Fitne ve Fesat Zamanlarında Ne Yapmalıyız?

Fesat; istikrârın bozulması ve istikametten sapmak mânâlarına gelir. Başta küfür olmak üzere, bütün isyankâr davranışları içine alır. 

Ma’kil bin Yesâr’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Ortalık kargaşa içindeyken ibadet etmek, bana (kavuşmak üzere) hicret etmek gibidir.” (Müslim, Fiten, 130. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 31/2201; İbn-i Mâce, Fiten, 14)

“Şiddetli bir şekilde yaklaşan fitne sebebiyle vay Arabın (insanların) hâline! Kişi mü’min olarak sabahlar da akşam kâfir oluverir. Bir takım insanlar dinlerini küçücük bir dünya menfaati karşılığında değiştiriverirler. İşte öyle zamanda dinine sıkıca sarılan kişi, elinde kor ateşi tutan kimse gibidir.” (Ahmed, II, 390; Ayrıca bkz. Müslim, İman, 186; Tirmizi, Fiten, 30/2196)

FESAT NE DEMEK?

Fesat; istikrârın bozulması ve istikametten sapmak mânâlarına gelir. Başta küfür olmak üzere, bütün isyankâr davranışları içine alır. Fesâdı, insanları Kur’ân ve Sünnet’ten ayırma faaliyeti şeklinde de târif edebiliriz. Dinden yana görünerek dine karşı zihin bulandırıcı şüpheler yaymak ise, fesâdın en zararlı çeşididir.

BOZGUNCULAR KİMLERDİR?

Allah’a isyân eden veya bunu emreden kişi, yeryüzünde bozgunculuk yapmış olur. Hâlbuki göklerin ve yerin ıslâhı, Allah’a itaatle gerçekleşmektedir.

Nefsinin hevâsına ve şeytana uyan insanoğlu hırs, tamah, azgınlık gibi kötü vasıflarının tesiriyle, yeryüzünde fesat çıkarır. Cenâb-ı Hak ise:

“Sakın yeryüzünde bozgunculuk etmeyin!” buyurmaktadır. (Bakara 2/60)

Yine müslümanlara, takvâ sahibi olup kendisine itaat etmelerini emrettikten sonra:

“Yeryüzünde bozgunculuk yapıp ıslâha çalışmayan, böylece haddi aşan kimselerin emrine uymayın!” buyurmuştur. (Şuara 26/151-152)

Görüldüğü gibi Allah Teâlâ fesâdı ve fesatçıları sevmemektedir. (Bakara 2/205; Mâide 5/64)

Çünkü onların müslümanların başına açtığı zararlar çok büyüktür. Bu sebeple Hz. Lût’un dilinden bizlere:

رَبِّ انْصُرْن۪ي عَلَى الْقَوْمِ الْمُفْسِد۪ينَ

“Şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle Rabbim!” diye dua etmemizi öğretmiştir. (Ankebut 29/30)

FESATÇILAR DİNİ VE DİNDARLARI SEVMEZLER

Fesatçılar dîni ve dindarları sevmezler. Dolayısıyla onların karıştırdığı bir toplumda, Allah’ın dînini yaşamak son derece zordur. Öyle bir vasatta ibadetlere mânî olunduğu gibi, inançlar bile kontrol edilmek istenir. Bu zulme mâruz kalan insanlar da kabuklarına çekilerek, ibadet etmekten korkar hâle gelirler.

Diğer taraftan insanların dînî ve ahlâkî duyguları zayıfladığından herkes dünyanın peşine düşer. İnsanlar karışıklıktan istifâdeyle bir takım geçici menfaatler elde etmeye çalışırlar. Mâneviyatla ilgilenen kimseler, iyice azalır. Nitecede müslümanlar, İslâm’ın başladığı ilk günlerdeki gibi garip duruma düşerler.

FESAT ZAMANLARINDA İBÂDETLE MEŞGUL OLMAK

İşte böyle bir zamanda her şeyi göze alarak ibadet etmek ve Allah’ın dînini yaşamaya çalışmak, çok zor ve bir o kadar da kıymetli bir davranıştır. Nitekim birinci hadisimizde, karışık dönemlerde ibadet etmenin ve İslâm’ı yaşatmaya çalışmanın, Peygamber Efendimiz’e kavuşmak üzere hicret etmeye, yani Rasûlullah’ın nurlu dünyasına doğru yolculuk yapmaya benzediği ifade edilmiştir.

Bilindiği gibi Mekke Fethi’ne kadar hicret, ısrarla istenen çok faziletli bir amel idi. O devirde hicret edenler, Kur’ân-ı Kerim’de pek çok defâ medhedilmiş ve örnek gösterilmiştir. Kargaşa döneminde ibadetlere sarılmak da aynen bunun gibi zarûrî ve medhe şâyân bir davranıştır. Fesat zamanlarında kargaşadan gönlü çekerek ibadetin huzur iklîmine girmek, hâdiseleri İslâmî bakış açısıyla değerlendirip ona göre tavır almak, mânen ve his dünyası olarak Peygamber Efendimiz’in nûrlu Medîne’sine hicret etmek gibidir. Nasıl ki küfür karanlıklarından kurtulmak, Medîne’ye hicret etmekle mümkün olduysa, fitne ve fesat karanlıklarından kurtulmak da yine İslâm’ı yaşamakla, Sünnet’e hicret etmekle mümkündür.

