Cafer-i Sâdık (r.a.) Kimdir?

Cafer-i Sadık Hazretleri, Ehl-i Beyt’ten olup Altın Silsile’nin dördüncüsü, 12 İmam’ın altıncısıdır. Cafer-i Sadık Hazretlerinin kısaca hayatı...

Câfer-i Sâdık -rahmetullâhi aleyh- (Altın Silsile 5) - Sesli Kitap

Câfer-i Sâdık Hazretleri hicrî 80 senesinde Medîne-i Münevvere’de doğmuştur. Özü-sözü doğru, son derece dürüst ve güvenilir bir şahsiyete sahip olması sebebiyle, kendisine Sâdık denilmiştir. Ayrıca Sâbir (sabreden, tahammül gösteren), Fâzıl (fazîlet ve yüksek ahlâk sahibi, olgun), Tâhir (temiz, nezih) ve Âtır (hoş kokulu) lâkaplarıyla da anılmıştır.

Câfer-i Sâdık Hazretlerinin babası, Muhammed Bâkır (r.a.); dedesi Ali Zeynelâbidîn (r.a.); dedesinin babası da Hazret-i Hüseyin’dir (r.a.). Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin soyu, baba tarafından Hazret-i Ali’ye, anne tarafından ise iki koldan Hazret-i Ebûbekir’e ulaşmaktadır. Böylece o, Ehl-i Beyt ile Hazret-i Sıddîk’ın maddî-mânevî nesebini şahsında birleştirerek, “Altın Silsile”ye ayrı bir güzellik kazandırmıştır.

Câfer-i Sâdık Hazretleri, küçük yaştan itibâren ilim, ibadet, fazîlet ve ahlâkta zirve bir âile ve muhitte yetişmiştir. Enes bin Mâlik ve Sehl bin Sa‘d (r.a.) gibi sahâbîlerden; Atâ, Zührî, Urve, İkrime ve Nâfî (k.s.) gibi meşhur tâbiîn âlimlerinden, akāid, tefsir, hadis, fıkıh gibi İslâmî ilimleri en üst seviyede tahsil etmiştir. Bilhassa, büyük birer âlim olan muhterem dedeleri Zeynelâbidîn ve Kâsım bin Muhammed Hazretleri ile muhterem babası Muhammed Bâkır Hazretlerinden çok istifâde etmiştir. Onlar kanalıyla pek çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.[1] Bu zevâtın hepsi de Medîne-i Münevvere’nin büyük âlim ve imamlarıdır. Cenâb-ı Hak hepsinden râzı olsun!

Yani Câfer-i Sâdık Hazretlerinin hem hocaları, hem âilesi, hem de kendisi; ihlâs, takvâ, mârifet, sadâkat, emânet ve adâlet ehli, güvenilir ve sâlih din büyükleridir.

Ferîdüddîn Attâr Hazretleri, Allah dostlarının hayatlarını, ibretli menkıbelerini ve hikmetli nasihatlerini derlediği Tezkiretü’l-Evliyâ isimli meşhur eserine -teberrüken- onun hayatını anlatarak başlamıştır.

Kâsım bin Muhammed Hazretleri vefât ettiğinde, torunu Câfer-i Sâdık Hazretleri 28 yaşında idi ve aldığı ilmi insanlara tevzî etmeye başlamıştı.[2]

CAFER-İ SÂDIK’IN (R.A.) İBADET HAYATI

Câfer-i Sâdık Hazretleri, uzleti tercih edip kendini ilme ve ibadete vermiş, âbid, zâhid, huşû hâlinde yaşayan büyük bir Allah dostudur.

