Fala Da Falcıya Da İnanma!

Tarihin en eski dönemlerinden itibaren insanlar falcılara, kâhinlere, büyücü ve sihirbazlara başvurmuşlar; kimi krallar kâhinlerle çalışmış, saltanatlarını onların verdikleri bilgilerle yürütmüşlerdir. Bütün peygamberler gibi Peygamber Efendimiz de büyücü, kâhin ve sihirbazlarla mücâdele etmiştir. Ve ümmetine bazı îkazlarda bulunmuştur.

İlkokuldaydım. Öğle vakti, okul dönüşü kapı çaldı. Evimizin kapısına ben, annem ve ablam birlikte çıktık. Gelen o dönemde Konya’nın kenar semtlerinde yaşayan Roman asıllı bir kadındı. Evimizin üzerinde felaket bayrakları dalgalandığını, kendisine bir sadaka verip kurtulmamızı söyledi. Annem evden bir miktar gıda maddesi verdi, fakat kadın gitmedi. Annemden bir iplik ve kaşık istedi, ablam getirdi. Kırmızı bir ipliği kadın ablamın avuç içine uzatıp üzerine yemek kaşığı kapattı. Bir şeyler okuyup kaşığı ablamın avucundan kaldırdı. Gözlerimize inanamadık! İplik düğüm düğüm olmuştu. Düğümlü ipi ablamın avucundan hiç kıpırdatmadan kaşığı yine kapattı, okudu, tekrar açtı. İp bu kez eski hâline gelmiş, dümdüz olmuştu. Kadın kapıdan ayrıldıktan sonra annem:

“-Felâk ve Nâs Sûrelerini okudum, bu kadın büyücü!” dedi. Neler olduğunu anlamamıştım. Tâ ki Felâk Sûresi’nin meâlini okuyana kadar:

“De ki: Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyenlerin şerrinden, haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden, sabah aydınlığının Rabbine sığınırım.” (el-Felâk, 1-5)

Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Kim düğüm yapar, sonra ona üflerse, sihir yapmış olur. Kim sihir yaparsa, şirk koşmuş olur. Kim de (kendisini koruması için nazarlık ve benzeri) bir şey takarsa, o taktığı şeyin korumasına havâle edilir.” (Nesâî, Muhârabe, 19)

NAZARLIK VE MUSKA TAKMA

Toplumumuzda çokça görülen nazarlık ve muska takma; iğde dalı vs. gibi kurumuş ağaç dalları takma, dînimizde bir nevî şirke düşmek ve Allâh’a tevekkülsüzlük sayılmaktadır. Oysa doğru olan, kendimize ve âilemize Fâtiha, Âyetü’l-Kürsî, İhlâs, Felâk, Nâs Sûrelerini bolca okumak, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tavsiye buyurduğu duâları, nazar âyetini (Bkz: Kalem Sûresi, 51-52. âyetler) okumak olacaktır.

Maddî-mânevî şifâyı Allah’tan bilerek ehlinin elinden içinde duâ ve âyetler olan muskaya elbette başvurulabilir. Lâkin kimi zaman çalakalem yazılmış, içinde ne yazıldığı bilinmeyen “muska”ların kişiye fayda yerine zarar verdiği de bilinmektedir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâh’ın varlığını ve kudretini unutup bütün ümidini, takmış olduğu muska, nazar boncuğu vb. şeylerin koruyuculuğuna bağlayan kimseleri uyarmış ve onun, taktığı o muskaya havale edileceğini, yani Allâh’ın onun üzerindeki muhafazasının kaldırılacağını bildirmiştir. Bu sebeple “müsebbibu’l-esbâb”, yani bütün sebeplerin yaratıcısı olan Allâh’a sığınmak, en doğrusudur.

