Dağ Başlarında Kur’an Öğretirlerdi

Ashâb-ı Kirâm Kur’ân Kerîm eğitimine ehemmiyet verir, O’na karşı büyük ihtimam gösterirdi.

Müslümanlar târih boyunca Kur’ân eğitimine pek büyük bir ehemmiyet atfetmişlerdir. Zira Allah ve Resûlü, insanları, bir araya gelerek Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup anlamaya teşvik etmektedir.[1] Resûlullah (s.a.v) bu tür gayretlerden Cenâb-ı Hakk’ın ziyâdesiyle memnûn olduğunu şöyle ifade buyurur:

“…Bir cemaat, Allah Teâlâ’nın evlerinden bir evde toplanıp Allah’ın kitâbını okur ve onu aralarında müzâkere eder, anlayıp kavramaya çalışırlarsa, üzerlerine sekînet iner ve kendilerini rahmet kaplar. Melekler onları kuşatırlar. Allah Teâlâ da onları kendi nezdinde bulunanların arasında zikreder…” (Müslim, Zikir, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)

DEFİN İŞLEMİNDE ÖNCELİK SIRASI

Peygamber Efendimiz, Kur’ân’ı iyi bilenlere her yerde kıymet vermiş, onlara dâimâ öncelik tanımıştır. İmam, vâli ve kumandan gibi bir idâreci tâyin edeceğinde veya şehitleri defnederken hangisini önce koymak gerektiği sorulduğunda hep Kur’ân’ı daha çok bilenleri tercih etmiştir.[2] Tebük Seferi’ne çıkarken Neccâroğulları’nın sancağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Daha sonra Zeyd bin Sabit’i görünce, sancağı Umâre’den alıp ona verdi. Umâre (r.a):

“–Yâ Resûlallah! Bana kızdınız mı?” diye sorunca Peygamber (s.a.v):

“–Hayır! Vallahi kızmadım! Fakat siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir. Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimse başkalarına tercih edilir!” buyurdu.

Evs ve Hazrec kabilelerine de, sancaklarını Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kişilere vermelerini emretti. (Vâkıdî, III, 1003)

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in ashâbı bir araya gelip oturduklarında, öncelikle Kur’ân-ı Kerîm ile meşgul olur, onu okur ve anlamaya çalışırlardı. Ya içlerinden biri bir sûre okur veya birinden bir sûre okumasını taleb ederlerdi.” (Hâkim, Müstedrek, I, 172/322. Krş. Hatîb el-Bağdâdî, el-Fakîh ve’l-mütefakkih, Beyrut 1395, II, 126)

ASHAB-I KİRAM’IN KUR’AN EĞİTİMİNE VERDİĞİ EHEMMİYET

Abdullah bin Mesʻûd’un şu söz, ashâb-ı kiramın Kur’ân eğitimine verdikleri ehemmiyeti ne güzel ortaya koyar:

“Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemîn ederim, Allah’ın kitâbından hiçbir sûre indirilmemiştir ki ben onun nerede ve kimin hakkında nâzil olduğunu bilmeyeyim. Bir kimsenin Allah’ın kitâbını benden daha iyi bildiğini duysam ve deveyle ona ulaşmak da mümkün olsa, hiç durmaz hemen yola düşerim.”[3] (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 8)

Sahâbeden biri evine girdiğinde hanımı ona derhal şu iki suali tevcih ederdi:

1) Bugün Kur’ân’dan kaç âyet nâzil oldu?

2) Allah Resûlü’nün hadislerinden ne kadar ezberledin? (Abdülhamîd Keşk, Fî rihâbi’t-tefsîr, I, 26)

Resûlullah (s.a.v), Medîne’ye gelip Müslüman olan heyetlerle çok yakından ilgilenirdi. Onların Medine’de bir müddet kalarak Kur’ân-ı Kerîm’i ve dînî esasları öğrenmelerini ve kendi tatbikatını müşâhede ederek İslâm’ı anlamalarını isterdi. Meselâ Abdülkays heyeti geldiği zaman Ensâr’dan, onları misafir etmelerini ve ikramda bulunmalarını istemişti. Bu arada gerekli dini malumatı öğretmelerini, namaz için lüzumlu sûreleri ezberletmelerini tenbihlemişti. Sabahleyin geldiklerinde hâl ve hatırlarını, Ensâr’ın ilgisinden memnun olup olmadıklarını sordu. Onlar da memnuniyetlerini ifade ettiler. Ashâbın gayreti ve Abdülkays’lıların öğrenme azminden son derece memnun kalan Peygamber Efendimiz, onlarla tek tek ilgilenerek ezberledikleri Tahiyyât’ı, Fâtiha’yı, diğer sûreleri ve öğrendikleri sünnetleri bizzat kendisi kontrol etti. (Ahmed, III, 432; IV, 206)

