Diyanet Din Dışı Yönelişlere Müdahale Etmeli

İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz ile "cemaat, tarikat, örgüt vs. üzerine" Altınoluk Dergisi'nde röportaj yayınlandı. Hasan K. Yılmaz Bey, "Tarikat ve benzeri yapılar Diyanet'le irtibatlandırılmalı ama Diyanet Damokles'in kılıcı gibi herkesin kafasının üstünde değil, uzaktan yanlış yapanı takip  ve rehberlik etmeli." diyor.

Altınoluk: Cemaat, tarikat, örgüt ya da teşkilat… Bunlar İslam toplumlarında artan yoğunlukta gündeme gelen kelimeler. Belki her biri bir toplumsal yapılanmayı ifade ediyor. Son zamanlarda gündeme gelişi daha çok problem niteliği ile oluyor. Yok edilsin, denetlensin gibi yaptırım çağrılarının yanında “bunlar niye var?” gibi sorgulamalarla ya da her toplumda bunlar olur, İslam toplumlarında da bir ihtiyaca tekabül ediyorlar, şeklinde savunmalarla gündeme geliyorlar.

Zatıaliniz hem tasavvuf alanında kendini yetiştirmiş bir ilim adamı hem de devletin bu alanları tedvir etmek için oluşturduğu bir müessesede Diyanet’te önce başkan yardımcılığı yapmış halen de İstanbul gibi çok çok önemli bir şehrimizde müftülük görevini deruhte eden bir kişi olarak bizce pek çok konuya açıklık getirecek konumdasınız. Onun için en baştan başlayarak soralım.

En müspet manasıyla bir İslam toplumu için cemaat, tarikat, sivil toplum kuruluşu olarak örgüt ya da teşkilat nereye oturuyor? Yani peşinen bir negatif bakış mı? Yoksa bir tabii oluşum hadisesi olarak mı görmeliyiz bu yapılanmaları?

Prof. Dr. H. Kamil Yılmaz: Bismillahirrahmanirrahim. Ve bihi nestain. Efendim, tarikat, cemaat, teşkilat ve örgüt bunların hepsi öncelikle insan vakıasıyla alakalı. İnsan dediğimiz varlık ictimai ve sosyal bir varlık olarak tanımlandığına göre insanoğlu, paylaşmaya, bir arada bulunmaya ihtiyacı olan bir varlık. Ve bu ihtiyaca cevap vermek üzere oluşan kurumlar, ki bunların başında da din gelmektedir. Bu tür sosyal arayışlara cevap verecek kurumlardır.

Aslında Efendimiz aleyhisselatü vesselamın Mekke’deki davetinde bile böyle bir arayış içerisinde olduğunu biliyoruz. Mabed; yâni Kâbe buna müsait olmadığı için, Erkam’ın evinde sahabesini toplamış, orada cem olmuşlar, göz göze gelmişler, diz dize oturmuşlardır. Böylece duygular transfer oluyor, heyecanlar paylaşılıyor, öfkeler paylaşılıyor, yara açılmışsa yaralar tedavi ediliyor. Konuşularak bir çözüm üretilmeye çalışılıyordu. Yani herkesin derdi kendi içinde saklı kalmıyor veya bir kişinin çözümü varsa o da kendine ait kalmıyor, ortak çözümlerle sosyolojik problemlere çözüm aranıyor. Aslında insanoğlunda, Batılıların taç badi (touch body) dedikleri bedensel dokunmaya ihtiyaç var. Bu, fıtrȋ bir ihtiyaç. Bir araya geliş, insanların birbirine dokunması demek, bu musafaha ile olabilir, muanaka (kucaklaşma) ile olabilir, konuşma veya göz teması ile olabilir. Yani bunun bir şekilde olması gerekiyor.

Bu ihtiyaca cevap vermek üzere Mekke döneminde Erkam’ın evinde başlayan buluşmalar, Medine’ye bile varmadan Kuba’da bir mescitle taçlanıyor. Nihayet Rasulullah Efendimiz Medine’ye varır varmaz, bir medeniyet merkezi gibi Mescid-i Nebiyi kuruyor. Ashabın hayatının büyük kısmı mescitte inşa ediliyor. Yani sadece namaz yeri değil mescid. Orası aynı zamanda meşveret yeri, aynı zamanda devlet umûrunun görüşüldüğü yer, aynı zamanda mahkemelerin görüldüğü yer, aynı zamanda bir istirahat yeri. Dolayısıyla Asr-ı Saadetten itibaren bu fıtrȋ ihtiyacı karşılamak, daha çok cami merkezli düşünülmüş ve camii civarında şekillenmiştir. Ama gelişen toplum yapısı, yeni fetihlerle oluşan farklı değerler vs. caminin dışında da bir takım yapılanmalara ihtiyaç olduğu gerçeğini gündeme taşımıştır. İşte medreseler, tekkeler, hânkâhlar, fütüvvet teşkilatı dediğimiz, gençlere yönelik örgütlenmeler bu sosyal ihtiyacın bir devamı olmak üzere İslam toplumunda, ta baştan beri, yani Efendimizin vefatını müteakip hemen, hicri ikinci-üçüncü asırlarda oluşmaya başlamıştır.

Altınoluk: Şu tarz itirazlar var mı? Cami var, niye ayrı bir hânkâhta, tekkede buluşuyorsunuz diye.

H.K. Yılmaz: Olabilir. Ama şu var: İslam ülkelerindeki insan yapılarının hepsinin fıtratları, meşrepleri aynı değil. Yani bunlar cami gibi ortak mekânda, günde beş defa, haftada bir defa buluşabilirler. Ama bunların birbirlerinden duygu transfer etmesi, birbirlerinin ortak değerlerini paylaşması için daha özel mekânlara ihtiyacı olduğu âşikar.

Bu mesleki arayış için de düşünülebilir. Bir şair, şair meclislerinden hoşlanacaktır. Bir edip keza yine öyle. Bir sanatkâr, sanat meclislerinden hoşlanacak, oralarda arayış içerisinde olacaktır. Dolayısıyla bunu biraz o fıtri temayüller, kabiliyetler ve arayışlarla alakalı olarak görmek lazım. Zaten bütün İslam tarihi boyunca bu tür tekke, tarikat, cemaat vesaire gibi farklı arayışların ortak paydası hep cami olagelmiştir. Yani cami olmazsa olmaz olarak zaten ortada duruyor. Ana buluşma yeri cami ama, tâlȋ olarak bu tür yerlerde de buluşulduğu olmuştur.

