Çocuklarımızın Terbiyesini Nasıl Vermeliyiz?

Evlâdına, Al­la­hü Teâlâ’yı ve pey­gam­ber sal­lal­la­hu aley­hi ve sel­lem efen­di­mi­zi öğ­ret­me­yen, sev­dir­me­yen, ana ve ba­ba­lar onun hem dün­ya hem de âhiret kâtili sa­yı­lır. Evlâdına di­ni­ni öğ­ret­me­yen ana-ba­ba, dün­ya­nın en mer­ha­met­siz in­san­la­rı­dır.

Ço­cuk üşü­me­sin, uy­ku­suz kal­ma­sın di­ye onu na­ma­za kal­dır­ma­mak cinâyetlerin en bü­yü­ğü sa­yı­lır. Bu iyi­lik de­ğil ona kar­şı en büyük kö­tü­lük­dür. Bun­dan daha büyük bir bu­da­la­lık ta­hay­yül edi­le­mez.

Ana-ba­ba mer­ha­met­li ise­ler, evlâdlarını se­vi­yor­lar­sa evvelâ din­le­ri­ni öğ­re­tir­ler, son­ra da dün­ya ile alâkalı ilim­le­ri. Din­le­ri­ni öğ­ret­me­yi ih­mal edip dün­ya­da yal­nız pa­ra ka­za­nı­la­cak bil­gi­le­ri öğ­re­tir­ler­se mer­ha­met­siz­le­rin en mer­ha­met­siz­le­ri ol­duk­la­rı mey­da­na çı­kar.

Kal­dı ki evlâdına kar­şı mer­ha­met­li ol­mak de­mek, ken­di­si­ne de mer­ha­met et­mek de­mek­tir. Çün­kü ana ve ba­ba da ço­cuk­la­rı­na di­ni­ni öğ­ret­me­dik­le­ri için ya­na­cak­lar­dır. Ya­ni ço­cu­ğu­na İslâmiyeti öğ­re­ten, ken­di­si de ce­hen­nem­den ko­run­muş ola­cak­tır.

ÇO­CUK TER­Bİ­YE­SİN­DE ÖL­ÇÜ­LER

Ai­le oca­ğın­da, evlâdın dün­ya­ya gel­me­siy­le, evlâd hak­kı, evvelâ evlâdına gü­zel bir isim ver­mek­le baş­lar.

Zekî, akıl­lı kim­se­ler, ço­cuk­la­rı­nın ter­bi­ye­si hu­su­sun­da iti­dal­li ha­re­ket eder­ler. Ne faz­la şı­mar­tır­lar, ne de ür­kü­tür­ler. Lü­zu­mun­dan faz­la kor­kut­maz­lar. Çün­kü faz­la kor­ku ço­cu­ğun, ana­ya-ba­ba­ya kar­şı sev­gi­si­ni azal­tır. Hal­bu­ki ço­cu­ğa öl­çü­sün­de ol­mak şar­tıy­la sev­gi ve şef­kat gös­te­ril­me­li­dir.

Ba­zı kim­se­ler de ço­cuk­la­rı­na kar­şı aşı­rı düş­kün­dür­ler, ade­ta baş­la­rı­na taç eder­ler, bu yüz­den ço­cuk­la­rı­nın yer­li yer­siz her is­tek ve ar­zu­la­rı­nı hoş kar­şı­lar­lar, böy­le ha­re­ket et­mek­le, on­la­rın ter­bi­ye­le­ri­ni ih­mal et­miş olur­lar. Böy­le ye­tiş­ti­ri­len ço­cuk­lar­da her is­tek­le­ri­nin ya­pı­la­ca­ğı ka­na­a­ti hâsıl olur. Bü­yü­dük­le­rin­de de ana­ya-ba­ba­ya kar­şı itaatkâr ola­maz­lar. Âsi olur­lar.

Ba­zı­la­rı da aşı­rı bas­kı ya­par­lar, azı­cık ol­sun hür­ri­yet ver­mez­ler. Za­ru­ret ha­lin­de da­hi ko­nuş­ma­sı­na mü­sa­ma­ha et­mez­ler. Böy­le olun­ca da, za­hi­ren ço­cuk itaatkâr gö­rün­se bi­le, ba­zen bu hal onu is­yan ve kar­şı gel­me­ğe ka­dar sev­ke­der.

Her şey­de ol­du­ğu gi­bi ço­cuk ter­bi­ye­sin­de de or­ta ha­li ter­cih et­mek ge­re­kir.

Cenâb-ı Hak, ba­zı ebe­vey­ne üç beş ço­cuk nasîb eder, dik­kat edi­lir­se, şe­kil­le­ri ve renk­le­ri da­hi bi­ri bi­ri­ne ben­ze­mez. Dış gö­rünüş­le­ri ay­rı ay­rı ol­du­ğu gi­bi, akıl, zekâ, an­la­yış­la­rı da fark­lı­dır.

  1. Ba­zı ço­cuk­lar ya­ra­dı­lış iti­ba­riy­le, çok in­ce ruh­lu, has­sas ve an­la­yış­lı olur­lar. On­la­ra gü­ler yüz ve ne­za­ket­le mu­a­me­le et­me­li. Çün­kü on­lar duy­gu­lu ol­du­ğu için ufak bir imâ ve işa­ret­le hal­le­ri­ni ha­ta­la­rı­nı dü­zel­tir­ler nezâket ve yu­mu­şak mu­a­me­le­den haz eder­ler. Sert ve ha­şin mu­a­me­le bun­la­rı üzer, huy­suz ve has­ta eder. Bu züm­re azın da azı­dır.
  2. Ba­zı ço­cuk­lar ise bu ter­bi­ye şek­lin­den an­la­ya­maz­lar. On­la­ra açık­dan açı­ğa "şu­nu yap, bu fa­i­de­li­dir. Şu­nu yap­ma bu za­rar­lı­dır” de­me­li­dir. Na­sıl ol­sa ile­ri­de ken­di ha­ta­sı­nı an­lar de­yip de söy­le­nil­me­si icâb eden sö­zü söy­le­mek­den çe­kin­me­me­li­dir.
  3. Ba­zı­la­rı ise his­siz, an­la­yış­sız olur. Söz kâr et­mez. Bun­lar da sı­ra­sı­na gö­re men­fa­at­le­ri­ni kıs­ma ve­ya ten­ha­da teh­did ve tek­dir su­re­tiy­le ter­bi­ye edi­lir.
  4. Bir züm­re de ana­ya ba­ba­ya kar­şı cür’etkâr ve say­gı­sız­dır. Gü­zel mu­a­me­le­den hiç na­sib­le­ri yok­dur. Se­be­bi ise, kö­tü ar­ka­daş­lar­la ya­kın­lık pey­da et­miş­ler, ana-ba­ba­la­rı bu hu­su­sa dik­kat et­me­miş­ler­dir. Bir de­fa­ya mah­sus ol­mak üze­re ten­ha­da yü­zü­ne ve sır­tı­na vur­ma­mak şar­tıy­la gü­zel­ce şid­det­li­ce döv­me­li­dir ki, gö­zü kork­sun bir da­ha ay­nı küs­tah­lı­ğı yap­ma­sın, yaş­la­rı hay­li iler­le­miş ise ken­di ha­li­ne bı­ra­kı­lır. Çün­kü ana­yı, ba­ba­yı döğ­me­ye kal­kı­şır. El­ham­dü­li­lah bu züm­re pek az­dır.

Kaynak: Sâdık Dânâ, Altınoluk Dergisi, 208. Sayı, Haziran 2003

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.