Yazımızda bahsi geçecek tâbirleri ve bunların bağlı olduğu kimseleri tanıtarak konumuza devam edelim:

Kâhin: Gelecekten haber verdiğini iddia eden kimse, “falcı”, “medyum” demektir

Arrâf: Çalınmış veya kaybolmuş herhangi bir malın veya eşyanın yerini haber veren kişi. Bir nevî bakıcı.

Müneccim: Olacak hâdiseleri, yıldızlara bakarak bildiğini iddiâ eden kişi.

GELECEĞE OLAN MERAKINIZ SİZİ KÖTÜLÜĞE SEVKETMESİN

İnsanoğlunun yapısında, esrarengiz olana, geleceğe, diğer insanların hayatlarına yönelik bir merak ve ilgi vardır. Adına ister kâhin, ister falcı, ister medyum, ne denilirse denilsin insanlar gaybı öğrenme, diğer insanların hayatlarına dair bilgi alma, kısmet açma, şans getirme gibi sebeplerle bu kişilere başvurmaktadırlar.

Tarihin en eski dönemlerinden itibaren insanlar falcılara, kâhinlere, büyücü ve sihirbazlara başvurmuşlar; kimi krallar kâhinlerle çalışmış, saltanatlarını onların verdikleri bilgilerle yürütmüşlerdir. Câhiliye dönemi insanları da kimi zaman kâhinlere başvuruyor, kimi zaman fallara ve falcılara tevessül ediyorlardı. Hattâ büyücülük ve kehânet o kadar yaygındı ki, bir taraftan İlâhî kelâmı dinlemekten kendilerini alamıyor, bir taraftan da Efendimiz’in okuduğu Kur’ân âyetlerini bile “büyülü söz” olarak nitelendiriyorlardı.

Eski Mısır firavunları iktidarlarını desteklemek için büyücülerden yardım alırlardı. Hazret-i Mûsâ’nın sihirbazlarla yaşadığı müsâbakanın ardından sihirbazlar îman ettiler, Firavun da onları şehid etti. (Bkz: el-A’râf, 106)

Hak ile batılın mücadelesi, bütün peygamberlerin hayatlarında görülmektedir. Bütün peygamberler gibi Peygamber Efendimiz de büyücü, kâhin ve sihirbazlarla mücâdele etmiştir. Ve ümmetine bazı îkazlarda bulunmuştur.

EN MÂSUM GÖRÜNENİ “KAHVE FALI”

Bir yakınım, Ege’nin en büyük şehrinde kafeleriyle ünlü sosyetik bir semtte, yoğun bir kalabalıktan ve kuyruğa giren insanlar olduğundan bahsetti. Yoğunluk bilhassa öğle aralarında artıyormuş. Semtte bulunan kafelerde bir hareketlilik varmış. Sebebi, kafelerde nam salmış, şanı almış yürümüş, “geleceği çok iyi bilen”(!), kahve falı bakan falcıların bulunmasıymış.

Bu falcılar için önceden randevu alınıp sıraya giriliyormuş. Siz beklerken Türk kahvesi geliyormuş. Kahvesini bitirip sırası gelen, falcının önüne oturuyormuş. Falcı hayretlere düşüren açıklamalarıyla, insanları kendine hayran bırakıyormuş. Geçmişi, şimdiki zamanı, âileyi, yaşananları, hattâ gelecekte olacakları bile haber veriyormuş.

Söz konusu falcının ismiyle internette de detaylı bir araştırma yaptım. Bir değil, birkaç tane meşhur falcı çıktı, aramam neticesinde… Yapılan yorumlarda, birbirine falcı tavsiye edenler mi ararsınız;

“-Falanca falcının söylediği çıkıyor!” diyenler mi?

“-Aslında fala inanmıyorum ama baktırıyorum!” diye işin dalgasında olanlar mı?