Efendimizi de düşündüğümüz zaman, Asr-ı Saadette de uygulamaları var bunun. Asr-ı saadette Efendimizin beş vakitte buluştuğu sahabileri var . Bunlar hakikaten kâffeten âmme bütün sahabiler; kadınlar, erkekler ve çocuklar. Bir de ashab-ı suffe var. Ashab-ı suffe daha özel bir grup. Namaz vakitleri dışında da onlar orada. Hatta orada yatıyorlar. Hazreti Peygamber (s.a.v.) Mescidi saadetten çıkıyor, “bir uğrayayım şuraya” diyor icabında. Elinde süt tasıyla geliyor. Onlara süt ikram ediyor. Konuşmalarını dinliyor, derslerini takip ediyor. Efendimizin özel ilgilendiği, özel görüştüğü bir grup onlar.

Altınoluk: Sanki sahabenin özel zikir meclisleri yaptığı şeklinde bilgiler de var.

H.K. Yılmaz: Tabi hem zikir var, hem ders var. Hatta meşhur bir hâdisedir, Efendimizin yanında durumlarına göre bir yanda duâ, kelime-i tevhid veya tesbihat ile meşgul olan sahabiler var, diğer tarafta da ilmi müzakere yapan sahabiler var.

Bir onlara bakıyor Peygamberimiz bir onlara bakıyor ve: “Ben muallim olarak gönderildim” diyerek ilim talim edenlerin yanına oturuyor. Dolayısıyla Mescid-i Nebide her sahabinin ortak buluşması diye bir durum yok. Ortak payda var. O ne? Mabed ve cami. İbadet olarak orada hep beraberler. Beş vakit namazda, Cuma namazında beraberler. Ama namazın dışındaki zamanlarda kimisi ticarethanesine gidiyor, işine bakıyor. Kimisi ailesinin yanına gidiyor. Bir kısmı da orada kalarak başka işlerle meşgul olmaya devam ediyorlar. Bu süreç daha sonra, tabiri caizse daha da ihtisaslaşıyor. Medreseler doğuyor, küttab dediğimiz özel medreseler doğuyor…

Altınoluk: Bu farklılaşmalar hangi alanlarda oluşuyor. Mabedden ayrı hangi alanlarda yeni yapılar ortaya çıkıyor?

H.K. Yılmaz: İlim meclisleri doğuyor, irfan meclisleri, sanat meclisleri, gençlik yani fütüvvet teşkilatları doğuyor. Bu fütüvvet teşkilatları hicri üçüncü asırda başlıyor ve beşinci asırda iyice teşkilatlanan örgütler haline geliyor.

Bunu şunun için söylüyorum; bu tür örgütlenme ve cemaat gibi yapılanma hususiyeti insan fıtratıyla doğrudan alakalı. İnsanların arayışları olduğu için, İslam toplumu da bu arayışları çözmek üzere yeni şeyler üretmiş, yeni yapılar sunmuş. Ama taa baştan beri de bu tür oluşumları kontrol edecek mekanizma var.

Mesela benim hatırladığım tarihteki en eski Şeyh’üş-Şüyûh unvanını alan, Avârifü’l Meârif müellifi Sühreverdi, Bağdat’ta Halife Nâsır-Lidînillâh tarafından bütün şeyhlerin şeyhi olarak tayin ediliyor. Yani Abbasiler döneminde ona bir tedvir ve denetleme görevi de veriliyor.

Altınoluk: Şöyle bir tespiti yaparak devam edelim. Yani İslam içinde, mabet dışında bir yapılanma olması, toplumların sosyolojik akışı içinde bir zaruret.

H.K. Yılmaz: Tabi ki, bir de şu var, onu da ifade etmeliyim; Arapça konuşan toplumlarla, Müslüman olup ama Arapça bilmeyen toplumların dini öğrenme imkânları da birbirlerinden farklı. Arapça konuşanlar bir şekilde Kur’an’ın mesajını, Hazreti Peygamber (s.a.v.)’in söylediklerini az veya çok anlayabilecek yapıdalar. Ama Arapça hiç bilmeyen İranlı Farslar, Orta Asya’daki Türkler, Endonezya’daki, Malezya’daki Müslümanlar veya başka coğrafyadaki insanlar gibi, olanların böyle bir şansları yok. Dolayısıyla özellikle bunların, bu tür rehberlere, mürşidlere, Arapçayı bilen, dini kaynağından öğrenen ve onlara kendi dillerince ve tavırlarınca bunu anlatacak insanlara ihtiyacı var.

Baktığımız zaman tarikatların ve cemaatlerin bizim coğrafyamızda, Orta Asya coğrafyasında böyle bir ihtiyaçtan doğduğu anlaşılıyor. Arapça bilmeyen, badiyede yaşayan, sahrada at üstünde koşturan, hırçın tabiatlı insanlara, onların dilini konuşan insanların ancak bir mesaj vermesi mümkün. Nitekim Ahmed Yesevi ve benzerlerinin bunu yaptığını görüyoruz.

Altınoluk: Oralar için daha hayati hale geliyor bu tür yapılanmalar…

H.K. Yılmaz: Kesinlikle öyle. Arapça bilmeyen toplumlar için tasavvuf, tarikat ve cemaatleşme çok daha önemli hale geliyor. Çünkü dini o toplumun içinde öğreniyor. Belki manasını bilmiyor okunan Kur’an’ı Kerim’in, hatta belki okunan ilahilerin manasını bilmiyor. Onun fonetiği, onun musikisi, onun ruhaniyeti onu etkiliyor. Oradan haz almaya başlıyor ve böylece bir dindarlık duygusu oluşuyor onda. Eğer onu bu tarafa çekecek, gönlüne dokunacak, içinde musiki ve ahenk olan şeyler olmasa, dil bilmediği için onun dinden diyanetten hiç nasibi olmayacak. Dolayısıyla böylece İslam’ın yayılması adına farklı bir alan açılmış oluyor. Farklı alanlardaki duyarlılığı İslam’a kanalize etmek için farklı alanlar açılıyor böylece…

Altınoluk: Hocam isterseniz şunu da biraz netleştirelim; tarikat nedir, cemaat nedir? Bunlar arasındaki farklar nelerdir? Sanıyorum kamuoyunda biraz bir bilgi zaafı da var. ‘Tarikat nedir’ bilinmiyor. ‘Cemaat nedir’ bilinmiyor. Tarikatın cemaatleşmesi diye bir olay var ve sizler de onun üzerinde düşünmüş, fikir yürütmüş bir insansınız. Bunları da bir netleştirelim. Tarikat nedir, İslam içinde nereye oturuyor?

H.K. Yılmaz: Hazreti Peygamber aleyhissetü vesselamın Cibril hadisi diye bilinen bir hadisi şerifi var. O hadiste Cebrail Aleyhisselamın Peygamber Efendimize sorduğu üç önemli konu var: İslam nedir? İman nedir? İhsan nedir? diye. Peygamber Efendimiz İslam’ı, İslam’ın beş şartıyla, imanı amentü esaslarıyla tanımlıyor. Ondan sonra ihsanı; Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni görüyor duygusu ile kulluk etmendir, diye tanımlıyor. İşte bu üç sorunun cevabından, İslam tarihi boyunca, üç önemli ilim doğmuştur.