İmâm Mâlik Hazretleri, onun hakkında şöyle der:

“Câfer-i Sâdık Hazretlerinin huzûruna varırdım; o, güzel ve nükteli sözlerden hoşlanır, dâimâ tebessüm hâlinde bulunurdu. Yanında Nebî r zikredildiğinde ise hemen toparlanır, âdeta rengi sararırdı. Yanına uzun zaman gidip geldim. Onu hep şu üç hâlden biri üzere görürdüm: Ya namaz kılar, ya oruçlu olur veya Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Abdestsiz olarak hadîs-i şerîf rivâyet ettiğini hiç görmedim. Mâlâyânî konuşmazdı. Haşyetullah sebebiyle yüreği titreyen âbid ve zâhidlerdendi. Yanına vardığımda mutlakâ kendi altındaki minderi alıp bana ikram ederdi…”[3]

Câfer-i Sâdık Hazretleri ibadetler hususunda şöyle buyururdu:

“Namaz, her takvâ sahibi için (Hakk’a) yakınlıktır. Hac, her güçsüzün cihâdıdır. Bedenin zekâtı oruçtur. Amelsiz dâvetçi, yay olmadan ok atmaya çalışan kişi gibidir. Sadaka vermek sûretiyle, rızkın üzerinize bolca inmesini sağlayınız. Zekât vererek mallarınızı koruyunuz. İktisatlı davranan, fakir düşmez. Tedbir, hayatın yarısıdır. İnsanlarla dost olmak, aklın yarısıdır… Anne-babasını üzen, onlara âsî olmuş olur. Musîbet zamanında sabredemeyip feverân eden, sevâbından mahrum kalır… Allah Teâlâ sabrı musîbet miktârınca, rızkı da ihtiyaç miktârınca indirir. Kendisine verilen malı idâreli kullananı Allah Teâlâ rızıklandırır. Malını saçıp savuranı ise Allah Teâlâ mahrum bırakır.”[4]

Süfyân-ı Sevrî Hazretleri şöyle anlatır:

“Hac için Mekke’ye gittim. Câfer bin Muhammed’i Ebtah’da devesini çöktürmüş hâlde gördüm. Ona:

«–Ey Rasûlullâh’ın evlâdı! Vakfe mekânı neden Meş’ar-i Haram’da değil de Harem’in ötesinde kılındı?» dedim. Şöyle cevap verdi:

«–Kâbe Allâh’ın evi, Harem perdesi ve vakfe yeri de kapısıdır. Kullar O’na varmayı dileyince, onları tazarrû ve niyaz hâlinde kapıda durdurdu, vakfe yaptırdı. İçeri girmelerine izin verince onları ikinci kapıya, Müzdelife’ye yaklaştırdı. Çok yalvarıp yakardıklarını ve fazlasıyla gayret gösterdiklerini görünce onlara merhamet etti. Merhamet edince de onlara kurbanlarını takdim etmelerini emretti. Onlar kurbanlarını keserek kirlerini giderip günahlardan temizlendiklerinde ise onlara evini ziyaret etmelerini emretti.»

«–Peki teşrîk günlerinde oruç tutmak neden mekruh görüldü?» diye sordum. Câfer-i Sâdık Hazretleri:

«–Çünkü insanlar Allâh’ın ziyafetindedirler. Misafirin oruç tutması hoş görülmez.» diye cevap verdi.

«–Kurbânın olayım, fayda vermeyen bir bez parçası olduğu hâlde, insanlar Kâbe’nin örtülerine ne diye yapışıyorlar?» dedim. Şöyle cevap verdi:

«–Bu, birine karşı cürüm işleyen ve cürmünü bağışlaması için o kişinin eteklerine yapışıp etrâfında dönen kişinin hâline benzer.”[5]

  • Kur’ân Okumadan Önce Yapılan Dua

Câfer-i Sâdık Hazretleri, Kur’ân okumadan önce yapılan istiâzenin, yani “أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ : İlâhî rahmetten kovulmuş şeytandan Allâh’a sığınırım.” duâsının hakîkatini şöyle îzah buyurmuştur:

“(Gerçek) istiâze, Kur’ân kıraatine tâzîm olmak üzere ağzı yalan, gıybet ve iftirâdan temizlemektir.”[6]

Şüphesiz ki Câfer-i Sâdık Hazretlerinin bu ifâdesi, onun bütün ibadet hayatına akseden kalbî hassâsiyetlerinin tipik bir misâlidir.