Zâten hicretin maksadı da kötülüklerden uzaklaşıp Allah’ın emirlerini tatbik edebilmektir. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurur:

“Hakîkî muhâcir, Allah’ın yasakladığı şeyleri terk edendir.” (Buhârî, Îmân, 4; Rikâk, 26)

İşte müslümanlar, fesat zamanlarında günahlara bulaşmayarak onların pis ortamından Allah’a kaçmalı, O’nun emrettiği ibadetlere sarılarak fitne ve fesâda karşı kuvvet kazanmalıdır. Rahat zamanlarda ibadet edip de sıkıntıyla karşılaşınca bu hususta zaaf göstermek ve yanlışlara yönelmek, kulluğa yakışan bir tavır değildir. Asıl kulluk, rahat zamanlarda olduğu gibi sıkıntılı zamanlarda da Allah’ın emirlerine yapışabilmektir. Dolayısıyla şuurlu bir mü’min, karışıklıklar içinde de dînini muhâfaza edip Allah’ın emirlerine uyarak, kendi ebedî âlemini kurtarmalıdır.

ZOR ZAMANLARDA DİNLERİNİ TERKEDENLER

İkinci hadisimizde, gelecek fitnelerden bahsedilerek müslümanlar îkaz edilmiş, o devirde dîni yaşayabilenlerin ellerinde kor taşıyan bir kişi gibi zorlanacağı ve meşakkatlere mâruz kalacağı haber verilmiştir. Zira öyle zamanlarda bazı insanlar, küçük dünya menfaatleri karşılığında dînlerini satıp sabah mü’min iken akşama kâfir olarak çıkabilirler. Her şey maddî menfaatle ölçülür. İnanca saygı kalmaz. Fesatçıların nefsânî hayatına gölge düşürecekleri endişesiyle mü’minler, istenmeyen kimseler durumuna düşerler. Kimin ne olduğu belli olmayan böyle bir toplumda, mü’minlerin yaşaması çok zordur. Zorluğu nisbetinde mükâfâtının da büyük olacağı muhakkaktır.

FESAT ZAMANLARINDA SÜNNETE YAPIŞANLAR

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Ümmetimin fesâda uğradığı dönemde, sünnetime yapışan kişiye şehîd sevâbı verilir.” (Heysemî, I, 172; Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 200; Suyûtî,el-Câmî, no: 9171)

Beyhakî’nin rivâyetinde bu ifade “yüz şehîd sevabı” olarak geçer. (Beyhakî, ez-Zühdü’l-kebîr, s. 151/209)

Zira fesâdın galebe çaldığı devirlerde, Sünnet’e yapışan kimse bulmak gerçekten zordur. Bilâkis o devirde Sünnet’i aşağılayan ve ortadan kaldırmaya çalışan insanlar zuhûr eder. Ona yapışmak isteyenler, bu sebeple eziyetlere uğrar, sıkıntılar çekerler. Bu tür insanlar, her şeyi göze alarak Sünnet’e sarıldıkları için de şehidler mertebesine yükselirler.

"GARİPLERE MÜJDELER OLSUN!"

Rasûlullah (s.a.v), diğer bir hadiste, fesat zamanlarında ibadet eden mü’minleri tebşîr ederek şöyle buyurmaktadır:

“İslâm garip başladı ve yine önceki garip hâline dönecektir. Gariplere müjdeler olsun! Onlar benden sonra, insanların Sünnet’imden bozup fesâda uğrattığı hususları ıslâh ederler.” (Tirmizî, Îmân, 13/2630. Ayrıca bkz. Müslim, Îmân, 232-233; Ahmed, I, 184; IV, 73)

Buradaki ıslahtan maksat, sayıları iyice azalan ve toplumda garipsenir hâle gelen müslümanların Peygamber Efendimiz’in Sünnet’ini yaşamaları ve güçleri nisbetinde insanlara anlatıp öğretmeleridir. Nitekim Beyhakî’nin rivâyetinde:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, garipler kimlerdir?” diye sorulunca, Rasûlullah (s.a.v):

“–Sünnet’imi yaşayarak ihyâ edenler ve onu Allah’ın kullarına öğretenlerdir” cevabını vermiştir. (Beyhakî, ez-Zühdü’l-kebîr, s. 150/207)

Demek ki Efendimiz’in müjdelediği garipler, fesat zamanlarında kendileri müslüman kalarak diğer insanları ıslâh etmeye çalışan kimselerdir. (Bkz. Ahmed, I, 184; IV, 73)

GARİPLER KİMLERDİR?