Birincisinden, yani ‘İslam nedir’ sorusundan fıkıh ilmi doğmuştur. İbadetlerin, muamelatın nasıl öğrenilip, nasıl anlatılacağı meselesi bize İslam hukukunun ve İslam fıkhının zeminini hazırlamıştır.

‘İman nedir?’ sorusunun cevabı da akaid ve ilmi kelamın zeminini hazırlamıştır.

‘İhsan nedir?’ sorusunun cevabı da tasavvuf ilminin temel yapısını oluşturan bir nirengi noktası olmuştur. Dolayısıyla İslam’a baktığınız zaman, ibadetlerin zahiri, dıştan görünen, bedeni tarafı vardır. Bir de ruhi, manevi tarafı vardır. Mesela bir namaz ibadetini ele alacak olursak, namaz ibadetinin fıkhın bize öğrettiği kadarıyla on iki farzı var. Altısı içinde altısı dışında. Bu on iki farzdan sadece bir tanesi ruhi ve manevidir, diğerleri bedenidir. Hadesten taharet, necasetten taharet, setri avret, istikbal-i kıble, vakit… hepsi bedenidir. Ruhi olan, niyet ve huşudur. Ama namazı namaz yapan odur. İçini o doldurur. Veya o doldurduğu zaman bir anlamı olur. Dolayısıyla Efendimizin Cibril hadisinde geçen üç önemli tanım, birbirine geçmiş halkalar gibidir. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Dolayısıyla ihsan olmadan kılınan ne namazın, ne orucun, ne muamelâtın, ne diğerlerinin, insanı inşaa edecek, insana yön verecek, insanı haramdan - günahtan sakındıracak özelliği olmaz. Bu özelliği;

"Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar." (Ankebut, 45)) meydana gelmesi ihsan kıvamını yakalamaya bağlı. İhsan kıvamını yakalamak üzere de, Peygamber Efendimizin kendi hayatına baktığımız zaman, Allah ile ilişkilerinin bir manevi, ruhi tarafı var ki ona ihsan diyebiliriz. İnsanlarla ilişkilerinde ruhani bir tavrı var, ona merhamet ve şefkat diyebiliriz. Çünkü Kur’an’ı Kerim’de mealen diyor ki Allah Teala.

Yani, “Sen, Allah’ın rahmeti sayesinde onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.”

Demek ki, Efendimizin insanlarla ilişkilerinde en önemli ruhani tavrı merhametidir.

Üçüncüsü, dünya nimetlerine karşı olan tavrıdır, ona da zühd diyoruz.

İşte bu, Hazreti Peygamberin Allah ile ilişkilerinde, insanlarla olan münasebetlerinde ve dünyaya bakışındaki ruhani tavrı, daha sonra bizim karşımıza irfan mektebi, tasavvuf ve tarikat olarak çıkmaya başlıyor.

Altınoluk: Yani tarikat bu eğitimin verildiği mektep gibi, bir tür manevî eğitim kurumu oluyor.

H.K. Yılmaz: Aynen öyle. Aslında işin temeli özü, tevhittir. Bunun dışındaki her türlü ibadet, taat, muamelat, tarikat, tasavvuf onu korumaya yöneliktir. Şeriat bile gaye değildir. Şeriat tevhidi korumak üzere gelir. Yani tevhid inancını, Allah’ın birliği ilkesini hayata egemen kılmak üzere gelir. Bizim ibadetlerimiz de o tevhide yöneliktir. Dolayısıyla tasavvufun ürettiği tarikat dediğimiz, kalp eğitimi dediğimiz yol ve yöntemler de bize şeriat bilgisiyle birlikte tevhidi korumaya yönelik bir dinamizm kazandırmak içindir. Onu hayata egemen kılmak içindir. Dolayısıyla tarikat dediğimiz şeyin ‘Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmek’ gibi bizim gönlümüze dokunan bir tarafı vardır.

Altınoluk: O zaman bir şekilde bu kalp eğitiminin alınması olmazsa olmazıdır.

H.K. Yılmaz: Kesinlikle olmazsa olmazıdır. Bu saydığımız vasıflar eğer İslam’ın olmazsa olmazı ise, ihsan olmazsa olmazıysa, takvâ ve tezkiye olmazsa olmazıysa, o zaman Müslüman olmanın şartlarından birisi de, bu tezkiyeye, ihsana, takvâ ve Rabbaniliğe ulaşmaktır…

Altınoluk: Bunu, mesela sokaktaki insana, ‘tarikat olmazsa olmaz’ mı diyorsunuz? Yani orada neyi vurguluyorsunuz?

H.K. Yılmaz: Tarikat konusunda bir hassasiyet var. İnsanlar günümüzde tarikat kelimesine çok farklı manalar yükledikleri için, ‘tarikat olmazsa olmaz’ dediğiniz zaman başka şey anlaşılıyor. Biz orada tarikatı kastetmiyoruz. Tarikat zaten bir gaye değil. Bence tarikat olmasa da olabilir. Ama tarikatın öğrettiği o tevhidi koruyacak ana iksir olan ihsan kıvamını bulmalı insan. O ihsan kıvamını sana tarikat sağlıyorsa tarikatla, cemaat sağlıyorsa cemaatle, okumak sağlıyorsa okumakla, oruç tutmak sağlıyorsa oruç tutmakla yakala. Yani mesele ihsana ermek ve namaza durduğun zaman huşûu yakalamak.

Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar, namazlarında huşû duyanlardır.” (Mü’minun, 1-2) Bunun adı cemâat olur, tarikat olur, tasavvuf olur, irfan olur veya başka bir şey olur. Mesela, selefi inancına sahip bazı âlimlerimiz var ki, tarikatla ilgisi yok. Ama hakikaten kendisini zühde, taate vermiş o hazzı yakalamış. Tasavvuf ve tarikatla değil, başka bir şekilde yakalamış. O yüzden tarikat diye ısrar etmenin veya bunda direnmenin anlamı olmadığını düşünüyorum. O mü’minlerin bulduğu bir yöntemdir, faydalanılacağı zaman faydalanılır. Hakkında ayet olan, olmazsa olmaz olan bir şey değildir. Bence esas olmazsa olmaz olan takvâ ve ihsandır. Yani Efendimizin öğrettiği ihsan duygusudur. Bu söylediklerimiz, ihsana götüren vesilelerdir. Tarikat ta, cemaat te böyledir.

Peki cemaat ne? Cemaat tarikatten farklı bir şey. Cemaate yüklenen birkaç mana var. Cemea, yecmeu, cem’an ve cemâaten… Cami kelimesi de oradan geliyor.

