Cennete Giden Yol

RÖPORTAJ

Cennetin ayakları altına serildiği annelerden olmak için gayret gösteren fedakâr bir annenin kızı için verdiği mücadeleyi konu alan, Halime Demireşik’in kaleminden soluksuz okuyacağınız röportaj.

Röportaj: Halime Demireşik

Bugün siz değerli okuyucularımızı, fedakâr bir anne ile tanıştıracağım. Onun evlâdına merhamet ve fedakârlığı, dünyevî ihtiyaçlarına dair bir fedakârlık değil! O, gözünü ve gönlünü ukbâdaki mertebelere dikmiş, cennetin ayakları altına serildiği annelerden olmak için gayret gösteren bir hanım...

Malezyalı Nur Esmah Emma Hanım, 12 yaşındaki kızını, sırf Allâh’ın dinini hakkıyla öğrensin ve Kur’ân hâfızı ve hâdimi olsun diye Türkiye’ye, yani ülkesinden binlerce kilometre uzaklara, dilini ve kültürünü bilmediği birçok öğrencinin bir arada yaşadığı bir Kur’ân kursuna gönderiyor. O günlerce Arafat’ta, Kâbe’de ve Ravza’da Allâh’a yalvarıyor. Sırf evlât sermayesini hakkıyla yetiştirebilmek için ve duâlarının bereketi ile onları mânevî bir el Türkiye’ye, Fasl-ı Bahar Kız Kur’ân Kursu’na yönlendiriyor âdeta…

Bugün maddî-mânevî refahın hepimizi kuşattığı ülkemizde, ezan sesleri altında yaşadığı ve aynı şehirde bulunduğu hâlde evlâtlarını Allâh’ın dînini öğrenebileceği bir Kur’ân kursuna, bir İmam-Hatip okuluna veya medreseye gönderemeyen, “evlâdına sözde düşkün” ebeveynlerin özellikle dikkat kesilmeleri gereken bir röportaj.

Buyrun, hep beraber nasibimizi devşirmeye….

Kıymetli Nur Esmah Emma Hanım, sizi tanıyabilir miyiz?

Bismillâhirrahmânirrahîm. Malezyalıyım. Elli iki yaşındayım ve iki çocuğum var. Oğlum 21, kızım ise 12 yaşında. Eşimin işi sebebiyle önce bir Arap ülkesi olan Ürdün’de birkaç yıl kaldık. Oğlumu küçüklüğünden beri Ürdün’deki âlimlerle ve Malezyalı İslâm ilimleri okuyan, Arapça konuşan öğrencilerle buluşturdum. Onlarla oturup kalkmasını ve arkadaşlık kurmalarını sağladık. Çünkü çocuklar, ebeveyninden sonra, en çok arkadaşlarının tesirinde kalırlar ve onların ahlâkını fark etmeden örnek alırlar. Bunu, küçük yaşlarından itibaren yapmamızın sebebi, evlâdımızın karakter temelini sağlam atmak içindi. Eğer çürük olursa, en küçük imtihanda yıkılır giderlerdi, Allah korusun!

Ürdün’e gitmeden önce, orası hakkında araştırma yaptım. Oradaki insanların İslâm’ı yaşayışları ve hayatlarındaki âdâb çok hoşuma gitti. Ben yirmi beş yaşındayken başımı kapattım. O zamana kadar birçok şeyi bilmiyordum. Çünkü anne tarafım biraz karışık… Aralarında müslüman olmayanlar da var. Bu sebeple benim de o zamana kadar îmânım ve dînî yaşantım pek kuvvetli değildi. Ama Allah kime hidâyet vermeyi dilerse, muhakkak verir. Önemli olan zerre miktarı inancın olsun ve sen bu inancı büyütmeyi iste…

Nur Esmah Hanım, on iki yaşındaki kızınızı, İslâm’ı öğrenmesi için Türkiye’ye getirdiniz. Malezya’da da İslâm’ı öğreneceği imkânlar vardır herhâlde… Niye Türkiye’yi tercih ettiniz?