Bu tür heyetler memleketlerine dönerken Resûlullah (s.a.v) Efendimiz onlardan, burada öğrendikleri şeyleri kavimlerine tâlim etmelerini isterdi. (Nesâî, Ezân, 8; Ebû Dâvûd, Ramazan, 9)

Übey bin Kâʻb (r.a) da Medîne-i Münevvere’ye gelen heyetlere Kur’ân ve fıkıh öğretirdi. (İbn-i Saʻd, I, 316-317, 345; Vâkıdî, III, 968-969)

ASHAB-I SUFFE

Gece gündüz devamlı Mescid’de kalan Ashâb-ı Suffe, bir taraftan ilim öğrenir, bir taraftan da devamlı çalışarak talebe ve hoca yetiştirirlerdi. Ashâb-ı Suffe’ye muallim tâyin edilen Ubâde bin Sâmit (r.a), insanlara Kur’ân ve yazı öğrettiğini ifade eder. O ve diğer sahâbîler, dışarıdan gelen insanları evlerinde misâfir eder, onlara ikram ve ihsanlarda bulunur ve Kur’ân-ı Kerîm öğretirlerdi.[4]

Nitekim Umeyr bin Vehb, Medine’ye gelip müslüman olduğunda Resûlullah (s.a.v), ashâbına:

“–Kardeşinize dînini iyice anlatınız! Kendisine Kur’ân okuyup öğretiniz!..” buyurmuştu. (İbn-i Hişâm, II, 306-309; Vâkıdî, I, 125-128; Heysemî, VIII, 284-286)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN İLİM ÖĞÜDÜ

Resûlullah (s.a.v) Vedâ Haccı’nda:

“−Ey insanlar! İlim sizden alınmadan ve ortadan kaldırılmadan evvel ondan nasîbinizi alınız!” buyurmuştu… Bir bedevî şöyle sordu:

“−Yâ Nebiyyallâh! İlim bizden nasıl kaldırılır? Ellerimizde Mushaf nüshaları mevcut, onu bütün muhtevâsıyla öğrendik, kadınlarımıza, çoluk çocuğumuza ve hizmetçilerimize de öğrettik…” (Ahmed, V, 266; Heysemî, I, 200. Krş. Tirmizi, İlim 5/2653)

DAĞ BAŞLARINDA KUR’AN ÖĞRETİRLERDİ

Bu rivâyet bize, ashâb-ı kirâmın Kur’ân-ı Kerîm’i yazma, öğrenme ve öğretme gayretlerinin çöllerde ve dağ başlarında yaşayan bedevîlere kadar uzandığını göstermektedir.

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, Abbâd bin Bişr (r.a)’i Benî Mustalik kabilesinin zekâtlarını toplamak üzere göndermişti. Abbâd (r.a) Mustalikoğulları’nın yanında on gün kaldı. Onlara Kur’ân-ı Kerîm okuttu, İslâm’ın esaslarını ve ahkâmını öğretti. Daha sonra kendilerinden memnûn kalarak Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanına döndü. (İbn-i Sa’d, II, 161-162; Makrîzî, İmtâu’l-esmâʻ, Beyrut 1420, II, 42)

Müslümanların kumandan ve askerleri bile insanları terbiye eden birer muallim idiler. Bunun misallerinden birini şu hâdisede görüyoruz: Resûlullah (s.a.v) Hâlid bin Velîd’i bir sefere göndermişti. Hâlid (r.a) oradan Allah Resûlü’ne yazdığı mektupta, Beni’l-Hâris kabilesini İslâm’a dâvet ettiğini, onların da toptan İslâm’a girdiğini bildirdikten sonra şöyle der:

“Bu kabilenin içinde ikâmet ediyorum, onlara Allah’ın emrettiği şeyleri söylüyor, nehyettiklerinden sakındırıyorum. Allah Resûlü’nün bundan sonra nereye gideceğimi bildiren mektubu gelinceye kadar onlara İslâm’ın esaslarını ve Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sini öğreteceğim. Ve’s-selâmu aleyke yâ Resûlallâh!” (Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah, el-Vesâiku’s-siyâsiyye, s. 165-166)

KUR’AN VE SÜNNETLERİ ÖĞRETİYORLARDI

Peygamber Efendimiz ve halîfeleri, İslâm dünyasının muhtelif merkezlerine pek çok âlim sahâbîyi hoca olarak göndermişlerdir. Onlar insanlara Kur’ân’ı ve sünnetleri öğretiyorlardı.[5] Meselâ Mus’ab bin Umeyr ile İbn-i Ümmi Mektûm v Medîne’ye muallim olarak gönderildiler. Büyük bir gayretle İslâm’ı anlatıyor ve Kur’ân tâlim ediyorlardı.[6] Şam’a gönderilen Ebu’d-Derdâ (r.a) orada uzun süre yaşadı ve çok meşhur bir ilim halkası kurdu. Onun gözetimi altındaki talebelerin sayısı 1600’ü aşıyordu. Talebelerini onar kişilik gruplara ayırdı. Onlara toplu olarak ve grup grup dersler verirdi. Sabah namazını kıldıktan sonra hemen derse başlardı.[7] Benzer metodlar başka sahâbî ve tâbiîn tarafından diğer şehirlerde de tatbik edildi.[8] Ebû Mûsâ el-Eşʻarî (r.a) Basra’da halka ders verirdi. Saflar arasında bir o yana bir bu yana giderdi. Onlara secde âyeti de öğretir ve sonunda tek secde yapardı.[9]

Hz. Ömer, Yezit bin Abdullah’ı merkezden uzakta yaşayan bedevilere Kur’ân öğretmek için gönderdi ve bedevî kabilelere giderek öğrenim derecelerini tespit için Ebû Süfyan’ı da müfettiş tayin etti. O ayrıca Medine’de çocuklara Kur’ân öğretmesi için üç sahabîyi vazifelendirip her birine aylık 15 dirhem maaş bağladı ve yetişkinler de dâhil herkese kolayından en az beşer âyet öğretilmesini emretti.[10]

KUR’AN TALEBELERİNE KIYMET VERİLİRDİ

Ashâb-ı kirâm, Kur’ân talebelerine çok değer verirlerdi. Bir defasında Hz. Ali (r.a) Kûfe Mescidi’nden seslerin yükseldiğini duyunca ne olduğunu sordu. Kendisine:

“–Birtakım kişiler Kur’ân okuyor ve öğreniyorlar” denildi. Hz. Ali (r.a):

“–Ne mutlu onlara! Onlar Resûlullah (s.a.v) nezdinde insanların en sevgilileri idi” buyurdu. (Heysemî, VII, 162)

Onlar, Kur’ân tâlimini büyük bir tâzimle îfâ ederlerdi. Abdullah bin Mes’ûd (r.a) birisine bir âyet okutur ve:

“–Bu âyet, üzerine Güneş’in doğduğu veya yeryüzünde bulunan her şeyden daha hayırlıdır” buyururdu. Bu sözünü Kur’ân’ın her âyeti için tekrar ederdi. (Heysemî, VII, 166)

[1] Fâtır, 29; Sâd, 29; Tâhâ, 124-126; Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21; Müslim, Zikir, 38; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımeşk, XXVII, 67.

[2] Müslim, Mesâcid, 290, Müsâfirîn, 269; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 2/2876; Nesâî, Cenâiz, 86, 87, 90, 91; Ahmed, IV, 218; Heysemî, VII, 161; İbn-i Hişâm, IV, 185; İbn-i Sa’d, V, 508.

