Cömertlerin Özellikleri

Âlemlerin Rabbi çok cömerttir, karşılıksız ikram sahibidir. Yeryüzünde halife olarak vazifelendirdiği kullarının da aynı ölçüde çevrelerine karşı cömert olmalarını, bulundukları ortamda nasiplerini, dünyevî bir karşılık beklemeden paylaşmalarını istemektedir. Bunun için ısrar ve teşviklerde bulunur.

“Güzel borç” mânâsına gelen “karz-ı hasen”; “Âlemlerin Rabbi’nin vermiş olduğu her türlü rızık, mal ve nasipleri, karşılığını cennette almak üzere Allâh’a vermek, tasadduk etmek” demektir.

Hiçbir menfaat, minnet, mevkî veya fayda gözetmeksizin, yalnızca rızâ-yı Bârî için verilen sadaka, hediye, yardım veya güzel söz de “karz-ı hasen” içine girmektedir. Bunu, bir müslümanın ihtiyacını gidermek, acısında ve yorgunluğunda yanında olmak, ümit ve heyecanla sevindirip mutlu etmeye kadar genişletebilmek de mümkündür. Nitekim insan, Allah Teâlâ’nın değer atfedip muhatap aldığı, bütün mahlûkâtı hizmetine verip melekleri secde ettirdiği şerefli bir varlıktır.

Bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz, Allâh’ın kullarına muâmelesini şöyle haber verir:

“…Kim Müslüman kardeşinin bir sıkıntısını giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Müslim, Birr, 58)

Âlemlerin Rabbi çok cömerttir, karşılıksız ikram sahibidir. Yeryüzünde halife olarak vazifelendirdiği kullarının da aynı ölçüde çevrelerine karşı cömert olmalarını, bulundukları ortamda nasiplerini, dünyevî bir karşılık beklemeden paylaşmalarını istemektedir. Bunun için ısrar ve teşviklerde bulunur. Hatta muhtaçlara borç vermeyi; “bizzat kendine verilen bir borç” olarak kabul eder ve şöyle buyurur:

“Ne oluyor size ki, Allah yolunda harcamıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mîrası Allâh’ındır. Elbette içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildir. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı vaad etmiştir. Allâh’ın yaptıklarınızdan haberi vardır.” (el-Hadîd, 10)

“Kim Allâh’a güzel bir ödünç (karz-ı hasen) verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir ve ayrıca onun çok değerli bir mükâfâtı da vardır.” (el-Hadîd, 11)

“Sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlara ve (Allah rızâsı için bağışta bulunmak sûretiyle) Allâh’a güzel bir borç (karz-ı hasen) verenlere, bunların karşılığını Allah kat kat verecektir. Onlar için pek değerli bir mükâfat vardır.” (el-Hadîd, 18)

Âlemlerin Rabbine borç vermek, cömertlerden olmak, her kişiye değil; er kişiye nasip olur. Nitekim cömertlik, îmânın en önemli basamağıdır. Âciz ve fakir olan insanoğlu, fıtrat gereği kendisini, biriktirerek ve sahip olarak güçlü ve güvende hisseder. Elinde bulunanı paylaşmak ise; Âlemlerin Rabbine sonsuz teslimiyet ve îman istemektedir. Yalnızca tasarrufu altındaki malın değil, bizâtihî kendi varlığının dahî, Allâh’ın elinde olduğuna îman ve teslîmiyet, kişiyi tam mânâsıyla mü’min kılar.

Bütün her şeyin O’ndan geldiğini bile bile; infaktan sakınmak ve Allâh’ın “size verdiğim nîmetlerden bolca infak edin!” emrine muhalefet etmek; akıllara ziyan bir hâl ve Yaratıcı’ya güvenmemek mânâsına gelir. İnsan, elindeki malın gerçek sahibi değildir ki, onu kendisine emanet edenin söylediği istikamette kullanmasın!.. Bu sebeple îman ve cimrilik bir arada bulunmaz. Bunlar, birbirlerine tamamen zıt iki kutuptur. Cimrilik, “itaat” emrine muhalefet eden şeytanın ahlâkıdır.