Kızım Khalila’yı buraya getirmemin en büyük sebebi, onun kız çocuğu olması… Çünkü o ileride bir anne olacak. İslâm için evlât yetiştirmesi lâzım. İşte o evlatları, yani gelecek nesillerimizi hakkıyla yetiştirebilmesi için onun İslâm’ı çok iyi bilmesi ve hayatına yerleştirmesi lâzım.

Dünyada alacağı diplomalar, beni bu dünyada çok gururlandırır. Bir doktor veya avukat olması da… Ama âhir zamandayız ve ben çok korkuyorum. Ben onların dünyası için değil, âhireti için endişeleniyorum. Diploma sahibi olmak kolay, ama Cennet’e girmek o kadar kolay değil!.. Ben evlâtlarımla, torunlarımla beraber Cennet’e girmeyi istiyorum. Bu yüzden onu küçük yaşında İslâm’ı öğrensin ve yaşasın diye bilmediğim bu diyara bıraktım.

O erkek çocuğu olsaydı, Malezya’da da kalıp öğrenebilirdi. Erkekler için imkânlar daha fazla orada…

Malezya’daki bütün medrese ve Kur’ân kurslarını gezdim. Endonezya ve Tayland’da da pek çok araştırma yaptım. Sürekli engeller çıktı. Bu da bize kaderimizin orada yazılmadığını gösteriyordu.

“-Bunda da bir hayır vardır!” dedik.

Kızımı Malezya’da bir medreseye verdik. İçime sinmemişti, ama o an başka çare de bulamadığımız için vermiştik. Ama ben duâya sarılmıştım. Kızımın İslâm’ı en iyi öğreneceği yere ulaşması için sürekli duâ ediyordum. Geçen sene Hac için çağrıldık. Hac yaparken Mekke’de, Medîne’de, Arafat’ta, her yerde, her vesîleyle, teheccüdlerde hâcet namazları kılıp kızım için duâdaydım. Sadece Allah’tan istedim.

“-Rabbim, kızım için en güzel eğitim verecek yere bizi yönlendir!” diyordum.

Rabbim niyetimi biliyordu ve sabrımın karşılığı olarak en güzelini verecekti. Belki imtihanlı olacaktı, ama sonu hayırlı olacaktı.

Mekke’de Arafat vakfesinden dönünce bir rüya gördüm. Rüyamda birisi bana bir şeyler söylüyordu, ama ben dilini bilmediğim için dediklerini anlayamıyordum. Rüyamda beyime bu sesin ne dediğini soruyordum. Bana anlamadığını, dilin Türkçe olduğunu:

“-İşte Khalila’nın okulu bu!..” dendiğini söyledi.

Eşim eski bir büyükelçidir. Türkiye’ye çok gidip geldi. O, benim ilk rüyamdı ve ben bu rüyayı unutmuştum. Medîne’ye gittik. Ravza’da her gün duâlar ediyordum. Bir gün Peygamber Efendimiz’i ziyaret ettiğim esnâda Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in “Cennet bahçesidir!” diye buyurduğu yeşil halılarda; hacıların Peygamber Efendimiz’i selâmlamak ve iki rekatçık namaz kılabilmek için yarıştıkları, hattâ neredeyse birbirini ezdikleri o mübârek yerde, ben Yâsin-i Şerîf’i okuyacak kadar vakit buldum.

Bu, Allâh’ın duâmı kabul edeceği için ikram ettiği bir lütuftu. Yâsin-i Şerif’i okuyup bitirince hâlimi Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e arz ettim.

“-Yâ Rasûlallah, hâlime bak! Yâ Rabbi, Peygamber Efendimiz hürmetine bana merhamet et! Evlâdımı ümmete faydalı eyle! Kızıma en iyi ilim alacağı bir kapıyı aç!” diye yalvardım.

Peygamber Efendimizin kabrinin yanında duâ ettim. Ama istediğimi Allah’tan istedim… Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hürmetine... (Okuyucularım buna dikkat etsin; bizzat duâyı Peygamber Efendimize yapmak, dilek ve isteklerimizi O’ndan istemek şirk olur.)