Cemaat kelimesinde, kalplerin, gönüllerin, bedenlerin cem olmasına yönelik bir anlam vardır. Camide buluşan müminlere cemaat demişiz. İlk manası bu…

Cemaat kavramı diğer dînî ve milli gruplar için de kullanılmış. Mesela Ermeni cemaati, Rum cemaati, Ortodoks cemaati gibi… Yani toplanma ve bir araya gelmeden kinaye olmak üzere, onlar adına da kullanılır olmuş. Ama çağımızda ve günümüzde cemâat kelimesi sosyolojik vakıa olarak biraz daha farklılaşmaya başlamış ve toplum içerisinde farklı özellikleri olan, farklı ortak değerleri ve ortak amaçları bulunan gruplara cemaat denilmeye başlanmıştır. Bu mana tarikatten farklıdır. Dini alanda giyim kuşamlarıyla, konuşmalarıyla, hayata bakışlarıyla, dini uygulayışlarıyla, takke-tespihleriyle, yani görünürdeki emareleriyle bir cemaat olgusu ortaya çıkmıştır. Bu cemaat daha çok sosyolojik bir cemaattir. Cami cemaatinden farklıdır. Burada düşünce yapısında, tavırlarda, tercihlerde bir yakınlık ve benzeşme söz konusudur.

Biliyorsunuz bir cemiyet var, bir de cemaat var. Cemiyetin daha kapsamlısıdır cemâat. Cemiyet daha küçük sivil bir yapılanma, cemâat ise kitlesel bir hareket ve örgüttür. Cemiyetle işe başlayıp cemâatleşen kitleler vardır. Cemâat yapılanmalarında sosyolojik ve ekonomik bir dayanışma söz konusudur. 20. asrın ekonomiyi öne çıkaran, hayatı daha çok madde ekseni üzerinde yorumlayan gidişinin bunda büyük tesiri olmuştur. Dolayısıyla ortak değerler arasına ortak çıkarlar da girmeye başlamıştır. Yani birbirimizi nasıl koruruz, nasıl korunuruz çabası ve gayreti devreye girmiştir. Bu da ekonomik işbirliği, ticari alışveriş ve birbirine destek olmaya yönelik adımlar atma sonucunu doğurmuştur. Cemaatlerde kitle haline gelme iradesi daha fazladır. O yüzden, insanları cemâate çağırırken o kişinin bizim düşüncemize ve grubumuza ne kadar katkısı olur fikrinin öne çıktığı sıkça görülmektedir.

Tarikatlerde ise başlangıçta, tarikate adam devşirme kaygısı yoktu. Gönüllülük esastı. İnsanların daha çok kendisinin gelmesi beklenirdi. Adı üstünde mürid, irade eden, arzusuyla gelen demektir. Bu gün tarikatlerde cemâatleşme yönelişi gözlenmektedir.

Altınoluk: Bir tarikat ya da cemaat içinde bozulmalar nerede başlıyor sizce?

H.K. Yılmaz: Benim kanaatimce bozulmalar güç zehirlenmesiyle başlıyor. Sayısal ve ekonomik olarak bir güce erdiğinizde ve bu güçle pek çok şeyi yapabilmeye kâni olduğunuz zaman güç zehirlenmesi başlıyor. Güce erince cemâatler, uluslararası güçlerin ve istihbârât örgütlerinin de ilgi alanına girmeye başlıyor herhalde. O zaman gücünüzü kendi insanlarınızı yetiştirmek kadar, başkaları üzerinde egemen olmak noktasında kullanma duygusu da gelişiyor herhalde.

Altınoluk: Başlangıçta bir grup insan İslami hassasiyetlerle “şu alanlara hizmet etmek lazım.” gibi bir iyi niyetle yola çıkamaz mı? Bu fakir fukara hizmeti olur, talebe yetiştirme hizmeti olur... Diyelim ki İmam Hatip Okulu, Kur’an kursu yaptırmak için bir araya gelebilirsiniz. Böyle bir iyi niyetle başlama ihtimalini dikkate alıyor muyuz?

H.K. Yılmaz: Bunları dikkate alıyoruz elbette. Ancak bu tür hizmetler cemiyet ve dernek hizmetidir. Cemâat hizmeti değildir. Burada tehlikeli olan bu hizmetler sonucunda: “Biz artık bir güç haline geldik, herkesi etkileyebilecek ve bizim dışımızdakilere alan bırakmayacak güce eriştik” duygusudur.

Altınoluk: Şöyle sorayım o zaman, bütün cemaat yapılanmaları böyle bir güç zehirlenmesi durumuna gitmek durumunda mıdır? Şöyle bir şey oluşuyor çünkü toplumda; “Kardeşim bu iş cami cemaati işidir. Başka alanlarda cemaatleşme boştur, hepsi tehlikeli bir yola girer.” Yaşanan bazı kötü örneklerden de yola çıkarak toplumda böyle bir algı oluşuyor. Onun için şöyle bir şeyi çıkaralım diyorum. Bir; doğru gidebilir bu cemaatler.. İki, gitmeyeceği yerler varsa nelerdir?

H.K. Yılmaz: Elbette doğru gidebilir. İyi kontrol edildiği zaman çok doğru gidebilir. Nitekim Türkiye’de cami cemaatinden oluşan cemaatler, İmam Hatip okullarını kurdular, İlim Yayma Cemiyeti’ni kurdular, başka sistemleri kurdular. Ve Türkiye’de bugün İslamȋ birikimin büyük bir kısmı bunlar vasıtasıyla gelişmiş ve bu noktalara ulaşmıştır.

Benim burada şahsen riskli gördüğüm, liyakati bir tarafa bırakarak “bizim çocuklarımız sorumluluk almalı, bizim çocuklarımıza yetki verilmeli” şeklindeki paralel yapılanma talep ve ısrarlarıdır.

Altınoluk: Bir de şunun açıklığa kavuşması lazım, sanıyorum Hocam. Bazı kurumlarımızın hem tarikat boyutu hem cemaat boyutu var. Aynı yapı içerisinde de bunlar olabiliyor. Diyelim ki Afrika’ya hizmet vereceksiniz. Bunun için de bir takım mahalli zaruretler var. Şu kadar kurban götürürseniz şu kadar insana ulaşabiliyorsunuz. Şu kadar öğrenciyi eğitiyorsunuz. Yani sadece ekonomik güce ulaşmak da tek başına tehlike anlamına gelmiyor. Hem tarikat hem cemaat, nerede “yanlış” diyeceğimiz noktaya geliyorlar?

H.K. Yılmaz: Bence büyük tehlike diğerlerini; farklı tarikat ve cemaatleri ötekileştirmektir. “Biz varız başkası yok. Biz hakikatiz onlar dalalet.” Bence bir büyük sapma da burada. Hiç kimse kendisini hakikatin tek temsilcisi gibi görmemeli, göremez. Kur’an’a göre de göremez, Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselama göre de göremez.

Biz bizliğe talibiz. Her gün 40 defa okuduğumuz Fatiha’da ne diyoruz; (Biz yalnız sana ibadet eder, ve ancak Sen’den yardım dileriz.) Nerede diyoruz bunu, tek başımıza namaz kılarken de diyoruz. Yani biz cemaat olmak istiyoruz.

