Derde Derman Bakışlar

“Bakmak, göz atmak” mânâlarına gelen “nazar” kelimesini duyduğumuzda, genelde ilk akla gelen yönü, “göz değmesi” olur ve halk tarafından “zararlı” kabul edilir. Hâlbuki nazarın bir de gönüllere şifâ olan, güzel bir şekli vardır. Ve o nazar, öyle güzeldir ki, değmesinden korkulmaz, değsin diye duâ edilir…

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar.” (Tirmizî, Tefsîr, 15) buyurmuştur.

Bu hususta Allah dostları, her mü’minin firâsetinin îmânı nisbetinde olduğunu ve bu itibarla kâmil mü’min olan evliyâullâhın firâsetinin diğer insanlara nispeten çok daha kuvvetli olduğunu belirtmişlerdir.

Mürşid-i kâmillerin diledikleri müridlerine bir terbiye metodu olarak kullandıkları nazar, Rabbimizin izni, inâyeti ve lütfuyla, mânevî olarak büyük yol katettirir. Hidayete vesîle olan irşad yolunun belki de en kısa ve en tesirli yoludur, mürşid nazarı...

Hâce Mûsâ Topbaş -kuddise sirruh- Hak dostlarının nazarı hakkında şöyle buyurmuşlardır:

“Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, sevdiği, azîz etmeyi murâd ettiği bir kulunun kalbine kendi sevgisini koyar. O kul, kulluk îcâbı, bunun kadr ü kıymetini bilip hüsn-i istîmal ederse, yani tam ihlâs üzere teslîmiyet yolunu tutarak kulluk îcâbı ne yapmak lâzım gelirse onu îfâ ettiğinde perdeler açılır. Kolaylıkla Allah Teâlâ ile ünsiyet hâli tecellî eder. O, bu sûretle aradığını kolaylıkla bulmuş olur. Bu Rabbimizin iltifât-ı ilâhiyyesidir. Bu hâle bazen Allâh’ın has bir kulunun, yani bir mürşid-i kâmilin nazarıyla erilir. Bu, pek az kimseye nasip olur. Mürşid-i kâmilin nazarı, her müracaat edene tesir etmez, ancak Allâh’ın murâd ettiği, her hususta ciddî, samimî, kemâle ermiş, yüksek ahlâk sahibi kişilerin dahî pek azına nasip olur. O; bazılarının, aylarca, hattâ senelerce elde edemediğini, pek kısa zamanda elde eder. Bu iltifât-ı ilâhiyyedir.”

Rabbimizin bu lütfuna, Ehlullâh’ın bu himmetine mazhar olabilmek çok zordur. Bunun için Allâh’ın dostlarına hürmet ve mânevî yolda gayret, samimiyet ve ciddiyet gereklidir. Mürşid ziyareti ve sohbetlerine devam ise, önceliklidir.

MÜRŞİDİN NAZAR VE HİMMETİ

Mürşidin nazar ve himmetini kazanmanın ehemmiyeti hakkında muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi’nin “Îmandan İhsâna Tasavvuf” kitabında okuyucuları ile paylaştığı şu kıssa, ne kadar da mânidardır:

“İmam Hatip Lisesi’nde okuduğum yıllardı. Ahmed Can isimli güzel bir gönül insanı tanıdım. Pakistanlı idi. Sâmî Efendi Hazretleri’ne meftûndu. Rahmetli babam Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’u da çok sever, yanından ayrılmak istemezdi. Nitekim sık sık Türkiye’ye Sâmî Efendi Hazretleri’ni ziyârete geldiğinde, bahçemizde bulunan misâfirhânede kalırdı.

Gönlü öyle derin bir muhabbetle doluydu ki, sohbet olmadığı günlerde dahî Sâmî Efendi Hazretleri’ni görmek iştiyâkıyla yanıp tutuşur ve Hazret-i Pîr’in evinin etrafında dolaşır dururdu. Bir akşam bu muhabbetin kendisinde nasıl husûle geldiğini şöyle nakletti:

«Bir hac mevsimiydi. Ravza-i Mutahhara’da Ashâb-ı Suffe denilen mevkide oturuyordum. Bir ara gayet zarîf, temiz yüzlü ve sîmâsına bakıldığında Allâh’ı hatırlatan bir zât-ı muhterem, beraberinde bulunan nûrlu bir cemaat ile önümden geçti. Tam benim hizamda iken de fakire şöyle bir nazar lûtfetti.