O günlerde tekrar rüya gördüm. Rüyamda büyük kubbeli bir mescit gördüm. Ve sonrasında, “Bu mescit nerede olabilir?” diye düşündüm. Orayı hatırlar gibiydim. Düşündüm, sonunda buldum. Gördüm yer, Türkiye’deki Sultanahmed Câmii’nin kubbesiydi. Daha önce de Türkiye’ye gelmiştim. Beyime Türkiye’ye gitmek istediğimi söyledim.

“-Neden gitmek istiyorsun?” dediğinde ona rüyalarımı anlattım.

Buradaki din eğitimi ile ilgili araştırma yaptık. Yurt dışından gelen öğrencilerin en az 16 yaşında olması şartı vardı. Sonra biz Diyanet vâsıtası ile kızımızın eğitim göreceği yerleri var mı diye soruşturduk. Bize araştırıp uygun bir yeri haber vereceklerini söylediler. Nihayet bize İstanbul’daki Fasl-ı Bahar kursunun bizim aradığımız şartlarda olduğunu haber verdiler.

Gittik; kursu gördük. İdarecisi Zehra Hoca’yla tanıştım. Bize kursun derslerinden ve eğitim hedeflerinden bahsetti. Kalbim hemen ısındı. Bu kursta benim kızım gibi dünyanın birçok ülkesinden gelen öğrenciler olduğunu görünce de çok mutlu oldum. Ve huzurla evlâdımı onlara teslim ettim. İçimde anlayamadığım bir rahatlık vardı ve üzerimden büyük bir yük kalkmıştı. İşte buydu! Rabbimin takdir ettiği, bizim istediğimizden daha iyisi… Sübhânallah! Allah’tan ne istesek geri çevirmez, ama her şeyin bir zamanı vardır. Biz yeter ki üzerimize düşenleri yapalım ve duâ ile bu zamanı bekleyelim.

Nur Esmah Emma Hanım, sizce müslüman hanımlar evlâtlarını yetiştirirken hangi hususlara daha çok dikkat etmeliler ?

Artık bilim ve teknoloji devrinde yaşıyoruz. Teknoloji hızla gelişmeye devam ediyor. Tek tuşla her şeyi öğrenebiliyoruz. Yani dünya parmaklarımızın ucunda diyebiliriz. Dolayısıyla çocuklarımızın iyiye de kötüye de ulaşması çok kolay ve böyle bir zamanda, îmânımızı da, kalbimizi de korumamız çok zorlaştı.

Şahsen dışarıdan çok modern bir âile gibi görünsek de çocuklarımızı hâlâ gelenek ve göreneklerimize göre yetiştiriyoruz. Meselâ oğlum, on sekiz yaşına gelene kadar kendine ait cep telefonu olmadı. Arkadaşları:

“-Senin âilenin maddî durumu çok iyi olduğu hâlde senin hâlâ telefonun yok mu?!” diye ona takılıyorlardı. Biz de:

“-Evlâdım, sen onların dediğine takılma! Vakti geldiğinde senin de telefonun olacak. Annen-baban seni çok seviyor ve senin iyiliğin için bunu yapıyor!” diyorduk.

Burada küçüklükten beri evlâtlarımızla kuracağımız iletişim çok önemli oluyor. Her şeyi onların isteğine bırakamayız, bizim onları yönlendirmemiz gerekiyor.

Evimizde iki tane televizyon olmasına rağmen televizyon izleyecek vaktimiz hiç olmadı. Bu yüzden çocuklarım da evde oturup televizyon izlemezler. Küçükken bizim seçtiğimiz çizgi filmleri, yine bizim koyduğumuz sınırlar dâhilinde izlemişlerdi.

Bu gibi basit görünen şeylerde anneler çok dikkat etmeli; çocuklar ne izliyor, izledikleri onların şuuraltlarına nasıl mesajlar veriyor diye... Annelerin vazifesi öğretmektir. Evlerimiz, çocuklarımızın ilk okuludur. Ve bu okulda eğitim hiç bitmez. Anne-babaların ilk mücadeleleri evde verecekleri mücadeleleridir. Bu, bir nevî cihaddır. Anne-babalar, Allâh’a itaati öğretmeden evvel, kendileri Allâh’a itaat etmeli ve evlâtlarına örnek olmalıdırlar. Hâlimizle çocuklarımıza tebliğ yapmalıyız. Meselâ kızım henüz dört yaşındayken bütün Ramazan orucunu tuttu. Namaza beş yaşında başladı ve beş vakti de benimle birlikte kılıyordu. Buraya gelmeden evvel etrafımdaki birçok kimse:

