Din Tahripçileri Kimlerdir?

İSLAM

Dînî ilimlerin tahsilinde, öncelikle kalbe seviye kazandıracak mânevî terbiye ve takvâ eğitimine ağırlık verilmesi elzemdir. Zira kişiyi Hak katında makbul kılan, dînî tahsil diploması değil, kalbindeki takvâsıdır.

Şüphesiz ki dünyaya âhireti kazanmak için geldik. Cenâb-ı Hak, ilmi de bize Yüce Zât’ını tanımamız ve asıl hayat olan âhirete hazırlanmamız için bildiriyor. Allah katında kula kıymet kazandıracak ilmin aslî gâyesi, bu hakîkatlerin bilinip muktezâsınca yaşanmasıdır. Yani ilmin gâyesi, sırf dünyevî makam, menfaat, rahatlık ve güç elde etmek değildir. Çünkü fânî dünya hayatı, ebedî âhiret yolculuğundaki kısa bir merhaledir. Bizler dünyadan nasîbimizi unutmamakla birlikte, asıl âhiretimizi kazanmak için burada bulunduğumuzu unutmamalı, ebedî saâdet ve selâmeti temin edecek ilimden gâfil kalmamalıyız.

Üniversiteyi bitirmiş, yüksek tahsil yapmış, bilgili, kültürlü nice gençler görüyoruz. Ne yazık ki Kur’ân ve Sünnet kültüründen haberleri yok. Yaptıkları tahsilin de, Kur’ân ve Sünnet’te medhedilen ilim olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki insanın zihnini ve kalbini Allâh’a götürmeyen, O’nun kudret ve azamet-i ilâhiyyesini idrâke ulaştırmayan bilgiler, kişiye belki bu dünyada bir etiket ve apolet kazandırır, fakat ebedî hayatta kendisini müşkül duruma düşmekten kurtaramaz. Böyle tek taraflı bir ilim tahsili için verilen emekler, bir pırlantanın çöpe gitmesi gibi hazin bir tâlihsizliktir. İşte bu hakîkati çok geç olmadan anlayıp Hak katında makbul olduğu şekliyle ilim tahsiline gayret etmek îcâb eder.

DİN ALİMİ ETİKETLİ DİN TAHRİPÇİLERİ

Takvâdan uzak bir dînî tahsil, ilâhî hakîkatleri dahî dünyevî ve nefsânî kaygılarla değerlendiren “din âlimi” etiketli “din tahripçileri”nin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bunlar da servet, şehvet ve şöhret gibi nefsânî ihtiraslara tamah ederek verdikleri fetvâlarda “Kitap ve Sünnet’e uyma” hassâsiyetini yitirerek “kitabına uydurma” menfaatçiliğine meylederler. Toplumun dînî eğitim noksanlığından doğan cehâletini fırsat bilerek, on tane doğrunun arasına kattıkları birer yanlışla, dînin hükümlerini eğip bükerler. İlme hizmet adı altında, toplumun îmânını ifsâd ederler.

Tarih pek çok defa şâhit olmuştur ki, takvâ ehli olmayan din âlimleri, dînin hükümlerini kendi menfaatlerine göre te’vil etmekten çekinmemişlerdir. Menfaat umdukları fânîleri memnun etmeyi, Allâh’ın rızâsından daha ön plânda tutacak kadar alçalabilmişlerdir. Nitekim dinler tarihine bakıldığında, Yahudîlik ve Hıristiyanlığın bu şekilde tahrife uğramış olduğu, artık herkesin bildiği bir gerçektir.

İMAM EBÛ HANİFE DÜNYEVİ MAKAMLARI BİR KENARA İTMİŞTİ

Yine tarihe baktığımızda, canı pahasına da olsa ilâhî hükümlerden tâviz vermeyip ilmin vakârını koruyan müttakî âlimlere de şâhit olmaktayız.

Nitekim büyük İslâm hukukçusu Ebû Hanîfe Hazretlerine, halîfelikten sonra en yüksek makam olan Bağdat kadılığı teklif edilmişti. Fakat iktidardaki zâlim idâreciler tarafından fetvâlarının çarpıtılıp yanlış icraatlerine âlet edileceğini bilen Ebû Hanîfe Hazretleri, bu teklifi reddetti. Hazret, teklifi kabûl etmediği için zindana atılıp kırbaçlanarak cezalandırıldı. Fakat Ebû Hanîfe Hazretleri, dînin hükümlerinin çarpıtılmasındansa, zindanda kırbaç yemeye râzı oldu. Ona bu zulmü revâ görenler geldi geçti, isimleri bile unutuldu; fakat bugün Ebû Hanîfe Hazretleri, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in İmâm-ı Âzam’ı olarak gönüllerde yaşamaya ve hayır duâlarla yâd edilmeye devam ediyor.

KUR’AN, SÜNNET VE SALİH ALİMLER

Bizler de dînî bilgilerimizi kimden aldığımıza son derece dikkat etmeli, böylesine sağlam bir istikâmet sahibi olan sâlih ve ârif âlimlerin tebliğ ve irşadlarından feyz almaya gayret göstermeliyiz.

Nitekim Kadı Şurayh Hazretleri, Hazret-i Ömer’e bir mektup yazarak (nasıl hüküm vermesi gerektiğini) sormuştu. Hazret-i Ömer –radıyallahu anh- da cevâben şunları yazdı:

“Allâh’ın Kitabı’nda olanlarla hükmet. Eğer onda bulamazsan Allah Rasûlü’nün Sünnet’iyle hükmet! Allâh’ın Kitabı ve Rasûl’ünün Sünnet’inde de bulamazsan sâlih (âlim)lerin verdiği hükümlerle hüküm ver...” (Nesâî, Kudât, 11/3)

Şunu unutmamak gerekir ki, bir kimsede ilim var, fakat amel yoksa; ya da ilim ve amel var, lâkin ihlâs ve takvâ yoksa; her iki durumda da âkıbet hüsrandır. Cenâb-ı Hak, ilimlerini nefsânî menfaatlerine âlet eden amelsiz âlimleri Kur’ân-ı Kerîm’inde; “kitap hamallığı yapan merkepler[1] olarak tasvir ederken, ihlâs ve takvâdan uzak, gâfilâne amel işleyenlere de; “yazıklar olsun” [2] buyurmaktadır.

Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Cum’a, 5.

[2] Bkz. el-Mâûn, 4-6.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarından Hikmetler, Erkam Yayınları

İSLAMİ EĞİTİM ALIRKEN DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER - VİDEO İKONU

DİNİ KİMDEN VE NASIL ÖĞRENMELİYİZ? - VİDEO İKONU