Cenâb-ı Hak, mü’min kullarını şu şekilde tanıtır:

“Onlar ki gayba îman ederler, namazı dosdoğru kılarlar ve rızık olarak verdiklerimizden infakta bulunurlar. (…) İşte onlar, Rableri katından gelen bir hidâyet üzeredirler ve felâha erenler de yalnızca onlardır.” (el-Bakara, 3, 5)

İNFAKIN ADABI

İnfakta bulunmak, sahip olunan her şeyden bir miktarını kardeşinin hakkı olarak görüp paylaşmaktır. Bu mesken olarak oturulan evlerden rızık olarak yenilen yemeklere; ilim, sağlık, makam ve mevkîden, kullanılan bineklere kadar her şey için geçerlidir.

İnfak, toplumda bir denge ve düzen oluşturduğu gibi; kişiye kemâlât ve diğergâmlık kazandıran önemli bir özelliktir. Cenâb-ı Hak her şeyin sahibi ve insanlara ihsân edeni olduğu hâlde, infâkın yüceliğini ve fazîletini anlatmak için Zât’ını, verilen tarafta kabul etmiştir. Böylece infâk eden, Allâh’ın eline o infâkı takdim ediyormuş gibi düşünmeli, hassas ve hürmetle vermelidir. Bu infâkı, incitme, başa kakma ve nefsânî bir menfaate dönüştürme yoluna tevessül etmemelidir. Bunlar infâkın rûhuna ters olduğu gibi, infâkın fazilet ve sevabını yok eder, üstüne kul hakkı ve günah yüklenmeye sebep olur.

Giderilen her sıkıntıda Âlemlerin Rabbi şâhittir. Sıkıntıdan kurtarılıp tebessüm eden her gönülde Rabbü’l-Âlemîn hazırdır. Veren kişiler, bütün bu sebeplerle şereflenmiş “er kişiler”dendir.

Vermek, hem verilen nasibi, hem de veren nasipdar kulu bereketli kılar. Cenâb-ı Hak infâk edenleri:

“Mallarını gece-gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.” (el-Bakara, 274) buyurarak methetmiştir.

Bununla birlikte “Âlemlerin Rabbine borç vermek”, şerefli olduğu kadar zor ve hassas bir iştir. Nitekim verirken üç hususa dikkat kesilmek gerekir:

a-Her şeyi en güzel sûrette yaratıp cömertçe ikrâm eden Allah Teâlâ’ya, her şeyin en güzelini ve en gürbüzünü cömertçe vermek… Hiç olmazsa, yüzüne bakılmayacak kadar kötü veya işe yaramayacak olan kırık dökük şeyleri vermemek…

“Ey îmân edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan infâk edin, hayır yolunda harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, «hayır» diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye lâyıktır.” (el-Bakara, 267)

b-Sağ elin verdiğini sol el hissetmeyecek derecede gizli, kibirsiz vermek. Zira insanların bilip bilmemesi önemli değildir; “el-Alîm” ve “el-Habîr” olan Allah, her şeyden haberdar ve yapılan her hayrı, kat kat fazlasıyla mükâfatlandıracak olandır.

c-Verilen tarafta Âlemlerin Rabbinin rızâsı olduğu şuuruyla îtina ve mahcûbiyet içinde vermek. Gerçekten asıl veren, Allah Teâlâ’dır. Bize infak ettiğimiz şeyleri veren O’dur. Bize merhameti, takvâyı, infâk etme sevgi ve şuurunu veren de O’dur. İnfak edeceğimiz sebepleri hazırlayan, bizi muhtaçlarla muhatap eden O’dur. Dolayısıyla aslında veren de O’dur, alan da O… Mühim olan kulun hangi duygu ve düşüncelerle verdiği, alan kimsenin de hangi duygu ve düşüncelerle aldığıdır.

SEVDİĞİNİZ ŞEYLERDEN İNFAK ETMEK

Peygamber Efendimiz cömertçe infak eder ve ashâbına da cömert olmalarını tavsiye ederdi. Enes -radıyallâhu anh- şöyle der:

Medîne’de Ensâr arasında en fazla hurmalığı bulunan, Ebû Talha idi. En sevdiği malı da Mescid-i Nebevî’nin karşısındaki Beyruhâ ismindeki hurma bahçesiydi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu bahçeye girer ve oradaki tatlı sudan içerdi.