Azerbaycan ve İran coğrafyasının bir kısmında, belli ki Şia anlayışından gelen bir hurâfe vardır: Kitap açmak... Kişi kızdığı, öç almak istediği veya türlü sebeplerle düşmanlık beslediği kimse için Kur’ân-ı Kerîm’den rastgele bir sayfa açar ve evin penceresinden görünecek bir yere koyar. Düşmanlık beslediği kişi gelip geçtikçe açılmış vaziyette duran Kur’ân-ı Kerîm’i görür. Hangi sayfa, sûre yahut âyet çıktıysa, o kişinin kaderi olur diye inanılır. Farz edelim Yûsuf Sûresi çıksa, kitap açan kişi, düşmanının 7 yıl kıtlık yaşayacağına inanır.

CİNLERİN KULAK HIRSIZLIĞI: ASILSIZ BİLGİ/ ÇALINTI BİLGİ

“…Cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” (es-Sebe’, 14)

Kimi insanlar, falcılar hakkında câhilâne ifadelerle:

“-Söylediği çıkıyor, geleceği tam biliyor, kısmet açıyor!” gibi inanışlar içerisine girmektedirler.

Bu durum en başta Allâh’a îman olmak üzere, kadere îmanı da zarara uğratmaktadır. Kişiyi gizli ve açık şirkin içine itmekte, Allâh’a tevekkülü ortadan kaldırmakta, falcıları yüceltmektedir. Îtikâdî anlamda son derece hatalı olan, büyük günahlardan biri sayılan ve tevbe gerektiren bir durumdur. Kaldı ki, hadîs-i şerîfte de ifade buyrulduğu üzere, bütün bunlar, cinlerin fısıltılarından başkası değildir.

Eğer insanlar gaybı bilselerdi, en başta Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve peygamberler, nerede ne zaman, ne yaşayacaklarına muttalî olurlar, kime nasıl davranacaklarını bilirler, ne zaman vefat edeceklerinden haberleri olurdu:

Yâkub -aleyhisselâm-, oğlu Yûsuf -aleyhisselâm-’ın başına gelenleri bilemedi. Oğlu yanıbaşında bir kuyunun içindeyken ondan haberi olmadı.

Süleyman -aleyhisselâm- asâsı üzerinde dayanmış otururken canını teslim edeceğini bilemedi. Daha ilginci, bugün cinlerden aldıkları bilgilerle gelecek hakkında ahkâm kesenler, o gün ölü bir insanın (Süleyman -aleyhisselâm-) karşısında harıl harıl çalışarak utanılacak bir duruma düşen cinlerin, gaybı bilmedikleri gerçeğini nedense bir türlü görmek istemediler. (Bkz: es-Sebe’ 14)

Mûsâ -aleyhisselâm-, Firavun’un sarayında Allâh’ın izniyle mûcize gösterirken yüzü hâlden hâle geliyordu. Elinde gerçekleşen mûcizeye kendisi de şaşırıyordu. Zira gaybı bilmiyordu.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle demiştir:

Bazı insanlar, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kâhinlerin yaptıkları hakkında fikrini sordular. Rasûl-i Ekrem:

“-Aslı olan bir şey değildir!” buyurdu.

“-Ey Allâh’ın Rasulü! Ama onların bize verdikleri geleceğe ait bazı haberler, söyledikleri gibi çıkıyor.” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:

“-Onların bu tür haberleri, (vazifeli meleğin ilham ettiği) gerçeklerdendir. Onu bir cin meleklerden kaparak kâhin dostunun kulağına fısıldar. O kâhinler de bir doğruya yüz yalan karıştırır (halka sunar)lar.” cevabını verdi. (Buhârî, Tıb, 46, Bed’ül-halk, 6, Tevhid 57; Müslim, Selâm, 122-124)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu yoldan kazanılan paranın “haram” olduğunu bildirmiştir. (Bkz: Ebû Dâvûd, Büyu’ (İcâre), 63; Nesâî, Sayd, 15)

Halk arasında adına “Arrâf/bakıcı” denilen, bu işe yıllarını vermiş ve hayli de müşteri toplamış “din tâcirleri” de bulunmaktadır. Câhil insanlar bir umutla kayıplarını, geçimsizliklerini, dertlerinin dermanlarını(!) bu kimselere giderek ararlar. Bu tiplere hemen her şehirde rastlamak mümkündür.