  • Hakîkî Zikir

Yine Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“Allah Teâlâ’nın «Ey îmân edenler!» hitâbındaki lezzet, kişiden ibadet ve tâatin bütün yorgunluk ve ağırlığını giderir, yok eder (bilâkis ibadetleri mânevî bir ziyâfet hâline getirir).” buyurmuştur.[7]

Onun zikri de ayrı bir feyz ve rûhâniyet taşırdı. Nitekim şöyle buyurmuştur:

“Hakîkî zikir, Hakk’ın zikri esnâsında mâsivâyı (kulu Allah’tan uzaklaştıran her şeyi) unutmaktır. İşte o vakit, kul için Allah Teâlâ her şeye bedel olur.”[8]

  • Câfer-i Sâdık Hazretlerinin Kabristan Ziyareti

Câfer-i Sâdık Hazretleri geceleyin kabristana gider ve şöyle derdi:

“–Ey kabir ehli, ne oluyor da sizi çağırdığım zaman cevap vermiyorsunuz?”

Sonra kendi kendine:

“–Vallâhi onlar ile cevâbın arasına girildi. Sanki şimdi ben de onlar gibi oldum ve aralarına katıldım!” diyerek kıbleye yönelir, fecrin doğuşuna kadar tefekkür ve ibadetle meşgul olurdu.[9]

Bir gün yoksulun biri, Câfer-i Sâdık Hazretlerine:

“–Neden gece gündüz çalışıp durmaktasın?” diye sormuştu. O da şöyle cevap verdi:

“–Baktım, benim işimi bir başkası benim gibi yapamıyor, ben de kendi işimi kendim yapmaya karar verdim ve tembelliği boynumdan attım. Yaratıldığımdan beri rızkım, bana gelip yetişiyor. Bu yüzden ne hırsım kaldı, ne de tamahım. Bir gün ölüm gelip çatacak, kimse benim için ölmeyecek. Bu sebeple ölüme hazırlanmaya ve onu karşılamaya koyuldum. İnsanlarda bir vefâ görmedim. O yüzden de cân u gönülden Allah Teâlâ’nın vefâsını tercih ettim, bundan başka her şeyi terk ettim. Onların hepsi zandan ibâret olduğu için hepsinden vazgeçtim.”[10]

İnsan oyun ve eğlence için yaratılmamıştır; mânen yücelerek Hakk’a vâsıl olmak için yaratılmıştır. O hâlde bereketli bir ibadet ömrü yaşayıp eldeki en kıymetli sermâye olan ömrü zâyî etmemek gerekir. İnsan bilmez mi ki ömür takviminden her gün bir yaprak düşmektedir! Geceler ve gündüzler birbirini takip etmekte, seherin ve sabahın bereketleri, uykudaki gâfillerin üzerinden geçip gitmektedir. Bu şekilde gâfilâne bir hayat yaşayanlar, kıyâmet sabahına uyanınca ellerinde hiçbir şey bulamazlar. Ellerindeki ömür sermâyesi de tükenmiş olur. Gafletle işledikleri azıcık amelleri ise onların kurtuluşuna kâfî gelmez.

CAFER-İ SÂDIK’IN (R.A.) GÜZEL AHLAKI

Câfer-i Sâdık Hazretleri; şefkat, merhamet, hilim, sabır, affedicilik, cömertlik gibi ahlâkî hasletlerin zirvesindeydi. Cenâb-ı Hak’tan başka kimseden korkmazdı. Allah yolunda, kınayanın kınamasına zerre kadar değer vermezdi. Makâmından dolayı idâreciden, kalabalığından dolayı halktan çekinmezdi. Medhedenin övgüsü onu aldatmaz, düşmanın yermesiyle de yolundan dönmezdi.

Bir gün para kesesini kaybeden bir adam, kim olduğunu bilmeden gelip Câfer-i Sâdık Hazretlerinin yakasına yapışmış ve:

“–Paralarımı sen çaldın!” demişti. Hazret:

“–Kesende ne kadar para vardı?” diye sordu. O da:

“–Bin dinar.” dedi.