Kosova’daki bir melami şeyhi vaktiyle bana çok güzel bir şey söylemişti. “Hocam melamilik üç kelimedir” dedi. Nedir dedim? “Bir ene’dir. İki nahnü’dür. Üç ‘Hu’dur.” Ne demek yani anlamadım, dedim. “Hocam biz eneyi aşmak isteriz, yani ben demekten kurtulmak isteriz. Nahnü’ye ulaşmak isteriz. Sonra onu da aşıp, Hu’ya O’na varmak isteriz. Çünkü gerçek kudret sahibi O’dur. Ben yok, biz yok, O var.”

Dedim ki sen tam tevhide ulaştın şimdi işte. Hakikaten önemli olan bu. Ötekileştirme olmamalı. Yani ben varım, biz varız. Siz yoksunuz değil, hepimiz varız. Ve O’na talibiz. O’nun rızasına talibiz. Bence arıza burada bu benlik bahsinde başlıyor.

Altınoluk: Genel bir zaaf mı bu hocam?

H.K. Yılmaz: Aslında insanın fıtri bir zaafı. Ama kontrol edilebilir bir zaaf. İnsan okuduğu ayetlerin manasını düşünür, Asrı Saadette uygulananları görürse kontrol edebilir.

Altınoluk: Şöyle bir şey var, diyelim ki İslam’a hizmet için Allah yoluna hizmet için yola çıkıyorsunuz ama bir süre sonra oradan kayıyorsunuz.

H.K. Yılmaz: Mezlaka-i akdâm, ayakların kayması bu işte. Hubb-i riyaset denilen şey böyle bir şey. Baş olma sevdası bir süre sonra insana, ‘menem diger nist’ dedirtiyor. Yani ‘ben varım, başkası yoktur.’ Allah korusun. Dolayısıyla insanın öteki ile mücadelede ötekinin varlığını kabulde problemi var. İnananlar ve inanmayanlar kim olursa olsun. Daima ötekinin varlığını da ötekinin hak sahibi olduğunu da, inanmasa bile onun da yaşama hakkı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Altınoluk: Altınoluk Dergisinde ‘grup nefsinin terbiyesi’ diye bir sayı yapmıştık.

H.K. Yılmaz: Dediğiniz gibi grubun da bir nefsi var. Bunu da aşmak lazım. Bazen cemaatlerde grup nefsi çok daha diri hale geliyor.

Altınoluk: Bu tür bir sapmanın nasıl doğduğunu düşünüyorsunuz?

H.K. Yılmaz: Onu ben hep güç zehirlenmesinde görüyorum. Güce ulaştıkça “biz bunları yapabiliyoruz, daha fazlasını da yapabiliriz. Bu güç var bizde, gibi gibi meydan okumalar başlıyor. Bizim hedefimiz ne, rızayı Bari mi, Allah’ın rızası mı? O zaman niye ötekini yok ederek buna ulaşmak gibi bir şeye ihtiyaç hissediyoruz ki. Onunla beraber de yapabiliriz bunu. Vaktiyle, (1995 yılında) bugün artık kriminolojik vakıa haline gelen grubun adamları, bana bizzat “Biz artık vakıf ve dernek değil devletlerle pazarlık ediyoruz” demişlerdi. Orada başlamıştı bu. Ben o zaman, bunların gidişi gidiş değil demiştim. Dolayısıyla bu noktada insanın kendini frenlemeyi bilmesi gerekiyor.

Altınoluk: Bu tür yapıların zaman içerisinde küresel bir takım güçler tarafından kullanılabileceğini ihtimal dâhilinde görüyor musunuz?

H.K. Yılmaz: O her zaman mümkün. Geçtiğimiz günlerde Cidde’de İslam İşbirliği Teşkilatı’nın, Afganistan iç Savaşının durdurulması için yaptığı bir toplantıya katıldım. Afganistan’da olanları anlattılar, çarpıldım. Afganistan’da ehli sünnet vel cemaat, Maturidi, Hanefi insanlar gruplar halinde birbiriyle savaşıyorlar. Orada patlatıyorlar 200 kişi ölüyor burada patlatıyorlar 150 kişi ölüyor. Vuran da Allahuekber diyor vurulan da... Orada bir iç savaş var biliyordum ama bu kadar bilmiyordum. Çok üzüldüm. Ben sanki çok farklı gruplar savaşıyor zannediyordum, hiç değilmiş. Camiler ayrı cemaat haline gelmiş ve bir başsızlık var.

Biraz önce bunu söyleyecektim, Türkiye’de, Afganistan ve Pakistan gibi durumların olmamasının, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir çatı kuruluşun varlığıyla alakalı olduğunu düşünüyorum. Türkiye de Pakistan ve Afganistan’daki bu parçalanmaya, camilerin ayrı cemaate dönüşüp birbirleriyle boğuşmasına sahne olabilirdi. Ama Türkiye’de öyle veya böyle devleti kuran iradenin Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun varlığına karar vermesi ve birtakım yetkilerle dini hayatın tedvirini onun eline vermiş olması bunları engelledi. Bu sebeple ben, yaşanan tecrübelerden de yola çıkarak Diyanet veya benzeri bir kurumla tarikat ve cemâatlerin denetlenmesi gerektiğini ifade ediyorum.

Altınoluk: Hocam denetim konusuna geçmeden önce, tarikatlardaki duruma da baksak, derim. Şöyle ki: Tarikat çok halis niyetlerle oluşuyor. Oradaki sapmalar nasıl ortaya çıkıyor? Oradaki problemli alan ne? Uzmanlık alanınız bu, el Lüma’yı tercüme ettiniz. Oradaki sapma alanlarını da anlattınız.

H.K. Yılmaz: Efendim insanın ayak kaymaları daha çok ferdi, nefsi şeylerle oluyor. Tabii tasavvuf ve tarikat daha çok insan unsuru ile gerçekleşen bir hizmet olduğu için işin başındaki insanların tavırları, başarıları, zekâları ve istidatları ile çok doğrudan alakalı.

Hakikaten olayları iyi okuyan, insan unsurunu iyi tanıyan ve belli bir eğitimden geçmiş, seyri sülük almış bir mürşid insanları kendine değil Allah’a taşıyor. Burada en büyük yanlışlık insanları kendine taşıması. Allah korusun. Mürşit konumundaki birisi, tarikat kurucusu, insanları kendinde bırakırsa ihanet etmiş olur.

Onları Allah’a taşıyacak. Yani kendi olmayacak devrede. Kesinlikle kendisini put haline getirmeyecek. Hatta yokluğunu ve hiçliğini anlatacak onlara. Biz aciziz, aciz kullarız diye onlara anlatması lazım. Ama o kendisini, lâyuhtî-hata yapmayan, erişilmez, ulaşılmaz gibi hissettirirse, böyle bir duygu verirse, bunun konuşulmasına izin verirse insanlar gizemliliği, olağanüstü şeyleri seviyorlar. Bundan sonra onlara birtakım olağanüstülükler izafe etmeye başlıyorlar.