İşte o melek gözlerin nazarı ile bir anda başka bir iklîme, ayrı bir dünyaya girdim. Her şey değişti. Aldığım mânevî hazdan kendimi kaybeder gibi oldum. Bir anda o emsâlsiz insana meftûn olmuş, yarı baygın bir hâle düşmüştüm. Az sonra biraz kendime gelince, derhal o zâtı bulmaya azmettim, ancak Ravza-i Mutahhara’nın o meşhur kalabalığı arasında bu mümkün olmadı.

MANEVİ NAZAR

Tekrar aynı yerden döner düşüncesi ile orada beklemeye başladım. Şükür ki, ümidim boşa çıkmadı. Sevinçle kendilerini takip ettim. Etrafındakiler, beni bir dilenci zannetmiş olacaklar ki, birkaç kişi yanıma yaklaşıp sadaka vermek istedi. Fakat kabul etmedim. Aslında varlıklı bir kimse de değildim. Ama o sâlih zâtın nazarlarının berekâtı ile dünyaya âit her şey gözümde değerini yitirmiş ve artık değişik bir kanaat deryasına gark olmuştum. Nihâyet bir eve vardılar ve içeri girdiler. Ben de arkalarından eve girmek isteyince, yanındakiler beni tanımadıklarından dolayı, gayet tabiî mânî oldular. Fakat o ârifler sultanı Hazret-i Sâmî, ardına döndü ve lütfedip beni de içeriye kabul buyurdu. O gün, o evde de bu büyük zâtın nice tecellîlerine, nazar ve teveccühlerine mazhar oldum.

Elhamdülillâh, o nazar ve teveccühlerle bütün hayatım değişti, güzelleşti ve artık bambaşka, pek latîf ve ebedî bir dünyanın insanı hâline geldim. Şimdi her sene bir miktar para biriktirip de buralara gelerek onun nazar ve teveccühlerinden istifâde edebilmek, gönlümün en büyük mânevî kazancı ve yegâne neşvesidir.»” (Osman Nûri Topbaş, Îmandan İhsâna Tasavvuf, sh: 275-276)

Hidayete vesîle olan, mânevî âlemde kişiye büyük yol aldıran nazar, ömürlük değildir elbet… Yani Allah dostlarının nazarına nâil olmakla iş bitmez. Bu yolda gayret ve istikamet esastır. Allah dostlarından Alâüddîn Attâr Hazretleri, bir Hak dostunun nazarını alan mürîdin, mânevî yolda gayret etmesi hakkında şöyle buyurmuştur:

ÇALIŞAN GAYRET EDEN MUVAFFAK OLUR

“Büyük Hak dostları, Allâh’ın yardımının ve muvaffakıyetin ancak gayretle mümkün olduğunu ifâde etmişlerdir. Yani çalışıp gayret eden muvaffak olur.

Aynı şekilde mürşidin rûhâniyetinin tâlibe yardımı, onun mürşidinin emirlerini yapma hususundaki gayreti nisbetindedir. Sa’y u gayret olmazsa, fazla bir netice alınamaz. Mürşidin tâlibe teveccühünün tesiri birkaç günlüktür. Devamlı tesiri olmaz.

Mâlûmdur ki, mürşidin müridlerine teveccühü, hep Hak Teâlâ’nın lütfetmesi iledir… Biz Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’nin yanında bütün vakitlerimizi mânevî yoldaki sa’y u gayretle geçirdik…” (Mevlânâ Ali bin Hüseyin, Reşahât, s. 169-170)

Büyüklerden bir zât, ne güzel söylemiş:

İksîr-i âzamdır nutk-ı ehlullâh

Tunca değse, anı sîm ü zer eyler

Yek nazâr eylese, ârif-i billâh

Aslı kem hâreyi mücevher eyler

(Allah dostlarının bir tek sözü, tılsımlı bir iksir gibidir. O söz tunca değse, onu altın eder, gümüş eder. Evliyâullâhın bir tek bakışı, kötü bir taşı bile mücevher eyler.)

NOT: Çok değerli okuyucularımızdan, Hak dostlarından melek simâlı, derviş meşrepli Üstâdımız Mahmûd Samî Ramazanoğlu -kuddise sirruh-’un Rabbi ile vuslatının sene-i devriyesi vesîlesi ile rûh-i saâdetlerine bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs-ı Şerîf okumalarını istirham ederim.

Kaynak: Merve Güleç, Şebnem Dergisi, 144. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.