[3] Müslümanlar, Kur’ân’ı en doğru bir şekilde öğrenip ezberleme husûsunda gösterdikleri hassâsiyetin bir benzerini Resûlullah Efendimiz’in hadîs-i şerîfleri için de göstermişlerdir. Buna dâir birkaç misal şöyledir:

Ebû Eyyûb el-Ensârî t bir hadîs-i şerîf husûsunda tereddüde düşmüştü. O hadîsi Efendimiz r’den dinleyenlerden sadece Ukbe bin Âmir t hayatta kalmıştı. Ebû Eyyûb Hazretleri deve sırtında Medîne-i Münevvere’den yola çıkıp dağlar, çöller aşarak Mısır’a geldi. Hz. Ukbe ile karşılaştığında hemen ilk olarak o hadîsi sordu. Hz. Ukbe de: “Kim dünyada bir mü’minin ayıbını örterse, kıyâmet günü Allah Teâlâ da onun ayıbını örter” diye hadîsi rivâyet etti. Ebû Eyyûb t “Tamam” dedi ve hemen devesine atlayıp geri döndü. (Bkz. Ahmed, IV, 153, 159; Hâkim, Mârifetü ulûmi’l-Hadîs, s. 7-8; İbn-i Abdi’l-Berr, İlim, s. 123)

Câbir bin Abdullah (r.a), Abdullah bin Üneys’e bir tek hadîs-i şerîf sormak için tam bir aylık yol yürümüştür. Bir seferinde Medîne’den Şam’a, diğerinde de Mısır’a gitmiştir. (Bkz. Buhârî, İlim, 19; Ahmed, III, 495; Hâkim, Mârifet, s. 8-9; İbn-i Abdi’l-Berr, İlim, s. 127)

Tâbiînin önde gelenlerinden Ebü’l-Âliye şöyle demiştir:

“Biz, Basra’da iken Resûlullah Efendimiz’in ashabından gelen bazı rivâyetler işitiyorduk. Buna gönlümüz râzı olmuyor, hemen bineğimize atlayıp Medine’ye geliyor ve hadîs-i şerîfi bizzat ashâbın ağzından dinliyorduk.” (Dârimî, Mukaddime, 47/570; Hatib el-Bağdadî, el-Kifâye fî ilmi’r-rivâye, Beyrut 1988, s, 402-403)

Saîd bin Müseyyeb de şöyle demiştir:

“Sadece bir hadis öğrenmek için gece gündüz uzun yolculuklar yapıyordum.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 106)

Ömer bin Abdilaziz g, Medine vâlisi Ebû Bekir bin Hazm’a şöyle yazmıştır:

“Bak, araştır ve Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinden ne varsa hepsini yaz! Zira ben, ilmin kaybolmasından ve ulemanın gitmesinden korkuyorum.” Bu faaliyette Peygamber Efendimiz’in hadislerinden başka bir şey kabul edilmiyordu. Âlimler ilmi yaymalı ve herkese açık ilim halkaları teşkil etmeli ki bilmeyenler de böylece öğrenebilsin. Zira ilim, gizli kalmazsa yok olmaz. (Buhârî, İlim, 34) Halîfe bu emri diğer bölgelere de göndermiştir. (Ebû Nuaym, Târîhu Isbahân, Beyrut 1410, I, 366; Aynî, Umdetü’l-Kârî, II, 129)

[4] Bkz. Ebû Dâvûd, Büyû, 36/3416; İbn-i Mâce, Ticârât, 8; Ahmed, V, 315, 324; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, III, 160.

[5] Dârimî, Sünen, I, 135 (thk. Dahman); İbn-i Sa’d, VI, 7.

[6] Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 46; İbn-i Hişâm, II, 43-46; Ebu Nuaym, Delâil, I, 307; Heysemî, VI, 41.

[7] Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, Müessesetü’r-Risâle 1405, II, 344-346.

[8] Belazuri, Ensâb, I, 110; Hâkim, II, 240, 300; Firyâbî, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 129. Krş. Müslim, Müsâfirîn, 280; İbn-i Abdilberr, el-İstîâb, III, 1173/1907; Hatîb el-Bağdâdî, Târîh, VI, 147/2634; Vekî, Ahbâru’l-Kudât, II, 5, 150; Zehebî, Siyer, XVI, 161.

[9] Serahsî, Mebsût, II, 6.

[10] Prof. Dr. M. M. el-A‘zami, Kur’an Tarihi, s. 127.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Ebedi Yol Haritası İslam, Erkam Yayınları

 

 

İslam ve İhsan

KURÂN-I KERÎM'İ EZBERLEME TEKNİKLERİ

Kurân-ı Kerîm'i Ezberleme Teknikleri

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.