Tasavvufun en çok tenkit edilen taraflarından birisi de, menkıbe ve keramet türü şeylerdir. Halbuki tasavvuf büyüklerinin ta baştan beri en çok vurguladıkları şey, “nefsin senden keramet ister. Sen kerameti bırak istikamete bak. En büyük keramet istikamettir.” “Emredildiğin gibi dosdoğru ol!” buyurulmuştur.

Gerçekten bu çok önemli ve anlamlı. Sonuçta insanız yani her insan, bu tip, taabbudi davranışlar, ihtiramlar, ta’zimat gibi şeyler gösterildikçe bir süre sonra inanmaya başlar. “Hakikaten bende bir şeyler var galiba” demeye başlar. Şeyh konumunda da olsa, halife konumunda da olsa kendinde bir şeyler vehm etmeye başlar. En büyük tehlike bu. Dolayısıyla bu işin başında olan insanlar buna dikkat etmeli.

Sevgi, saygı güzel bir şey ama onun da sınırını iyi koymak lazım. Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellemin- ısrarla ‘ben beşerim, kulum. Sizin gibi bir kulum, insanım’ demiş olması bence çok anlamlı ve önemli. Haa! O sıradan bir beşer değil, biz ona inanıyoruz. O Muhammedül Emin bir beşer, Rab değil, ilah değil. Bu ayrıntıyı iyi görmek lazım. Şimdi saygı telkin edeceğiz, ihtiramla kalplerde sevgi doğuracağız derken bazen dengeler bozulmuş, bozulabiliyor. Onun için şeriatın koyduğu ölçülere riayet ve dikkat ederek kişileri Rabbına yönlendiren mürşitler her zaman kazandırır.

Altınoluk: Burada belki bir cemaate, bir tarikata bağlanan insanların tavrı da önem kazanıyor. Bakıyorsunuz dini bir hareket gibi başlıyor, ondan sonra, tarih boyunca yaşadığımız çok örnekleri var, İslam’la hiç alakası olmayan alanlara giriliyor. Ve taabbudi ölçüde bağlılıklar oluşuyor. Hani diyorlar aklı kiraya vermiş. Sanki bütün tarikatlerde bütün cemaatlerde insanlar aklını kiraya vermiş gibi bir algı oluşuyor toplumda. Ama insanlar da uyarmıyorlar. Bağlılığı sürdürüyor. Bakıyorsunuz yanlışlıklar var, çok açık şeri ihlaller var ama bağlılık sürüyor. O ‘aklı kiraya verme’ konumuna karşı, en azından bağlılar nasıl bir hassasiyet içinde olmalı? Size gelse bir insan, ‘ne oluyor hocam nasıl bir bağlılık bu?’ dese bir müftü olarak ne diyorsunuz?

H.K. Yılmaz: Elbette ki insanın insanı sevmesi, hocanın talebesini, talebenin hocasını sevmesi beşeri bir duygu olarak normal ve hakikaten kabul edilebilir bir şey. Ama bunun taabbudi bir bağlılığa dönüşmesi ve ihtiram ettiği kimseyi lâyuhtî yâni hatasız, günaha düşmeyen bir varlık olarak algılayacak şekilde görmeye başlamış olması, bizim İslamȋ değerlerimizle, ölçülerimizle asla bağdaşmayan bir husustur. Bence öncelikle bunu söylemek lazım.

Benim esas takıldığım ve üzüldüğüm taraf, şeyh konumunda olan insanların, “ben de sizin gibi bir insanım” diyebilmeleri gerekirken, bu tür anlayışlara fırsat vermeleri. Halbuki “ben günahkar bir kulum” diyebilmeliler. Mütekamil şeyhler bunu yapıyor.

Tarihte bunu yapmışlar bugün de yapanlar var. Zaten insan bunu yaptığı zaman küçülmez, hatta büyür. Bir şeyh efendi; ‘Bir sürü günahımız var yapmayın. Biz de sizin gibi bir insanız. Biz sizin gece ne yaptığınızı bilmeyiz. Bizi de vebale sokmayın. Ama siz de adam gibi iyi çalışın’ deyiverse, ne olur? Hiçbir şey olmaz, gözlerde büyür. ‘Bak ne kadar büyük tevazu gösteriyor şeyhimiz’ der insanlar.

Altınoluk: Burada şeyhin karizmasının zaafa uğraması gibi bir riskten mi endişe ediliyor acaba?

H.K. Yılmaz: Muhtemelen öyledir. İnsanoğlu böyle bir kusuru kendisine izafe etmekten imtina ediyor. Oysa sonuçta insan. Bunu ona hissettirmesi lazım. ‘Ben de insanım. Benim de sizin gibi zaaflarım, eksiklerim var. Ben de acıkırım, ben de susarım. Sizin gördüğünüz tabii ihtiyaçlar benim için de olmazsa olmaz mesabesindedir. Siz belki de beni farklı gözle görmek istiyor, görüyorsunuz sağ olun ama, keşke öyle olsam’ dese mesela, onu yüceltir.

Hakikaten duyanlar da memnun olur. Fakat bu olmuyor çoğu zaman. Bu olmayınca da bu sefer şeyhler çok yukarı mertebelere konumlandırılıyor. Bu sefer hikmet aramaya, keramet aramaya, şunu mu demek istedi, arkasından bunu mu ima etti gibi karizmatik izafelere soyunuyor insanlar. Bence buna gerek yok. Şeyhi insan gibi görmek lazım, Kendi konumunda görmek lazım. Efendimizin uygulamaları bu noktada.

Altınoluk: Bir de son günlerde tarikatleri, cemaatleri Diyanet’in denetleme meselesi çok konuşuluyor. Bunun çerçevesi nasıl düşünülüyor?

H.K. Yılmaz: İsterseniz öncelikle şuradan başlayalım. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Diyanet İşleri Başkanlığı nezdinde bir toplantı gerçekleştirildi. Cumhurbaşkanımızın da katıldığı toplantı. Kamuoyunda bütün cemaat ve tarikatlerin gelişmelerden etkileneceği yönünde bir intiba oluştu. O toplantıda bunların birbiriyle karıştırılmaması, hepsinin aynı kefeye konulmaması gerektiği ifade edildi. Bunların farklılıklarını anlatacak ve birbirinden ayıracak, özellikle salim yapı içerisinde bugüne kadar gelmiş ve toplumda da hakikaten bir çimento değeri taşıyan yapıların zarar görmemesi adına bir çalışma yapalım ve bunlarla görüşelim diye bir karar alındı.