Kaynana geliniyle problemliyse, gelininin bir yazmasını, çorabını, hatta bir tokasını alır bakıcıya gider. Bakıcı eşyaya bakıp yorumlar yapar, cin dostlarından da aldığı ilhamlarla evvelâ âilenin ve gelinin geçmişinden bahseder, anlatır anlatır, kendince düğümü çözer. Bu bakıcılar, kayıp bir yakınınızın yerini de haber verirler size... Paranız, eşyanız, malınız çalınmış olsa da cin mârifetiyle eliyle koymuş gibi yerini size haber verirler. İnanılmaz paralar kazanırlar, servetlerine servet eklerler.

Kimi câhil insanların kendilerine “hoca” diye hitap ettikleri, birbirlerine bu hocayı tavsiye ettikleri de vâkîdir. Toplumumuzda namazında niyazında, eli tesbihli, yolu sohbetli pek çok insan; bu din tâcirlerinin kapısından medet umar. Kimi muska yazdırır, kimi muska çözdürür, kimi dünür adayına, oğullarına istedikleri kızı vermeleri kolay olsun diye tatlı “okutur” da dünürler daha düşünme aşamasındayken yedikleri tatlının tesiriyle söz kesimine sıra geliverir.

Bütün bu gerçekler, toplumumuzun birer realitesi… Her biri yaşanıyor, halk bunlarla avunuyor. En fazla da karı-koca, gelin-kayınvalide geçimsizlikleri sebebiyle dînî kisveye bürünmüş mürâîlerin kapıları çalınıyor. Körpecik gelinler, damatlar; yuvaları yıkılsın diye büyüleniyor, evlerinden türlü necis maddeler çıkıyor. Yazdırmadıkları muska, gitmedikleri hoca kalmıyor. Büyünün ters tesir edip olmadık sonuçlara kapı araladığı da kulağımıza geliyor. Bu sihri, büyüyü yapanlar da nedense en yakın kimseler oluyor. Düşmanlığın, kin ve nefretin mü’min kalbinde bu kadar kökleşmesi, şahit olduğumuz nice hâdiselerle hayretimizi artırıyor.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Kim çalıntı veya yitik bir malın yerini haber veren kimseye (arrâfa) gidip ondan bir şey sorar, söylediğini de tasdik ederse, o kişinin kırk gün hiçbir namazı kabul olunmaz.” (Müslim, Selâ 125; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 429, IV, 68, V, 380)

Hadis âlimleri bu hadîsi yorumlarken, “namazlarından hiçbir ecir/mükâfat alamaz, yalnızca namaz vazifesini îfâ etmiş olur!” anlamı çıkarmışlardır. Namazın sözkonusu edilmesi “dinin direği” sayılan bir ibadet olmasıdır.

Başka bir hadîs-i şerîf, daha da ürkütücüdür:

“Kim bir kâhine gider ve onun sözlerini tasdik ederse, Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olur.” (İbn-i Mâce Tahâret, 122; Ebû Dâvûd, Tıb, 21)

Ezkazâ falcı/kâhin gibi câhillere gidilse dahî; sözlerini tasdik etmek; kişiyi inkâra, Allah korusun, küfre götürmektedir.

Yeni evli bir çift düşünün; evinin duvarlarının içinden tavuk yumurtaları çıkıyor. Evdeki el emeği çeyiz örtülerine domuz yağı sürülmüş oluyor, dayanılmaz baş ağrılarıyla gelin-damat hasta bırakılıyor. Gâye; muratlarına eremesinler, mutlu olmasınlar, gün yüzü görmesinler!.. Elinden ve dilinden emin olunamıyor mü’min görünen bazı kimselerin... Görüntüde sizin gibi oturup kalkan, halkın arasında dolaşan normal bir müslüman yapıyor ya da yaptırıyor büyüyü... Kimi zaman nasıl sonuçlanacağını, hem büyüyü yapan, hem de yaptıran kestiremiyor. Servetini harcayan insanlar duyuyoruz; büyünün sebep olduğu ağrılarından kurtulmak için...