“-On iki yaşındaki çocuğu, oralara nasıl bırakacaksın?” dediler. Ben de:

“-Allâh’ın dîni için fedakâr olmak lâzım! Ben onlara gereken terbiyeyi verdim, onları îman üzere yetiştirmeye gayret ettim. O yüzden Allâh’ın izni ile onlara güveniyorum. Allah onları muhafaza etsin ve dînini öğrenip yaşamayı kolaylaştırsın!” dedim.

Siz de çalışan bir annesiniz. Çalışan hanımlar evlâtlarını ihmal etmeden hizmetlerini nasıl îfâ edebilir?

Kalbim bu hususta çok rahat… 25 yaşında memurluğa başladım. Şu an emekli oldum. Zamanında ben de bu hususta çok zorlandım. Çünkü ev işleri, çocuklar ve beylerimize hizmet vazifemiz var. Evde disiplin çok önemli… Her zaman pozitif olmak ve pozitif düşünmek, stres yapmamak gerekiyor.

Özellikle çalışan hanımlara, beylerinin de yardımcı olması gerekiyor. Evlerimiz câhiliye evleri gibi değil, Peygamber Efendimizin evleri gibi olmalı... Câhiliyede erkekler, bütün ev işleri ve çocuk bakmanın sadece kadının vazifesi olduğunu düşünürlerdi. Ama unutmamalı, kadın da insandır ve yorulur. Peygamber Efendimizin birçok hanımı olmasına rağmen hanımlarına yardım edermiş. Yani eşler, hanımına yardım edince Allah Rasûlü’nün bir sünnetini yapmış olurlar. Meselâ ben yemek yaparım; evlâtlarım ve beyim, sofrayı kurup kaldırmamda yardımcı olurlar. Kadınların en önemli vazifesi, eşlerine hizmette kusur etmemektir. Beyi için süslenmek ve ona güler yüzle muâmele etmektir. Evde her şeyi kadın yaparsa yorulur ve stresli olduğu için eşine karşı vazifelerini de çocuklarına karşı vazifelerini de tam yapamaz; böylece evin düzen ve disiplini bozulur.

Ben çok yoğun olup yorulduğum zamanlarda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, kızı Fâtıma’ya verdiği nasihati hatırlarım. Hazret-i Fâtıma Annemiz, Peygamber Efendimize gelip yorulduğunu söylemiş, kendisinden bir hizmetçi istemişti. Peygamber Efendimiz de ona zikir öğretmişti.

İnsanız, yoruluyoruz. Beyim mesleği itibariyle yurt dışına çok çıkıyor, bütün her şeyle tek başıma ilgilenmek zorunda kalıyorum ve tabiatıyla çok yoruluyorum. İşte o zaman kendime diyorum ki:

“-İşte bu, Cennet’e giden yol!”

Yorulmadan, fedakârlık yapmadan Cennet’e nasıl lâyık olacağız? Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edeceğiz, iffetimizi koruyacağız, evlâtlarımızı yetiştireceğiz ve eşimizin rızâsını kazanacağız. İşte o zaman Cennet’in hangi kapısından istersek girebileceğiz, inşâallah!

Bu yüzden öncelikle biz Müslüman hanımlar olarak işe kendimizden başlamalıyız, önce kendimizi tedavi etmeliyiz ve güzel yetişmeliyiz. Her hanım güzel Kur’ân okumayı ve anlamayı bilmeli… Bilmiyorsak öğrenmeliyiz. Sonra evlatlarımızı iyi yetiştirme derdine düşmeliyiz. Çünkü teknolojinin yaygın kullanıldığı, sosyal medyanın menfî tesirleri, LGBT’nin serbest olduğu, hattâ teşvik edildiği, dinsizliğin yayıldığı, dindar insanların dışlandığı bir dünyada yaşıyoruz.