Bu tür bir algı yanılmasına ve ayakların kaymasına sebep olmamak için ne yapılabilir diye toplumda kabul görmüş, insanların saygı duyduğu cemaatlerin önde gelen insanlarıyla bir görüşme yapılması öngörüldü. Bu görüşmeleri yapmak üzere o günün Diyanet İşleri Başkanı üç kişiyi görevlendirdi. Birisi Din İşleri Yüksek Kurulu başkanı Ekrem Keleş, ikincisi başkan yardımcısı olarak ben ve üçüncüsü de Raşit Küçük bey.

Ben Başkan Yardımcısı iken, belli başlı gruplarla görüştük. Sonra İstanbul müftüsü olunca bunu devam ettirdik. Görüşmelerimiz 35 gruba ulaştı. Tarikat ve cemaat yapıları olan gruplar ile görüştük. Şunu sorduk: “Türkiye’deki cemaatlerin FETÖ benzeri bir algı ile yanlış anlaşılmasını önlemek ve sapmaların önüne geçmek adına Meclisi Meşayih gibi bir yapılanma olsa nasıl bakarsınız?” Görüştüğümüz insanların tamamına yakını böyle bir yapılanmanın yararlı olacağını ve böyle bir yapılanmanın içerisinde bulunmak isteyeceklerini ifade ettiler. Ve nihayet 02 Nisan 2018 tarihinde, yeni Diyanet İşleri Başkanımızın katılımıyla, bu 35 grupla Bahariye Mevlevihanesi’nde bir toplantı yapıldı.

Bunun devam ettirilmesi gerekiyor. İnsanlar kamuoyunda tartışılan, matbuatta yazılan çizilenlerden de etkilenerek ve endişelenerek, hakikaten bazı cemaatlerde katılımların düştüğü hatta geri çekilmelerin olduğunu görüşmelerimizde ifâde ediyorlar. Dolayısıyla hem o grupları korumak adına hem de bu grupların içerisinde ayağı kayma ihtimali olanların da önüne geçmek adına böyle bir yapı düşünüldü.

Osmanlı’da 19. yüzyılın ortasında Meclisi meşayih diye bir yapı kurulmuş. Bu yapı şeyhülislamlık dairesine bağlanmış. Belli başlı tarikat liderleri de o meclisin üyesi haline getirilmiş. Boşalan şeyhliklere atamalar yapılması, atamaların sınavla yapılması, vakıf mallarının nasıl harcandığı, vakıfların gelirlerinin nerelerden geldiği, nerelere gittiğine varıncaya kadar pek çok denetleme esaslarının da bulunduğu bir sistem kurulmuş aslında. Güzel bir sistem bu. Yani hem onları çok baskı altında tutup boğmayacak ama aynı zamanda da başı boş bırakmayacak, toplumdaki yanlış algıları önleyecek bir sistem kurulmuş. Meclisi meşayihin arşivi de, karar defterleri de bizim müftülüğümüzün bünyesinde.

Böyle buna benzer bir yapı bugün de olsa iyi olur diye düşünülüyor. Ancak tabii burada bir engel var. Nedir o engel? 677 sayılı yasa. 1924 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduğunda biliyorsunuz şeyhülislamlık kaldırılıyor. Dört yetki Diyanete devrediliyor. Mesâcid, cevâmi’, tekâyâ ve zevâyanın yönetim ve idaresi, dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduğunda, cami ve mescitlerle birlikte tekke ve zaviyeler de Diyanete bağlı. 1924’ten 1925 yılı sonuna kadar, yani 2 yıl. 1925 yılı sonunda 677 sayılı tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair yasa çıkıyor. O kanundan sonra tekkeler kapandığı için Diyanet’in uhdesinden çıkıyor. Ama o güne kadar tekke şeyhlerinin atanması, azilleri gibi konularda Meclisi Meşayih yerine Diyanet İşleri Başkanlığı fonksiyon görüyor. Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın iki yıl da olsa tekke şeyhlerinin yönetimi ve denetimi ile ilgili böyle bir tecrübesi olmuştur.

Cemâat ve tarikatların denetlenmesi işi meclis-i meşâyıh geleneğini ihya ederek Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde olabilir. Ama 677 sayılı tekke ve zaviyelerin kaldırılmasına dair yasa buna engeldir. Bu engelin kaldırılması lazım.Yasa ya düzenlenecek ya da tamamen kaldırılacak.

Bir başka yol daha var; Şu an Türkiye’deki tarikat ve cemaatler ya dernektir ya vakıftır. Batılı manada sivil toplum örgütü niteliğindedir. Bu sivil toplum örgütlerinin birleştirilerek konfederasyon şekline getirilip RTÜK benzeri bir üst yapılanmayla kendi kendilerini kontrol edebilecek bir mekanizma oluşturulabilir. Zaten devlet bugün sivil toplum kuruluşlarına bir takım teşvikler veriyor. Bu teşvikleri alabilmek için de o üst yapının referansları devreye girerse, kendi iradeleri ile o yapılanmanın içerisinde yer alarak bu kontrol mekanizması kendiliğinden sağlanmış olabilir.

Burada önemli olan ister tarikat ister dernek ister cemaat, cemiyet hangi vasıfta olursa olsun kurumların şeffaf olması gereken alanlar var. Şeffaf olması gereken alanlardan birincisi bunların hedefleridir. Tarikat, cemaat, vakıf veya dernek ne yapmak istiyor. Amaçları ne, bu amaçları dışında gizli amaçları olmamalı. Onlar net olmalı. Sonra mensuplarının sayısı ve nerede yaşadıkları, hangi bölgelerde bulundukları net ve açıkça beyan edilmeli. Gizlemeye hacet kalmamalı. Devlet de bu imkânı vermeli. Üçüncüsü de ekonomik gelirleri nereden geliyor. Üyelerinden aidat mı alıyor, kurumları mı var, fabrikaya mı ortak, tahvilleri mi var. Bunları da beyan etmeli ki devlet, şunu şunu niye yapmadın, şunu niye eksik yaptın diyebilsin. Veya onun bu manada önünü açıp destek olabilsin.

İster Meclisi Meşayih yoluyla ister biraz önce söylediğimiz üst kurul yoluyla bu gerçekleştirilebilirse toplumdaki bu algı yönetilmiş ve cemâatler nereye gidiyor diye sorma ihitiyâcı kalmaz. En azından devletin denetimi ve gözetimi üzerlerinde olur.

Altınoluk: Bu tür oluşumlar toplum nezdinde riskli yaklaşımlar olarak algılanıyor. Bunlara siz de vakıfsınızdır. Muhtemelen görüşmelerinizde de söyleyenler olmuştur. Bu tür oluşumların daha çok baskı aracı olarak kullanıldığı bir vakıa. Yani siyasi iktidarların tavrı, yargının kimi ünitelerinin tavrı, kimi emniyet mensuplarının uygulamaları biliniyor. Malum İslami alan, hizmet alanı çok rahat yürüyüşlerle gelmiş bir alan değil. Şu tarz bir değerlendirme, bir kural dışılık ortaya çıktığında devlet müdahale etsin deniliyor. Herkes diyor ki şu kadar zamandır Adnan Oktar, isim de verelim haydi, niye bu işleri yaptı? Devlet buna mani olamaz mıydı sorusunu soruyor insanlar. Fiilen oluşmuş başka alanlar var. Resmen bazı şeylerin ihlali anlamına gelen uygulamalar olmuş. Onları engellemesi lazım ama olmamış. Buna mukabil bakıyorsunuz en masum alana müdahale edilmiş.

