Felâk Suresinin Mânâları

KUR’ÂNIMIZ

Bu sûrede insan ruhuna zararı düşünülen, din ve dünya bakımından çekinilmesi, korunulması lâzım gelen şerlerin hepsi sayılarak onlardan Allâh’a sığınmak emredilmiştir. Kurtuluş, ancak bundadır.

“Rukye”ye, yani okuyarak tedâvî etmeye delâlet eden birçok rivayet vardır. Bu rivayetlerden bazılarında, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- rukyeye müsaade etmiş, bazılarında ise teşvik etmiştir. Bir misal olmak üzere, bu rivayetlerden de bir-ikisini zikredelim:

Câbir bin Abdullah -radıyallâhu anh-’tan şöyle nakledilmiştir:

“Benim bir dayım vardı. Akrep sokmasına okuyup üflerdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- okuyup üflemeyi (rukyeyi) yasakladı. Bunun üzerine O, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gidip:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Sen okuyup üflemeyi yasakladın. Ben ise akrep sokmasına rukye ederim.” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“-Sizden her kimin kardeşine bir menfaat etmeye gücü yeterse yapsın.” buyurdu. (Müslim, Selâm, 62, 64; Ahmed bin Hanbel Müsned, I, 271, 321, 401, 403)

Ebû Said Hudrî -radıyallâhu anh-’a atfedilen bir hâdisede ise, bu sahabî, yılan sokan bir kabile reisine Fâtiha Sûresi’ni okuyup üflemiş, o da iyi olmuştu. Kabile reisi, bir teşekkür bâbından ona küçük bir koyun sürüsü hediye etmişti. Durumu, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e anlatan ve koyunların kendisine helâl olup olmadığını sormak isteyen Ebû Said’e, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Sen onun (Fâtiha’nın) rukye olduğunu nereden bildin? Onu (hediyeyi) al, bana da bir hisse ayır.” buyurdu. (Buhârî, Fezâilu’l-Kur’ân, 9; Müslim, Selâm, 65; Ebû Dâvud, Tıbb, 19)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de mübarek torunları Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anhümâ- efendilerimize:

“Üîzukümâ bikelimâtillâhit tâmmeh. Min külli şeytânin vehhâmeh. Ve min külli aynin lâmmeh: İkinizi de Allâh’ın kelimelerine sığındırırım. Her şeytandan, kazadan ve kötü gözden…” diye okumuş ve ardından da şöyle buyurmuştur:

“-Babam İbrahim de oğulları İsmail ve İshâk’ı böyle koruma altına alırdı.” (Buhârî, Enbiyâ, 10; Müslim, Zikir, 54; Ebû Dâvud, Tıbb, 19; Tirmizî, Tıbb, 18; İbn-i Mâce, Tıbb, 35)

ALLAH'TAN YARDIM İSTEMEK

Bu ve benzeri rivayetlerin bütününden anlıyoruz ki;

1- İslâm, maddî-mânevî bütün hastalıklarda tedâvî ve şifa aramayı emretmiş, kişinin elde imkân varken “Ben tevekkül ediyorum, kadere teslim oldum!” diyerek hiçbir tedâvî ve yardıma müracaat etmemesini uygun görmemiştir. Allah, her türlü derdin devasını yaratmış ve kullarını şifâ aramaya teşvik etmiştir.

2- Şifa, Allah’tandır. Kul, hangi vesile ve ilaçlara müracaat ederse etsin, sonunda şifanın Allah’tan geldiğine inanmalıdır. Ulaşabildiği bütün vasıtaları kullandığı hâlde bir türlü tedavisi olmayan hastalıklarda da Allâh’a tevekkül ve teslimiyet içinde bulunmalı, çekilen eziyetlerin mükâfâtını Allah’tan beklemelidir. Bunun için hastanın hâlinden şikâyetçi olmaması ve Allâh’a isyan etmemesi gerekir.

Hastayla ilgilenip onun şifaya kavuşmasına vesile olan kişi de, bu şifayı kendisine mâl etmemeli; Allâh’ın gerçek şifâ veren olduğunu ve kendisinin de sadece bir vâsıtadan ibaret bulunduğunu unutmamalıdır. Aksi hâlde bu yanlış benlik ve iddiasıyla ciddî olarak imtihan olunur.

3- Maddî ve tıbbî tedavi yolları ne kadar meşrû ve gerekli ise, mânevî tedâvi yolları olan duâ, zikir ve Kur’ân-ı Kerîm okumak da o kadar meşrûdur. Zaten bütün hastalıklarda insanı tekrar sağlığa kavuşturan en büyük faktör, hastanın rûhî/psikolojik hâlidir. Morali yüksek olan hastalar, en ölümcül hastalıklardan rahatlıkla iyileşirken, psikolojisi alt üst olmuş kimseler, en küçük hastalıklara yenik düşebilmektedir.