Yine bir gün Rasûlullah (s.a.v):

“–Gariplere müjdeler olsun! Gariplere müjdeler olsun! Gariplere müjdeler olsun!” buyurmuştu.

“–Ey Allah’ın Rasûlü, garipler kimlerdir?” diye soruldu.

Efendimiz (s.a.v):

“–Çok sayıdaki kötü insanın arasında bulunan sâlih kişilerdir. Çevresindekilerden onlara isyân edenler, itaat edenlerden daha fazladır” cevabını verdi. (Ahmed, II, 222, 177)

AZ AMELE ÇOK KARŞILIK VERİLEN ZAMANLAR

Fitne ve fesat dönemlerinde az bir amele çok karşılık verilir. Kötülüklerin içinde ve karanlık rûhlu insanların muhâlefet ve engellemelerine rağmen yapılan ibadetler, az da olsa çok büyük kıymet ifade eder. Dolayısıyla böyle bir devirde, müslümanların ebedî kurtuluşu elde etmeleri kolaylaşır.

Bu sebeple, müslümanların zor zamanlarında daha fazla İslâmî hizmetlere koşmak gerekir. Zira, Cenâb-ı Hakk’ın az amele çok sevap verdiği böyle bir fırsat devresini, en iyi şekilde değerlendirmek, son derece kârlı bir iştir.

FİTNE ZAMANI VUKU BULAN HADİSELERE KARIŞMAMAK İCAP EDER

Bununla birlikte, fitne dönemlerinde vukû bulan hâdiselere karışmamak îcâb eder. Böyle bir devirde, oturan kişi ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen de koşandan daha hayırlıdır.[1] Yani böyle devirlerde hareketsiz kalmayı, ıslâha imkân olan hususlarda gayret edip, diğer konularda fitne ve fesâda âlet olmamayı ve ibadetle vakit geçirmeyi tercih etmelidir.

Çünkü o zaman insanlar sırât-ı müstakîmden büsbütün ayrılırlar. Kendilerini îkaz edip doğruyu göstermeye çalışanları dinlemezler. Böyle fenâ bir zamanda fazilet mücâdelesi veren müslümanlar, kimseye tesir edemediklerini görünce, hiç olmazsa kendilerini ve âilelerini, fitne ve fesattan kurtarmaya çalışmalıdırlar.

Demek ki, bir müslüman, elinden geldiğince toplumdaki fenâlıklarla mücâdele etmeli, onları ortadan kaldırmaya çalışmalıdır. Çünkü Allah’ın emirlerini bütünüyle yaşayabilmek, ancak böyle mümkün olabilir. Ancak kötülüklerin çığ gibi büyüdüğünü, kendisini ve âilesini de içine alacağını fark edince de, uzleti tercih etmeli, bir köşeye çekilip dînini âilesiyle birlikte yaşamalıdır. Nitekim Rasûlullah (s.a.v), böyle zamanlarda mü’minin tenha bir yere çekilip Allah’a ibadet etmesini ve dînini fitnelerden korumasını tavsiye etmiştir. (Bkz. Buhârî, Îmân, 12; Cihâd, 2; Bed’ü’l-Halk, 15; Rikâk, 34; Müslim, İmâre, 122-123)

Sa’d bin Ebû Vakkâs (r.a) bu hususta güzel bir misâldir:

FİTNE ZAMANLARI TENHAYA ÇEKİLMEK

Hz. Ömer (r.a), kendisinden sonraki halifeyi seçecek 6 kişilik heyette ilk müslümanlardan olan Hz. Sa’d bin Ebû Vakkâs’ı da vazifelendirmişti. Bu veya daha sonraki bir halife seçiminde, muhtelif gruplar arasında anlaşmazlık çıkınca, Sa’d (r.a) çok üzüldü. Kurtuluşu, Medine dışındaki ağıllarına gitmekte buldu. Orada koyunlarla ve develerle meşgul olurken, oğlu Ömer’in gelmekte olduğunu gördü. Keskin firâsetiyle oğlunun niyetini anladı ve:

“–Şu deveye binmiş adamın şerrinden Allah’a sığınırım” diye dua etti.

Oğlu Ömer gelip de:

“–Baba! Millet Medine’de iktidar kavgası yaparken, onları bırakıp develerinin ve koyunlarının arasına çekildin, öyle mi?” deyince, Sa’d (r.a) eliyle onun göğsüne vurdu ve:

“–Sus! Ben Peygamber Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:

«Allah Teâlâ; müttakî, gönlü zengin, kendi hâlinde işiyle ve ibadetiyle meşgul olan kulunu sever.» (Müslim, Zühd, 11)

Sa’d bin Ebû Vakkâs (r.a), Hz. Osman şehid edilip ortalık bozulmaya başladığında, bu nevî hadis-i şeriflerden hareketle tamamen bir köşeye çekildi ve karışık hâdiselere hiç karışmadı.

Dipnotlar: [1] Tirmizî, Fiten, 29/2194.

Kaynak: www.kuranvesunnetyolunda.com

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Allah razı olsun

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.