H.K. Yılmaz: Belki bu tür mekanizmalar olsa, belirli yerlere ‘bak burada belli kaymalar görünüyor’ diye müdahale edilebilirdi. Böyle bir gücü veya böyle bir sorumluluğu olan bir mekanizma olsa müdahale edilirdi. Ama şimdi kimse bundan sorumlu değil, kimsenin yetkisi de yok. Devlet kendi yetki ve iradesi ile çıkarsa ne ala.

Altınoluk: Şimdi bütün alanlarda şöyle bir algı ortaya çıkıyor; yani falanca cemaat ile ilgili misin ki senin üzerinde soru olsun. Devletin herhangi bir kurumuna girişte böyle bir algı ortaya çıkıyor. Bunlar da sağlıklı değil. Liyakatli ise adam işe girsin. İşi yaparken cemaatine yontuyorsa yargıla onu. Tarikatına yontuyorsa yargıla onu. Çok kaygan alanlar var. Devlet denetlesin, Diyanete bağlansın gibi genel hükümler toplumda endişelere yol açıyor. Ne dersiniz buna?

H.K. Yılmaz: Tabi o ölçüleri çok iyi koymak lazım. Ama çok serâzâd, başıboş vaziyette oldukları zaman da, hem onlar itham altında kalıyor, nezih olanlar zarar görüyor hem de, biraz önce örneğini verdiğiniz gibi, yoldan çıkmış adam bir başka alanda yürüyüp gidiyor. Bir şekilde bu tür ayağı kayanlara müdahale edebilecek birileri olmalı.

Altınoluk: Başka örnekler de konuşulabilir burada. 28 Şubat döneminde Kur’an kursuna yardım eden insanlar irtica ile ilişkilendirilerek takibata uğradılar. O tarz olaylara Türkiye yabancı değil. Onun için kaygıları yabana atıyor musunuz?

H.K. Yılmaz: Kaygıları hiçbir zaman yabana atmıyoruz. Hatta kaygıları azaltmak için neler yapılabilir derdimiz o. Benim Diyanet vurgumun sebebi şu; Diyanet gibi bir kurumun olması sebebiyle Türkiye’de Afganistan, Pakistan benzeri bir olaylar yaşanmamıştır. Diyanet’in bu işte çok önemli bir yeri var. O yüzden cemâat ve tarikatler, Diyanetle irtibatlandırılmalı ama Diyanet Damokles'in kılıcı gibi herkesin kafasının üstünde değil, uzaktan yanlış yapanı takip ve rehberlik edecek şekilde olmalı; özgürlükler kısıtlanmamalı.

Diyanet’in Din İşleri Yüksek Kurulu diye devasa bir kurumu var. En azından kurul, bunların yapıp - ettikleri ile ilgili dosya tutmalı, yanlış işlere girdiği zaman bu bilgileri ilgililer ile paylaşabilmeli. Yoksa her defasında kafasına vuran değil. Ayak kaymasına sebep olacak beyanlar, uygulamalar ve işler varsa onları ilgili kurumlarla paylaşmalı ve ‘dini bakımdan artık zararlı hale gelmeye başladı’ bilgisini vermeli Diyanet. Bu bilgi diğer devlet kurumlarını rahatlatır.

Diyanet kurumunun imzalamadığı şeyler elbet o söylediğiniz 28 Şubat gibi uygulamalara sebep olabilir. Onu istemeyiz hiçbir zaman. Yani Diyanet bunlar artık dini bakımdan da zararlı olmaya başlamışlardır şeklinde bir tespitte bulunmalı. Onun için ben Diyanet diyorum. Çünkü bunlar din diye ortaya çıkıyorlar. Öyleyse dine hizmet ediyorlar mı, yoksa zararlı olmaya mı başladılar? İşte Diyanet burada devreye girmeli ve kendilerine yerine göre rehberlik edebilmeli. Yoksa Diyanet Emniyetin yapacağı işi yapmamalı. Diyanet’in yapacağı iş, bunlar dinle problemli olmaya başladılar, dinle insanları kandırıyorlar, dinle ekonomik güç devşiriyorlar, şeklinde olmalı.

DİYANET SİYASİ ETKİ ALTINDA KALIR MI?

Altınoluk: Bir de şunu sormazsam olmaz; genel islamî kamuoyunda Diyanet’in de siyasi etki altında kalma riski gündemde tutulur. Diyanette bu siyasi etkiyi nasıl görüyorsunuz?

H.K. Yılmaz: Şöyle söyleyeyim Diyanet İşleri Başkanlığı tabii Türkiye’de devletin bir kurumudur. Devlete bağlı bir kurumun devletten vareste olması düşünülemez. Ama bu süreç içerisinde Diyanet’in kendi refleksleri oluşmuştur. Diyanet karar verirken başındaki insanı tek başına bırakmamış. Bir Din İşleri Yüksek Kurulu var. Kararların Din İşleri Yüksek Kurulu’nun kararı olarak uygulamaya konulması istenmiştir. Mesela 12 Eylül ve 28 Şubat sürecinde başörtüsü ile ilgili olarak defaatle talep gelmiş başkana.

Başkan; ‘ben tek başıma böyle bir karar veremem. Bizim Din İşleri Yüksek Kurulu diye bir kurulumuz var. Ben oraya bunu sunarım. Orada âlimlerimiz var, Onlar müzakere ederler ve ben ancak onların verdiği kararı size tebliğ ederim.’ diye cevap vermiş.

Kurul da “Allah böyle buyuruyor, Peygamber böyle söylüyor. Dinin emri bu, farz olan bu.” deyince başörtüsü talebi geçmemiş. Bu manada Diyanet’in kendini savunma refleksleri var. Din İşleri Yüksek Kurulu vasıtasıyla siyasetin doğrudan şöyle yapacaksın dediklerine, “Pardon bir dakika” diyebilir.

Başkan, “Ben Diyanet İşleri Başkanı’yım ama kurulun önünde başkan değilim. Onların sadece sözcüsü gibiyim” diyebilir. Ve geçmiş süreçte de demiştir. Bu şekilde bir savunma refleksi ile kurulu da, dini de koruma imkânı var. Ama çok ters zamanlar gelir, Kurulu da değiştirir o ayrı mesele ama o çok uçuk bir düşünce. O kadar da olmaz. En zor zamanlarda bile olmadı çünkü. Bundan sonra hiç olmaz inşallah.

Kaynak: Altınoluk Dergisi, Sayı: 391

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.