4- Bir kişinin kendisi için şifa maksadıyla duâ ve Kur’ân okuması daha uygun olmakla birlikte, başka bir kişi tarafından aynı maksatla rukye (okuyarak tedavi) yapılabilir. Fakat burada dikkat edilecek husus, rukyenin öncelikle ihlâs ile okunmasıdır. Maddî bir beklenti ve menfaat niyetiyle okunan âyet ve sûrelerden mânevî bir kazanç olmayacağı gibi, bir bereket ve şifa olması da beklenemez. Ancak bir pazarlık ve beklenti olmaksızın, hasta şifa bulduktan sonra verilecek hediyeleri almak da meşrûdur, câizdir.

5- Rukye için ihlâs, takvâ en önemli hususlardır. Bu temel şartlar yerine geldikten sonra, Allâh’ı zikir ve tesbih ya da Kur’ân kıraatiyle şifâ beklenebilir. Kur’ân-ı Kerim, başlı başına bir zikir ve şifa olmakla birlikte, bazı âyet ve sûrelerin bu vasfı daha ön plândadır.

6- Son olarak kişinin öncelikle kendi duâ, niyaz ve ifadeleriyle Allâh’a hâlini ve ihtiyacını arz etmesi esastır. Birisinin kendi kırk dökük ifadeleriyle, ihlâs ve gözyaşı ile kendi merâmını ifade etmesi; başkasının onun adına süslü, ama samimiyetsiz duâlarla yalvarmasından daha doğru ve Allâh’ın rızâsına daya uygundur.

Kişinin başka birisinin yardımını istemesi câiz olmakla birlikte, ibadet ve Allah’tan yardım istemekte asıl olan, kişinin araya vesîle ve aracılar koymamasıdır. Nitekim Fâtiha Sûresi’nde, “yalnız Rabbimize ibadet edeceğimizi ve yine yalnız O’ndan yardım isteyeceğimizi” sık sık dile getirmekteyiz. Bazı âlimler tarafından başkasının yerine okumanın (rukyenin) câiz görülmemesinin sebebi budur.

Gerçek dindarlık, bizzat Allâh’a el açıp yalvarmak, duâ, ibadet ve niyazlarımızı O’na arz etmek, O’ndan şifa, yardım, bereket ve kolaylıklar dilemektir. O’nun dışında hiçbir kimsenin mutlak mânâda bunları veremeyeceğini aslâ hatırdan çıkarmamaktır.

Ve kıskandığı zaman kıskanç kişinin şerrinden, sabahın Rabbine sığınırım.

“Hâsid”, hased eden, kıskanan kimsedir. Hasedin özü, bir kişinin başka birisinde gördüğü iyilik ve güzelliği çekememesi, kendisinin ulaşamadığı bu güzelliğin muhatabında da kalmaması için yanıp kıvranmasıdır.

Bu düşmanlık ve art niyet; bazen sadece bir temennî ile olur, bazen de söz ve davranışlar bu temennîye eşlik eder. Neticede hased illetine mübtelâ olan kişi, kıskandığı kimsedeki güzellikler tükenene kadar hem kendisini, hem de muhatabını yakar bitirir.

MÜMİN GIBTA MÜNAFIK HASED EDER

Mü’min gıbta, münâfık ise hased eder. Gıbta, sahip olmadığı bir iyiliği takdir edip kendisinde de o iyilik ve güzellik bulunması için çalışmaktır. Burada hased gibi, muhatabına karşı art niyet, sûikast ve düşmanlıklar yoktur. Sadece hayranlık ve takdir vardır. Hasedçi ise, kendisinin iyiliğini değil, karşısındakinin kötülüğünü ister.

İnsanı iyiliğe teşvik eden hased (gıbta), Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından da övülmüştür:

“İki hasletten başkasına hased (gıbta) edilmez. Bunlardan biri, Allâh’ın kendisine mal verip de bunu hak yolunda tüketmeye muktedir kıldığı kimse; diğeri de Allâh’ın kendisine ilim ve hikmet verdiği ve bu hikmetle hükmetmekte olan ve onu başkalarına öğreten kimsedir.” (Buhârî, Zekât, 5; Tevhid, 45; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 9, 36)

HASED EDENLERİN ŞERRİNDEN ALLAH'A SIĞINMAK

Bu sûrede insan ruhuna zararı düşünülen, din ve dünya bakımından çekinilmesi, korunulması lâzım gelen şerlerin hepsi sayılarak onlardan Allâh’a sığınmak emredilmiştir. Kurtuluş, ancak bundadır.

Sûrenin başında, “yarattığı şeylerin şerrinden” buyrularak, sığınılacak bütün her şey topluca ifade edilmiştir. Daha sonra “gâsık” (karanlık gece), “neffâsât” (üfürükçü ve sihirbazlar) ve “hâsid” (hased eden) kimseler özel olarak zikredilerek bunlardan gelebilecek tehlikelere ayrıca dikkat çekilmiştir. (Bkz: Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, X, 172-175)

Kaynak: Zehra Eriş, Şebnem Dergisi, 153. Sayı