Câfer-i Sâdık Hazretleri, hiçbir şey söylemeden o adamı evine götürüp bin dinar verdi. Bu şahıs daha sonra kendi para kesesini bulunca, özür dileyerek aldığı paraları geri getirdi. Câfer-i Sâdık Hazretleri ise:

“–Biz verdiğimizi geri almayız!” dedi. Bu duruma hayret eden adam:

“–Bu zât kimdir?” diye sordu. Câfer-i Sâdık Hazretleri olduğunu öğrenince de mahcûbiyeti bir kat daha arttı.[11]

  • Öfkelerini Yutanlar

Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. O, ibrikten su döküyor, Hazret de leğende ellerini yıkıyordu. Birden su elbisesine sıçradı. Câfer-i Sâdık Hazretleri köleye biraz kızarak baktı. Bunun üzerine köle:

“–Efendim, Kur’ân-ı Kerîm’de «وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ / Öfkelerini yutanlar»[12] Allâh’ın mağfireti ve cennetle müjdeleniyor.” dedi. O zaman Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“–Öfkemi yuttum!” dedi. Köle âyetin devâmını okudu:

“–وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِ: İnsanları affedenler.”

Câfer Hazretleri:

“–Haydi seni affettim.” dedi. Köle yine âyetin devâmını okudu:

“–وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ: Allah ihsanda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!”

Bunun üzerine Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“–Haydi git, sen Allah Teâlâ’nın rızâsı için artık hürsün! Şu bin dinar para da senin!” buyurdu.[13]

  • Rızâ ve Teslîmiyet

Câfer-i Sâdık Hazretleri, başına gelen musîbetler karşısında da Hakk’ın takdîrine büyük bir rızâ ve teslîmiyet gösterirdi. Öyle ki küçük çocuğu kucağında vefât ettiğinde, rızâ hâlinden başka bir tavır sergilemedi. Babalık şefkatiyle gözlerinden yaşlar süzüldü. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın diğer nîmetlerini düşündü ve:

“–Bir nîmetini aldıysan, pek çok nîmet lûtfetmeye devam ediyorsun! Bir defa iptilâya uğrattıysan, devamlı âfiyet veriyorsun!” diye ilticâ ve niyazda bulundu.

Sonra da çocuğunu alıp hanımının ve diğer akraba kadınların yanına götürdü. Kadınlar, küçük yavrunun vefât ettiğini görünce feryâda başladılar. Câfer-i Sâdık Hazretleri onlara, kesinlikle feryâd ile ağlamamaları hususunda tembihlerde bulundu.

Yavrusunu defnetmeye giderken de rızâ zirvelerindeki kalbinden şu samimî ifâdeler dökülüyordu:

“Evlâdımızı alan Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ederim, bizim O’na karşı ancak muhabbetimiz artmıştır!”

Yavrusunu toprağa verdikten sonra da şöyle buyurdu:

“Biz öyle bir kavmiz ki, sevdiğimiz kişilere sevdiğimiz şeyleri ihsân eylemesi için Allah Teâlâ Hazretleri’ne duâ ederiz, O da bize lûtfeder. Eğer, sevdiğimiz kişiler hakkında sevmediğimiz şeyler takdîr ederse, ona da râzı oluruz.”[14]

İşte kulluk edebinin muhteşem bir tezâhürü… Nitekim yüksek ruhları mâneviyat ufuklarında zirveleştiren sır da, ilâhî imtihanın en ağır tecellîleri karşısında dahî şikâyet ve sızlanmayı bir kenara bırakıp, daha da artan bir rızâ, teslîmiyet, hamd, şükür ve muhabbet ile Hakk’a yönelebilmektir.

CAFER-İ SÂDIK’IN (R.A.) FAZİLETLERİ

Câfer-i Sâdık Hazretleri güler yüzlü, tatlı sözlü bir Hak dostu idi. Sîreti ve sûreti çok nurluydu. Büyük dedesi Hazret-i Ali’ye çok benzerdi. Son derece vakur ve mehâbetli idi.

Câfer-i Sâdık Hazretleri her bakımdan öyle fazîlet sahibi bir insandı ki, mübârek sîmâsına bakanlar, onun Peygamber sülâlesinden olduğunu derhâl fark ederlerdi.[15]

Onun mânevî olgunluk ve üstünlükleri, kendisi hakkında anlatılanlardan çok daha yüksek idi. O, bu yüceliği sebebiyle; “Şeyhu Benî Hâşim: Haşimoğulları Kabîlesi’nin büyüğü” diye de isimlendirilmiştir.[16]

Şu hakîkati hatırlamak bile, onların fazîletini ifâdeye kâfîdir:

Bütün mü’minler, Resûlullah Efendimiz’e salât ü selâm getirirken, O’nun Ehl-i Beyt’ine ve nesline de duâ ederler. Hattâ namazda tahiyyâttan sonra Peygamber Efendimiz r ve O’nun Ehl-i Beyt’ine salât ü selâm getirilmediği takdirde, namaz kâmil mânâsıyla edâ edilmiş sayılmaz.

