Cennetten Vazgeçmek Mümkün mü?

Yüce Rabbimiz Kuran-ı Kerim’inde biz müminleri cennetine davet etmekte, orada bizler için hazırladığı pek çok nimetten bahsetmektedir. Altından ırmaklar akan bahçeler, sedefden köşkler ve güzel eş ve hizmetçiler orada bizi beklemektedir. Peki Rabbimizin bu davetine rağmen cennet nimetlerini küçümser gözüken kısacası Yunus Emre’nin (k.s) “Cennet cennet dedikleri, birkaç gılman birkaç huri” beytiyle özetlenebilecek bu tutumun sebebi nedir?

Şunu öncelikle ifade edelim ki sufiler cennete girmek için Rabbimizin Kur’an’da taleb ettiği canı malı ve tüm varlığı Allah yolunda feda etme, farz ve nafileleri ciddiyetle yerine getirme hususunda herkesten önde giderler. Beşe beş katıp namaz kılar, zekatlarının daha fazlasını infak ile harcarlar, evrad u ezkar ile vakitlerini ihya ederler.

Allah Teala bunları yapanlara cennette nimetler vadetmiştir, sufiler ise bu nimetlerin ötesinde Mun’imi yani Yüce Rablerini isterler. Peki sufiler ibadetlerini böylesine yoğun şekilde yerine getirmelerine rağmen acaba niçin cennet nimetlerine iltifat etmezler? Mevlana, İbn Arabi, Yunus Emre hatta sufiler arasında en müteşerri veçhesiyle bilinen İmam Rabbani dahil büyük mürşidlerin neredeyse hepsi Rabbin veçhini müşahede etmenin ve O’nun rızasının cennetten daha üstün olduğunda ittifak etmişlerdir. Mevlana’nın ifadesi ile Allah yolunda en kıymetli varlığı olan canını verene Allah Teala bunun karşılığında can verir. Onu müşahedesine layık kılar, canını değil de sadece malını verene yani ekmek verene de orada cennet ekmekleri verirler.

SUFİLERDE CENNET ARZUSU

Sufilerin bu hususta da uydukları eşsiz misal Hz. Peygamber (s.a.v) dir. O, geçmiş ve gelecek tüm günahları affedildiği halde ayakları şişinceye kadar namaz kılmaya devam etmiş, kendisini bu kadar yormamasını isteyen Aişe (r.anha) validemize de “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” diye cevap vermişlerdir.

İmam Rabbani de cennet arzusu ile yapılan ibadetleri avam açısından güzel ameller olarak görür ama Allah’ın zatı dışında güdülen hedefleri mukarrabin kullar için hata sayar:

Seyr u sülûkten maksad, nefs-i emmârenin tezkiyesidir ve temizlenmesidir. Bu temizlenme sâyesinde nefsânî arzulardan kaynaklanan bâtıl ilâhlara tapma işinden kurtulmak mümkün olur, gerçek Ma‘bûddan başka yönelecek kıble kalmaz, kişi dînî ve dünyevî hiçbir maksadı tercih etmez. Dînî maksat ve gâyeler her ne kadar hasenât (iyilik) türünden ise de, bunlar ebrârın (iyi insanların) işidir. Mukarrebler (Allah’a yakın olan kimseler) ise onları da seyyie yani hata olarak bilirler. Bir olan Rablerinden başkasını maksat ve gâye saymazlar. (Mektubat, c.I. 35. Mektup)

CENNETİN SAHİBİNE MÜLÂKİ OLMAK

İmam’a göre bu hal salikte nîmet ile elemin eşit sayıldığı zâtî muhabbetin gerçekleşmesinden sonra ortaya çıkar. Bu mertebeye ulaşan sufi de başkaları gibi cenneti ister ama onun derdi sadece cennet nimetleri değil orada cennetin sahibine mülâki olmaktır:

Eğer sufiler Cennet’i isterlerse, Allah Teâlâ’nın râzı olduğu yer diye isterler. Cennet’i isterken Allah’ın rızâsını düşünürler. Cehennem’den sakınırken de Allah’ın gazap yeri diye sakınırlar. Cennet’i istemekten maksat nefsin hazzını talep değildir, Cehennem’den kaçmak da sıkıntı ve meşakkatten kaçmak için değildir. Çünkü bu büyük zâtlara göre sevgiliden (Hak Teâlâ’dan) gelen her şey güzeldir ve istenecek şeylerdir. Sevgilinin yaptığı her şey sevimli ve güzeldir. İhlâsın hakîkati burada el verir, bâtıl ilâhlardan kurtulmak bu makâmda gerçekleşir. Kelime-i tevhid bu vakitte doğru olarak anlaşılır. (Mektubat, c.I. 35. Mektup)

İmam Rabbani’nin nesir olarak ifade ettiğini Mevlana Hazretleri şiir ile Mesnevisinde şöyle ifade etmiştir:

Bir âşık, sevgilisinden başkasına bakacak olursa, o gerçek âşık değildir. Onun aşkı boş bir sevdadır.

Aşk öyle bir ateştir ki, alevlenince, sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar, yandırır.