Yıllar evvel, tâbiri câizse, “cinci” bir kadın tanımıştım. Yeni evlendiği sırada büyü yapılan bir yakınımız, her sene belli dönemlerde dayanılmaz baş ağrıları yaşar, işine gidemez, maîşet temininde zorluk yaşardı. Birileri bu kadını tavsiye etmiş. Kadın birkaç seans o akrabamı okumuş, okumadan evvel de ücret pazarlığı etmiş.

Lâkin yakınım okunma sonucunda kadının istediği meblağdan daha düşük bir ücret vermiş. Adam akşam vakti evine gitmek üzere âilesiyle kadının evinden dışarı çıkmış, arabasının kapısını açmak için ne kadar hamle yaptıysa başarılı olamamış. Arabanın kapısı bir türlü açılmamış. Önce kapı soğuktan dondu zannetmişler. Uzun uğraşların ardından cinci kadın kapıda belirmiş. Zira kadın, emrindeki cinlere kapıları kilitletmiş.

Konuşup kadının istediği meblağı verdikten sonra arabanın kapıları açılmış, yakınım evine dönebilmiş. Öğrendiği “sözde” ilmi, nefsânî arzuları yolunda kullananların da âhiret nasibini Allah Rasûlü şöyle bildirir:

“Helâk eden şeylerden kaçının: Allâh’a şirk koşmak ve sihir yapmak.” (Buhârî, Tıb, 48)

Konuyla ilgili âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Ey îman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz.” (el-Mâide, 90)

“Leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkasının adına boğazlanan (kesilen), boğularak, vurularak, yüksek bir yerden yuvarlanarak veya boynuzlanarak ölen ve de yırtıcı hayvan tarafından parçalanıp yenen hayvan (ölmeden kesilmesi hâriç) ve putlar adına boğazlanan hayvanlar ve fal okları ile kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bunlar fısktır.” (el-Mâide, 3)

Kalp, Hak ile meşgul olmayınca, bâtıl o kalbi işgal ve istilâ eder. Kalplerdeki inanç boşlukları, inancın bulunup amelin ihmal edilmesi, duâ ve tevekkülden uzaklık, gereksiz meraklar, kuruntu ve fesatçılık, hasetçilik, kıskançlık gibi kötü hasletler; velev ki kalp müslüman da olsa, insanı Allâh’ın ve Rasûlü’nün haram kıldığı işlere yönlendirmektedir.

Mühim olan, hatâdan bir an önce kurtulmaya çalışmak; tevbe, istiğfar ile o hatâya bir daha yönelmemek ve hakkına girdiği kimselerden helâllik dilemektir. Bu vesîle ile rahmetli Musa Topbaş Efendi -kuddise sirruh-’un duâsını bir kez daha hatırlayalım:

“-Ya Rabbi bizi dâimâ rızân olan işler ve hâller üzere bulundur. Mâsiyet işlemekten, bilhassa hasetçilik, gıybetçilik, fitnecilik, fesatçılık gibi kötü hasletlerden ve aşırı dünya muhabbetinden muhafaza eyle.” Âmîn.

Not: Yazının hazırlanmasında istifade edilen kaynaklar: TDV “Kur’an Meâli”, D.İ.B. “Hadislerle İslâm”; Heyet, “Riyazü’s-Sâlihîn”, Erkam Yayınları; Murat Kaya, “Peygamberimizden Hayat Ölçüleri”, Erkam Yayınları.

Kaynak: Fatma Çatak, Şebnem Dergisi, 148. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.