  • Câfer-i Sâdık Hazretlerinin Cömertliği

Câfer bin Muhammed Hazretleri çok cömert bir Allah dostu idi. Fakir fukarâyı doyurur, muhtaçlara infâk ederdi. Fakir düşmekten korkmaksızın o kadar infaklarda bulunurdu ki, neredeyse kendi âilesine bir şey bırakmazdı.[17]

Gizlice infâk etme ve dertlere devâ olma hususunda, muhterem dedesi Zeynelâbidîn Hazretlerine benzerdi. Nitekim Zeynelâbidîn Hazretleri, karanlık basınca, ekmek, et, para gibi malzemelerle doldurduğu torbasını omzuna alıp dışarı çıkar ve kimsenin haberi olmadan fukarânın kapılarının önüne ihtiyaç duydukları şeyleri bırakırdı. Bu durum ancak vefâtından sonra, fukarânın sahipsiz kalması neticesinde anlaşılabilmişti.[18]

Nitekim Zeynelâbidîn Hazretlerinin mübârek naaşı yıkanırken de, sırtında içi su toplamış büyükçe yaralar görüldü. Sebebi araştırıldığında bunların, fukarâya erzak çuvalı taşımaktan dolayı oluştuğu anlaşıldı.[19]

  • Câfer-i Sâdık Hazretlerinin Elbisesi

Câfer-i Sâdık Hazretleri, son derece mahviyet sahibiydi. Süfyân-ı Sevrî Hazretleri, bir gün onun üzerinde kıymetli bir elbise görmüştü. Bunu Peygamber Efendimiz’in nesline yakıştıramadığını söyleyince, Câfer-i Sâdık Hazretleri altındaki kıldan dokunmuş sert yün elbiseyi gösterdi. İçinde yaşadıkları devirde maddî imkânlar bollaştığı için herkesin giydiği güzel elbiselerden giymenin daha münâsip düşeceğini ifâde ettikten sonra:

“–Alttakini Allah için giydik, üsttekini de sizin için giydik. Allah için olanı gizledik, sizin için olanı da izhâr ettik!” buyurdu.[20]

Hakîkaten, öyle bir toplum vasatında eski elbise giymek, kişiyi zâhidlik taslamaya ve ucba sürükleyebilirdi. Câfer-i Sâdık Hazretleri bu davranışıyla, riyâ, ucub, kibir ve tevâzuun fahrı gibi gizli tehlikelerden korunmuş ve mahviyete riâyet etmiş olmaktadır.

  • Fütüvvet Ehli

Câfer-i Sâdık Hazretleri, fütüvvet ehli bir zât idi. Bir gün Şakîk-ı Belhî Hazretleri ona fütüvvetin ne olduğunu sormuştu. O da:

“–Siz bu hususta ne diyorsunuz?” buyurdu. Şakîk Hazretleri:

“–Verilirse şükrederiz, verilmezse sabrederiz.” dedi.

Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“–Onu bizim Medîne’nin köpekleri de yapıyor. Bize göre fütüvvet, verilirse başkasını kendimize tercih etmek (îsâr), verilmezse şükretmektir.” buyurdu.[21]

  • Duâsı Makbûl Bir Hak Dostu

Câfer-i Sâdık Hazretleri, duâsı makbûl bir Hak dostu idi. Ne zaman Allah Teâlâ’dan bir şey istese, daha duâsı bitmeden o şey önünde hazır olurdu.[22] Onun buna benzer daha pek çok kerâmetleri zikredilir.[23]

Bu yüksek fazîletleri sebebiyle, Câfer-i Sâdık Hazretleri daha hayattayken kendisi hakkında bâzı yanlış inanışlar, aşırı yüceltmeler ve yalanlar uydurulmaya başlandı. O bunlardan çok rahatsız olur, onları hep reddeder ve yalanlardı.[24]