Bu sebeple bu dünyaya kendimizi ve evlâtlarımızı hazırlamalıyız. Bu çetin savaş için güçlenmeliyiz. Müslümanlar olarak hepimizin tebliğ vazifesi var. Bu vazife, sadece hocalara düşen bir vazife değil… Hepimizin tebliğ vazifesi var; bir taraftan öğrenip diğer taraftan da öğreteceğiz. Belki birilerinin hidâyetine vesîle olacağız. Sadece evlâtlarımızı, kardeşlerimizi, akrabalarımızı değil; her kimi gördüysek, kiminle muhabbet ediyorsak muhabbetin arasına hemen dâvâmızı da dâhil edeceğiz; hatırlayıp hatırlatacağız. Herkesi, İslâm fıtratlarına geri döndürmek için gayret edeceğiz. Hem de hiçbir karşılık beklemeden…

Anlatmakla, kitaplardan okumak sûretiyle… Hele şimdi bilgiye ulaşmak çok kolay... Her şey internetten öğreniliyor. İlim ise, başka bir şey… O internetten öğrenilmez. Mutlaka bir hocanın, bir âlimin veya bir velînin önüne diz çökmek gerekiyor. Anlatılan, yaşandığı zaman tesir ediyor; işte âlim ve velî kullar, anlattıklarını yaşadıkları için söyledikleri insanlara tesir ediyor. Biz müslümanlar da yaşayarak öğrenmenin ve öğretmenin önemini unutmamalıyız.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor:

“İlim, Çin’de de olsa gidip öğreniniz.”

İlim bu kadar kıymetliyken biz duramayız artık…

Yüzden fazla ülkeyi gezip görme imkânım oldu. Gittiğim İslâm ülkelerinde önce câmileri gezerim. Bence bir ülkenin mânen gelişmişliği mescitlerinden belli olur. Meselâ Hindistan Keşmir bölgesinde gördüklerime çok şaşırdım ve üzüldüm. Müslüman halk, velilerin kabirlerini ziyaret ediyorlar. İsteklerini Allah’tan değil de kabirlerde yatan zâtlardan istiyorlar. Yani bilmeden şirke düşüyorlar. Dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım, ama çok zor… Kalplerine Allah’tan başkaları girmiş, sınırlar aşılmış! Oysa ki Keşmir’de çok fazla sûfî var, âlim var. Onlar ne yapıyor, bu halkı neden uyarmıyorlar? Kabirlerin tapınaklar gibi şaşalı yapılmasına, şirke giden tâzimlere neden izin veriyorlar?

“Emr-i bi’l-mâruf” vazifesi, tam yapılmayınca câhillik artıyor. Şirk artıyor. Bazen düşünüyorum; İslâm âleminin başına gelen bunca felaket, dünyaya çokça dalıp Allâh’ı unuttuğumuz için ve vazifelerimizi hakkıyla yerine getirmediğimiz için geliyor olmasın?

Belki Malezya’da da böyle insanlar olabilir, ama Malezya’daki âlimler, bunların yanlışlığından sürekli bahsediyorlar. Elhamdülillah, sosyal medyadan, televizyonlardan halkı Hakk’a dâvet edip uyarıyorlar. Ama benim küçüklüğümde bu kadar âlim de yoktu, imkân da yoktu.

Malezya’dan bahsetmişken Malezya’da İslâm nasıl yaşanır?

Malezya’da çok farklı dinlere mensup insanlar iç içe yaşıyor. Budist, Hindu, Hıristiyan ve Müslümanlar birlik içinde yaşarlar, birbirlerine hoşgörü gösterirler. Özellikle bizim oturduğumuz muhitte, her dinden her milletten insan var. Benim baba tarafım İslâm’ı çok güzel yaşar. O yüzden küçüklüğümüzde hemen Kur’ân öğrendik. Aslında bu Malezya’nın bir geleneği; îmânı zayıf olan da, dindar olmayan da mutlaka çocuğunu küçükken dînini öğrensin diye medreselere gönderir.