“La” kılıcı, “aşk-ı Hakk”tan gayrisini keser, siler, süpürür. Bir bak da gör, “La”(yoktur)dan sonra ne kaldı?

Ancak “illallâh”. Hepsi de gitti, yok oldu. Ey ikiliği eşliği, ortaklığı yakıp yandıran büyük aşk, şad ol, yaşa! (Mesnevi, c.5, 587-590)

SUFİLERDE CENNET SEVGİSİ

Sufilerin cennet sevgisi ile iş yapanlardan olmayı niçin istemediklerini İmam şöyle anlatır:

Kalpteki muhabbet birden çok şeye bağlanamaz. Kalbin sevgi bağı bir şeye bağlanınca, başka bir şeyi sevemez. Kişinin birden çok arzusunun bulunması ve sevgisinin mal, çocuk, başkanlık, övülmek ve insanlar arasında üstün olmak gibi muhtelif şeylere bağlanması durumunda da sevdiği şey aslında bir tanedir, o da nefsi; kendi benliğidir. Bunları (mal, çocuk v.s) sevmesi, nefsine olan sevgisinin detayıdır. Çünkü bu kişi onları kendilerinden dolayı değil, nefsi için sever. Nefsine karşı sevgisi yok olunca onun peşinden diğerlerinin sevgisi de yok olur. Bu sebeple şöyle denmiştir: “Kul ile Rabbi arasındaki perde kulun kendi nefsidir, dünya değildir.” Çünkü bizzat âlem kulun arzu edeceği bir şey değildir ki perde olsun. Kulun murâdı ve arzusu sâdece nefsidir. Bunun zorunlu sonucu olarak perde, kulun kendisi olur, başkası değil.

Kul, nefsinin murâdından tümüyle sıyrılmadıkça Rabbi onun murâdı olmaz, Hakk’ın muhabbeti onun kalbine sığmaz. Bu nimet de, tecelliyi zâtîye bağlı olan fenâ-i mutlak gerçekleşmeden ele geçmez. Çünkü karanlıkların tümüyle ortadan kalkması ancak güneşin tam olarak doğmasından sonra mümkün olur. (Mektubat, I, 24. M)

ALLAH'IN RIZASI CENNETTEN DAHA BÜYÜK

İmam Rabbani’ye göre Allah’ın rızası cennetten daha büyük ve O’nun gazabı ise cehennem azabından çok daha şiddetlidir. Başka bir deyişle sufi Allah’ın gazabını veya cennetini küçümsüyor değildir. Tam tersine sufi cennet ve cehennemin sahibine teveccüh etmektedir, İmam sufilerin bu durumunu şöyle açıklar:

Bütün bu nimetler bir tarafa, hangi saâdet, kulun davranışı mukâbilinde Allah’ın râzı olması durumuna denk olabilir? Yine hangi ezâ ve zulüm, davranışları sebebiyle efendisinin gazabını hak etmiş bir kulun ezasına denk olabilir. Cennet’te Allah Teâlâ’nın râzı olması, Cennet nimetlerinin hepsinden daha tatlıdır. Cehennem’de Allah Teâlâ’nın râzı olmayıp öfkelenmesi, Cehennem azaplarından daha acıdır. (73. mektup)

Sufilerin samimi olarak söylediği bu sözler bazen bu işlere ehil olmayan kimseler tarafından ağızlara sakız yapılmış ve bu sebeple de sufilerin gerçek maksadı gözlerden kaçmıştır. Sufilerin bu tür sözleri belki de naz makamında söylenmiştir, bu sebeple onların hallerine vakıf olmadan onları taklid etmek caiz değildir. Sufilerin Rablerine olan samimi yakınlıklarından dolayı söyledikleri sözlerin hesabını kendilerine havale edip onlar hakkında hüsni zanda bulunmak gerekir. Bunun aksine kulluk vazifelerini asgari olarak bile yapmadan boyundan büyük söz söyleyenlerin sözlerine de kıymet vermemek gerekir. Mevlana bu tür insanların boş sözlerini ve nazlanmalarını şöyle zemmeder:

Nazlanmak, nazlanana şekerden daha tatlı gelirse de, şekeri az çiğne. (Yani nazlanmayı ara sıra yap ki, yüz türlü tehlikesi vardır.)

Niyaz, (yalvarış) yolu emin bir yoldur. Sen nazı bırak da, niyaz yoluna git. (Mesnevi, V, 544-45)

Nazlanmak için, gül gibi bir yüz sahibi olmak gerek. Böyle bir yüzün yoksa, boş yere huysuzluk etme.

Çirkin yüzlünün nazı da çirkindir. Gözün hem kör olması, hem de hastalıklı bulunması çok acıdır. (Mesnevi, II, 1906-7)

Rabbbimiz cümlemizi hem rızası hem de va’d ettiği cennetiyle mükafatlandırsın. Cahillerin peşinden gitmekten ve gerçek ariflere de su-i zanda bulunmaktan cümlemizi korusun. Amin!..

Kaynak: Prof. Dr. Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, 361. Sayı, Mart 2016

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.