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, aslâ birr’e (hayrın kemâl noktasına) erişemezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92) âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Ebû Talha, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi ve:

“–Yâ Rasûlallah! Cenâb-ı Hak Sana; «Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, asla birr’e erişemezsiniz…» âyetini gönderdi. En sevdiğim malım, Beyruhâ isimli bahçedir. Onu Allah rızâsı için tasadduk ediyorum. Allah’tan onun sevâbını ve âhiret azığı olmasını dilerim. Beyruhâ’yı Allâh’ın Sana göstereceği şekilde kullanınız.” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Seni tebrik ederim! Kârlı mal dediğin işte budur! Seni duydum Ebû Talha. Onu akrabâlarına vermeni uygun görüyorum.”

Ebû Talha:

“–Öyle yapayım yâ Rasûlallah!” dedi ve bahçeyi bazı akrabalarıyla amcaoğulları arasında taksim etti. (Buhârî, Zekât 44, Vesâyâ 10, 17, 26, Tefsîr 3/5; Müslim, Zekât 42, 43)

CÖMERTLİK İNSANI CENNETE GÖTÜRÜR

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Cömertlik, dalları dünyaya uzanan cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Kim onun dallarından birine tutunursa, bu onu cennete götürür. Cimrilik ise, dalları dünyaya uzanmış cehennem ağaçlarından bir ağaçtır. Kim de onun dallarından birine tutunursa, bu da onu cehenneme çekip sürükler.” (Beyhakî, Şuabü’l-Îman, VII, 435)

“Cimri ile cömerdin durumu, göğüsleri ile köprücük kemikleri arasına zırh giyinmiş iki kişinin durumuna benzer. Cömert, sadaka verdikçe üzerindeki zırh genişler, uzar, ayak parmaklarını örter ve ayak izlerini siler. Cimri ise, bir şey vermek istediğinde zırhın halkaları birbirine iyice geçer, onu sıkıştırır, genişletmek için ne kadar çalışsa da başaramaz.” (Buhârî, Cihad, 89)

Ashâb-ı kirâmdan Abdullah ibn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-, Peygamber Efendimiz’in mescidinde îtikâfa girmişti. Yanına bir adam geldi, selâm verdi ve oturdu. İbn-i Abbas adamın yüzüne bakıp:

“-Ey kardeşim! Seni kederli ve üzüntülü görüyorum, bir sıkıntın mı var?” diye sordu. Adam:

“-Evet, ey Allah Rasûlü’nün amcasının oğlu! Falancanın üzerimde velâ hakkı var, para karşılığında beni hürriyetime kavuşturdu. Fakat şu kabirde yatan Peygamber hakkı için söylüyorum, üstlendiğim borcu ödeyecek gücüm yok!” dedi.

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-:

“-Senin hakkında onunla konuşsam olur mu?” diye sordu. Adam:

“-İstersen bir konuş.” dedi.

İbn-i Abbas hemen ayakkabılarını giydi, mescitten çıktı. Adam:

“-Îtikâfta olduğunuzu unuttunuz herhalde!” diye hatırlatmada bulundu. İbn-i Abbas:

“ -Hayır unutmadım. Fakat ben şu kabirde yatan Rasûlullah’tan bizzat işittim. O aramızdan ayrılalı da çok geçmedi. Allah Rasûlü Efendimiz şöyle buyurmuştu:

«Kim bir din kardeşinin ihtiyacını gidermek için yürür ve sıkıntısını giderirse, bu yaptığı, onun için on senelik îtikâftan daha hayırlıdır. Hâlbuki kim Allah Teâlâ’nın rızâsı için bir gün îtikâfa girse, Allah Teâlâ, onunla cehennem ateşi arasında üç hendek koyar. Her bir hendeğin arası, doğu ile batı arası kadar uzaktır.»” (Beyhakî, Şuabü’l-Îman, 3960)

CÖMERTLİĞİN EN YÜKSEK DERECESİ "İSAR"

“Bir şeyi veya bir kimseyi, diğerine tercih etme” mânâsına gelen bu kelime, daha çok “kişinin, kardeşinin fayda ve maslahatını kendi nefsinden öne alması; kendisi ihtiyaç hâlinde olsa dahî imkânı nisbetinde başkasının ihtiyacını tercih etmesi” mânâsında kullanılır.

