, ruhi hastalıkların tedavisidir.

Mevlana ne güzel demiş: “Parfümü hep bedenine süreceğine biraz da ruhuna sür. Beden nasıl olsa çürüyüp toprak olacak.” Kalıcı olan geçici olandan daima daha önemli ve daha kıymetlidir.

İSTANBUL'UN BEREKETİ

Allah yolunda, insanlık, hak ve hakikat yolunda ilerlerken bizi engelleyecek olan bedensel engellerden ziyade ruhsal engellerdir. Bedensel bir özre sahip olmadıkları halde sudan bahaneler uydurup harbe katılmayan sağlamlar yanında, özür sahibi oldukları halde savaşa katılmakta ısrar edenleri görmekteyiz. İstanbulumuzun bereketi Ebû Eyyüb el-Ensari hazretleri çok yaşlı olduğu zamanlarda bile cihattan geri kalmamıştır. Ensardan Amr b. Cemuh’un tavrı son derece dikkat çekicidir. Ağır şekilde topal olduğu halde Bedir Savaşına katılmak istemiş fakat oğulları tarafından engellenmiş, Uhud Savaşına iştirak etmek isteyince oğulları yine topallığını ileri sürerek engel olmaya kalkışınca Rasûlullaha gelmiş ve: Ya Rasûlallah! Oğullarım seninle harbe katılmama engel olmak istiyorlar. Allah’a yemin ederim ki ben bu topal halimle cennete gitmek istiyorum, demiş. Rasûlullah da: Allah seni mazur görüyor. Sana cihat farz değil buyurmuş, oğullarına da: Babanıza engel olmayın. Ola ki Allah onu şehitlikle mükafatlandırır. Amr b. Cemuh, silahını kuşanıp evden ayrıldı ve; Allah’ım bana şehitlik nasip eyle, beni aileme şehitlikten mahrum olarak döndürme diye dua etti. Mevla da duasını kabul buyurdu ve şehit oldu. Rasûlullah bunun üzerine şöyle buyurdu: “Kudretiyle yaşadığım Allah’a yemin ederim ki, onu cennete topallayarak girerken gördüm.”

Niceleri bedenen sağlam, ruhen özürlü, niceleri de bedenen özürlü fakat ruhen sağlam. Aslolan beden ve ruh sağlığına birlikte sahip olmaktır. Her özrü gidermeye, her özürlüye şefkatle yaklaşmaya çalışmalıyız. Fakat ruhları özürlü olanların daha çok tedaviye muhtaç olduklarını da unutmamalıyız. Mevla’dan göz ve gönül aydınlığı, ruh ve beden sağlığı niyaz ederiz.

Kaynak: Ali Rıza Temel, Altınoluk Dergisi, Sayı: 368, Ekim 2016

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.