Ermeni Meselesini Kim Çıkardı?

“Ermeni meselesi” nedir, ne zaman ortaya çıktı? Ermeni meselesinin sorumlusu kimdir?

Sultan Abdülhamîd Hân’ın dün­ya çapında ithâmına vesîle olan sebeplerden biri de, devrinde baş gösteren Ermeni me­se­lesidir. Ermeniler, ülkemizde yaşayan gayr-i müslim halklar arasında bizim örf ve âdetlerimizi benimsemek yönünden müstesnâ bir durumda idiler.

Asırlarca “tebaa-i sâdıka” olarak vasıflandırılmışlardı. Fakat günün birinde kendilerini kullanarak siyâsî emellerine ulaşmak isteyen Ruslar’ın propagandalarına aldanarak sadâkatten ayrıldılar. İlk önce Rus tahrîkiyle başlayan Ermeni kıpırdanışları, sonradan bütün hris­ti­yan batı devletlerinin alâkasını çekti ve onlar da bu ihtilâfa dâhil oldular.

Napolyon, 1800’lü yılların başında bir Osmanlı vilâyeti olan Mısır’a saldırdığında, ülkenin her tarafından oraya gönüllü müdâfîler koşuşmuştu. Bunlardan biri olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa, aslında câhil bir köylü çocuğu olduğu hâlde, zekâsı, açıkgözlülüğü ve çalışkanlığı sâ­ye­sinde yükselmiş ve burasını babadan oğula geçen bir vâlilik (hidiviyyet) ile ele geçirmişti. Bunları gören batılılar, onda istiklâl hevesleri sezdiler. Osmanlı vatanını bölüp parçalamak için kendisini tahrik, teşvik ve hattâ askerî bakımdan takviye ettiler. Ardından da onu yıllardır bağlı olduğu merkezî hükûmete karşı isyân ettirdiler.

ERMENİSTAN ONLARIN PLANIYDI

Bu tahrikler neticesinde Kavalalı, Osmanlı’ya saldırdı. Osmanlı Devleti ise, 1826 yılında an’anevî ordu şeklimiz yeniçeriliğin inkılâpçı bir zihniyetle imhâ edilmiş olmasından doğan askerî boşluktan dolayı Kavalalı’nın isyanını durduramadı. Böylece Kavalalı Mehmed Ali Paşa, 1832’de Kütahya’ya kadar geldi. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Rusya’dan yardım almak zorunda kaldı ve Ruslar, bu yardımın mukâbilinde Boğazlar’ın idâresinde söz sahibi olabildiler.

Bundan memnun olmayan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın teşvikçileri, bu defa -takriben yirmi yıl sonra- Osmanlı yanında yer alarak onunla birlikte Rusya’ya karşı «Kırım Harbi»ni (1853) gerçekleştirdiler. Bu durum Rusya’da, Boğazlar’ı ele geçirdiği takdirde devletlerin dengesi bakımından batılıların buna râzı olmayacakları kanaatini uyandırmış ve Ruslar, bu yüzden sıcak denizlere inmenin başka bir yolu olup olmadığını araştırmak mecbûriyetinde kalmışlardı. Nasıl Balkanlar’da hris­ti­yan unsurları bize karşı tahrîk edip ayaklandırmışlarsa, aynı şekilde ülkemizin doğusundaki hris­ti­yan Ermeniler’e de önce istiklâl hevesiyle bir Ermenistan devleti kurdurup, sonra da onu kendi ülkesine katarak, bu devletin iskelesi mevkiindeki İskenderun’dan Akdeniz’e inme siyâsetini takibe başladılar. İşte Ermeni kıyâmının ortaya çıkmasının asıl sebebi, bu Rus düşüncesidir.

ERMENİLERİN 2. ABDÜLHAMİD'E YAPTIĞI SUİKAST

Dâhî Sultan Abdülhamîd Han, Ruslar’ın, bu maksadla Ermeniler’i silâhlandırma faâliyetini ve bunun varacağı noktayı görmekte gecikmedi. Der­hâl Ermeniler’i toplu oldukları bölgelerden sağa sola cebrî bir sû­ret­te göç ettirmek gibi bir tedbire başvurdu. Fakat bu kadar mâsumâne bir hareket, yahûdî desteği ile de beslenerek onun aleyhinde beynelmilel bir propaganda tezgahlanması şeklinde neticelendi. Nitekim saltanat konvoyuna katılmak üzere Viyana’da îmâl edilerek gönderilmiş bir kupa arabasına, îmâlât esnâsında uzun bir zamana ayarlanmış saatli bir bomba yerleştirildi. Bu bomba, kendisinin şeyhülislâm ile Cuma namazı çıkışında mûtâd hârici üç-beş dakika ayaküstü konuşması sebebiyle o daha arabaya binmeden Yıldız Câmi-i Şerîfi önünde infilâk etti. Asker, sivil birçok insan öldü ve yaralandı. Herkesin telâşa kapıldığı o hengâmede Sultan Abdülhamîd Han, sükûnetini muhâfaza ederek:

“–Korkmayın, korkmayın!..” diye bağırdı ve arabanın seyis mahalline oturarak ecnebî sefirlerin alkışları arasında atları kırbaçlayıp sarayına döndü.

Devrinin sözde münevverlerinin gafletine bakınız ki, Belçikalı Ermeni Jorris’in tertîbi eseri olan bu suikasti alkışlayanlar görülmüştür. Hattâ zamanın gözde şâiri Tevfik Fikret, bu hâdiseyi anlatan ‘bir anlık gecikme’ anlamındaki “Bir Lahza-i Taahhur” isimli şiirinde suikastçiyi ‘şanlı avcı’ diyerek vasıflandırmakta ve suikastin muvaffakıyetsizlikle neticelenmesinden doğan teessürlerini terennüm etmekteydi. Buna rağmen Sultan Abdülhamîd’in kendisine karşı en küçük bir mukâbelesini tarihler kaydetmemektedir.

Kaynak: Osmanlı, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.