Hayatımda bir kere hacca gittim, sayısını hatırlayamadığım kadar çok defa umre nasip oldu, elhamdülillah! Oradaki hacılara Malezyalı olduğumu söyleyince çok mutlu oluyorlar. Bunların başında Türkler geliyor. Çünkü kutsal topraklarda en disiplinli, tartışma çıkarmayan ve saygılı olarak bu milletleri gördüklerini söylüyorlar. Endonezya, Patani, Brunei, Malezya, Singapur hepsi aynı soydan geliyorlar. Bizler Şâfiî mezhebine mensubuz. Malezya’da İslâm meclisleri var; olup bitenleri ciddî şekilde İslâm’a göre ele alıyorlar. Meselâ Malezya’daki âlimler sigaraya “haram” fetvâsı verdiler. Bu yüzden Malezya’da hiç sigara içen göremezsiniz. Sağlık Bakanlığı da bunun çok sıkı tâkibini yapıyor.

Türkiye ülkenizde nasıl tanınıyor?

Ben çok eskiden de gelmiştim Türkiye’ye… Cuma namazında câmilerin boş olmasına şaşırmıştım. Bizler Türkiye’yi namaz kılmanın, başörtüsü takmanın yasak olduğu liberal bir ülke olarak biliyorduk. Ama şu an Türkiye öyle değil.

Türkiye’yi ve Cumhurbaşkanını, yaptıkları yardımlarla mazlum Müslümanlara sahip çıkması sebebi ile bütün Dünya tanıyor. Türkiye çok güzel bir ülke… İnsanları çok yardım sever ve iyi niyetli insanlar… Malezyalılar, Türkleri çok seviyor. Ama şu an ülkenizde dîni yaşamak serbest olsa da dinden çok taviz veriliyor; eksikler de çok… Bu, bizim ülkemizde de var. Müslümanlarla uğraşanlar, dini bozarak, tâviz verdirerek bunu yaptırıyorlar. Büyük bir îman imtihanı içindeyiz. Allah hepimize yardım etsin.

Biz Türkiye’yi çok sevdiğimiz için Fâtih semtinden ev tuttuk. Çok mütevâzı bir semt… Biz birçok ülkede ticaret yapıyoruz. Nerede ticaret yaparsak kazancımızı oranın fakirlerine infâk ediyoruz. İnşâallâh Türkiye’de de bir ticaret niyetimiz var; sonra kazancımızı buranın fakirleri ile paylaşacağız! Türkiye’nin mânevî havası da çok güzel, bu yüzden Ramazan ayımızı burada geçireceğiz inşâallah!

Buraya yerleşince Türkçe öğrenmeye başlayacağım. Nasıl ki evlâdımın eğitimi için bana Türkiye gösterildiyse, benim de Türklere vefâ borcumu ödemem lâzım. Birçok plânım var, inşâallah maddî-mânevî elimden ne geliyorsa yapmaya çalışacağım.

Ben elli iki yaşındayım, bu vakitten sonra dünya için biriktirmek bana lâzım değil! Âhiretimi kurtarmaya odaklanmam lâzım. Bu yüzden ticarete devam edip hayır ve hasenâtımı artırmak istiyorum. Özellikle buradaki Suriyelilere yardım etmek istiyorum. Önceden Suriye’ye gitmiştim. Çalışkan insanlardır. El becerileri kuvvetlidir. Ülkelerinde acımasız bir savaş var; canlarını, nâmuslarını kurtarmak için kaçmışlar. Onlara dünyada sadece Türkiye kucak açtı. Hâlbuki hepimiz Müslümanız ve hepimiz mes’ulüz. Kıyâmet günü Rabbim bana:

“-Kulum sana mal verdim, imkân verdim; sen onları nerede harcadın?” diye sorunca kolayca ve huzurla cevap verebilmek istiyorum.

Buradan bütün Türk kardeşlerime selâmlarımı iletiyorum.

Biz de bu güzel sohbet için size çok teşekkür ederiz. Allah Teâlâ, bütün hayırlı niyetlerinizi gerçekleştirme fırsatı versin. Size de, büyük emeklerle yetiştirdiğiniz kızınıza da Cennet yollarını kolaylaştırsın.

Âmin. Bu röportaj için çok teşekkür ederim ben de… İnşâallah söylediğimiz sözler, kardeşlerimizin kalbinde uyanışlara vesîle olur.

Röportaj: Halime Demireşik, Şebnem Dergisi, Sayı: 170