Îsâr, cömertliğin en yüksek derecesidir. Nitekim nefislerin bitip tükenmez isteklerini bir tarafa itip bazen en hayâtî ihtiyaçlarını bile görmezden gelerek din kardeşinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmak üstün bir ahlâkın eseridir. Peygamber Efendimiz, ashâb-ı kirâmı bu güzel ahlâkla eğitmiş, yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm de bu haslete sahip Medîneli ashâb-ı kirâmı (Ensâr’ı) şöyle övmüştür:

“Daha önceden Medîne’yi yurt edinmiş ve gönüllerine îmanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri (muhâcirleri) sever ve onlara verilenden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (el-Haşr, 9)

Bu âyet-i kerîme, toplumda kardeşlik ve paylaşmanın, sosyal huzurun membaı olduğunu ortaya koymaktadır. Gerçekten bazı özel hâllerde, savaş, baskın, açlık, kuraklık vb. çeşitli sebeplerle gerek canını ve âilesini korumak, gerekse dinini daha iyi yaşayabilmek için “hicret” eden kimseler, her şeylerini geride bırakıp hayata sıfırdan başlamak zorunda kalabilirler. Böyle durumda, kurulu bir düzeni olan ve yardım yapma imkânı bulunan kimselerin, İslâm kardeşliğinin nişânesi olarak bu muhâcirlere, “ensar” olması, îmanî bir vecîbedir.

Zira Rabbimiz, Müslüman toplumu îman ile birbirine kenetlemiş ve onları kardeş kılmıştır. Müslümanlar, tek bir vücut gibidir. Nasıl vücudun farklı vazifeleri olan uzuvları varsa, Müslümanlar da dünya hayatında birbirinden haberdar olan ve birbirini tamamlayan uzuvlar olarak çalışırlar, çalışmalıdırlar. Ve nasıl bir organ hasta olsa, diğer organlar ve bütün vücut bu ağrı-sızıdan haberdar olur, o yük ve hastalığı beraberce taşırsa, mü’minler de böyle olmalıdırlar.

Uzuvlar, nasıl bir bedeni oluşturuyor ve bütünlük arz ediyorsa, toplum da zengini fakiri, genci yaşlısı, kadını ve erkeği, âlimi ve câhili ile bir bütündür. Allah, toplumu teşkil eden her ferde, diğer fertlerle paylaşabileceği türden nîmetler vermiş ve herkesi birbirine muhtaç kılmıştır. Fakirin rızkını zenginin malından hazırlamıştır ki, veren, infâk sevabına erişirken, alan da birlik, beraberlik ve yardımlaşma ile toplumun bir parçası olduğunu hissetsin, sosyal huzur gerçekleşsin. Âyet-i kerîmede Müslümanların, kendi içlerindeki fakir, muhtaç ve garipleri nasıl sahiplendiği şöyle tasvir edilmektedir:

“Onlar kendi canları çektiği hâlde yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. «Biz sizi sadece Allah rızası için yediriyoruz, sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler.) (el-İnsan, 8-11)

İslâm toplumlarını ve bilhassa Osmanlı Devleti’ni altı yüz yıl ayakta ve dinamik tutan, bu infak, fedakârlık ve diğergâmlık rûhudur.

İNFAK ETMENİN BİR ŞEKLİ DE HEDİYEDİR

İnfak ve tasaddukun bir şekli de hediye vermektir. Hediye, sosyal hayatta kişiler arasında sevgi ve yakınlaşmayı artıran; kırgınlık ve mesafeleri ortadan kaldıran önemli bir âmildir. Özellikle insanların ihtiyaç, merak ve arzularına göre, karşılıksız hediyeler vermek, güzel sözlerle, tebessümle kalplere sevinç ve sürur nakşetmek; hem dünyevî hem uhrevî kazançlara vesiledir. Allah Teâlâ:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe, gerçek iyiliğe aslâ erişemezsiniz. Her ne sarf ederseniz şüphesiz ki Allah, onu hakkıyla bilendir.” (Âl-i İmrân, 92) buyurmaktadır.

Hediyeleşmek, Peygamber Efendimizin de sünneti ve tavsiyesidir. Sahâbîleri tarafından çok sevilen Rasûlullah Efendimiz hem gelen hediyeleri kabul etmiş, hem de bizzat hediyeler takdim etmiştir. Hattâ ihtiyaç ve taleplere binâen kendisine gelen hediyeyi, hemen bir başkasına hediye ettiği görülmüştür. Hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur:

“Hediyeleşiniz ki, birbirinize olan muhabbetiniz ziyadeleşsin!” (Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 16; Buhârî, el-Edebü’l-Müfret, no: 594; Münâvî, III, 271)

“Faziletlerin en üstünü, seninle akrabalık bağlarını kesenle irtibatını sürdürmen, sana vermeyene vermen, sana kötü söz söyleyeni bağışlamandır.” (Ahmed bin Hanbel, Müsnedi, III, 439)

Hediyeleşmek, insana çok çeşitli güzellikler kazandırır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralamak mümkündür;

a- Hediye, Allâh’ın muhabbetini kazanmaya vesîledir. Allah Teâlâ bir kudsî hadîste şöyle buyurur:

“Benim muhabbetim, benim için biri diğerini ziyaret edenlere hak oldu. Benim için birbirini sevenlere hak oldu. Benim için birbirlerine hediye verenlere hak oldu. Benim için yardımlaşanlara hak oldu.” (İhyâu Ulûmuddîn)

b- Hediye, insanlar arasındaki sevgiyi artırır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Hediyeleşin, birbirinize sevginiz artsın.” (İmam Mâlik, Muvattâ, Hüsnü’l-Huluk, 16)

c- Hediye, gönüllerdeki kırgınlığı ve sû-i zannı giderir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Hediyeleşin; çünkü hediye sevgiyi artırır, kalpteki kötü hisleri giderir.” (Muvattâ, Hüsnü’l-Huluk, 4)

ç- Hediye, sıla-i rahmi (akrabalık bağlarını) güçlendirir.

d-Hediye, rızıkta berekete vesîledir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

Hediyeleşin, birbirinizi sevin ve birbirinize yiyecek hediye edin. Bu rızıkta genişlik hâsıl eder.” buyurmuştur. (Kütüb-i Sitte)

e-Hediye alan da veren de kazançlıdır.

f-Hediye, komşunun komşu üzerindeki hakkıdır.

ALLAH'IN VERDİĞİ NİMETLERDEN BOL BOL İNFAK ET!

Netice olarak kendimize nasıl davranılmasını istiyorsak, muhataplarımıza da öyle davranmalıyız. Zira Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Sizden biriniz kendisi için istediğini mü’min kardeşi için de istemedikçe îman etmiş olmaz.” buyurmuştur. (Buhârî, Îman, 7)

Âlemlerin Rabbinin verdiklerini bir şükür karşılığı olarak kullarıyla paylaşmak; çeşitli vesîlelerle bu kulların yüzünü güldürmek; dünyada en güzel işlerden ve Rabbin rızâsını kazandıran en güzel davranışlardandır.

Allah Teâlâ, insanoğlunun dünyaya vedâ ânında hasret duyacağı ibadetler arasında sadakayı bilhassa zikreder ve şöyle buyurur:

“Herhangi birinize ölüm gelip de: «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin.” (el-Münâfikûn, 10)

O hâlde son pişmanlığın fayda vermeyeceği o gün gelmeden önce, Allâh’ın verdiği nîmetlerden O’nun kullarına bol bol infak edelim. Vererek fakirleşeceğimizi düşünmeyelim. Allah gönülden ve bol bol veren kullarına, hem bu dünyada hem de âhirette kat kat verir. Neticede kim Allah’tan daha cömert olabilir ki?!

Kaynak: Seher Küçük, Şebnem Dergisi, Sayı: 159

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.