Nitekim Abdülcebbâr bin Abbâs Hemedânî, beraberinde bulunanlarla birlikte Medîne-i Münevvere’den yola çıkmak istediklerinde, Câfer-i Sâdık Hazretleri onların yanına geldi ve:

“–İnşâallah siz şehrinizin sâlihlerindensiniz. Benden şehrinizin ahâlisine haber verin ki; kim benim kendisine itaat edilmesi mecbûrî, mâsum (günahsız) bir imam olduğumu iddiâ ederse, ben ondan uzağım! Yine kim benim Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’i sevmeyip onlardan yüz çevirdiğimi iddiâ ederse, ben ondan uzağım!”[25]

Bu ve benzeri rivâyetler, birbirini desteklemekte ve hepsi de Ehl-i Beyt’in ve Câfer-i Sâdık Hazretlerinin, Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer’e olan muhabbetlerini açıkça göstermektedir. Ehl-i Beyt’e nisbet edilen bunun hâricindeki sözler ise, büyük bir iftirâdan ibârettir. Nitekim Câfer-i Sâdık Hazretleri, Râfızîlere kızar, onların, büyük dedesi Hazret-i Ebûbekir’e gizli ve açıktan dil uzattıklarını işittikçe onlara buğzederdi.[26]

CAFER-İ SÂDIK’IN (R.A.) TEVAZUSU

Câfer-i Sâdık g, mütevâzı bir zât idi. Kimseyi hor görmez, her mü’mini kendisinden daha kıymetli bilirdi. Nitekim bir gün hizmetçilerini yanına çağırıp onlara:

“–Gelin sizinle kıyâmet günü için bir anlaşma yapalım: O gün hangimiz kurtulursa, diğerlerine şefâatçi olmak üzere birbirimize söz verelim!” demişti. Onlar:

“–Ey Allah Rasûlü’nün torunu! Sizin ceddiniz bütün âlemlerin şefâatçisi iken, bizim şefâatimize sizin gibi bir zâtın ne ihtiyacı olur?!” dediler.

Câfer-i Sâdık Hazretleri,, şu tevâzû yüklü cevâbı verdi:

“–Ben kıyâmet gününde, şu hâlim ve bu amellerimle mübârek ceddimin yüzüne bakmaktan hayâ ederim!”[27]

  • Câfer-i Sâdık Hazretlerinin Allah Korkusu

Âlim, zâhid bütün insanlar, Câfer-i Sâdık Hazretlerinden feyz almak isterlerdi. Nitekim Dâvud-i Tâî Hazretleri bir gün yanına gelerek, kalbinin karardığından bahsedip nasihat talebinde bulundu.

Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“–Sen asrımızın en zâhidisin, benim nasihatime ne ihtiyacın olacak?” dedi.

Dâvud-i Tâî Hazretleri:

“–Ey Allah Rasûlü’nün evlâdı! Senin insanlara üstünlüğün var. Onun için senin herkese vaaz etmen lâzım!” dedi.

Câfer-i Sâdık Hazretleri yine yüksek tevâzuunu ve Allah korkusunu ifâde eden şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Ey Dâvud! Ben kıyâmet gününde mübârek ceddimin benim yakama yapışıp; «Bana tâbî olmanın hakkını neden vermedin? Bu iş haseple-neseple olmaz, Hakk’a lâyık muâmeleyle olur!» diye çıkışmasından korkuyorum!”

Bunun üzerine Dâvud-i Tâî Hazretleri:

“Yâ İlâhî! Nebîler neslinden olup, ceddi Rasûl, annesi Betûl olan birisi böyle korku içinde yaşarsa, Dâvud kim oluyor da ameli ve muâmelesiyle kendini beğeniyor!” diye ağlamaya başladı.[28]

Câfer-i Sâdık Hazretleri insanları tevâzû sahibi olmaya teşvik eder, bencil davranıp büyüklenenleri de îkâz ederdi. Nitekim bir gün bir kabîleye rastlamıştı:

“–Sizin efendiniz kim?” diye sordu. İçlerinden biri:

“–Ben!” dedi. Hazret bu cevaptan hoşlanmadı ve onu îkâz ederek:

“–Eğer sen bunların efendisi olsaydın; «Ben» demezdin! (Onların hizmetkârı olduğunu söylerdin.)” buyurdu.[29]

Çünkü enâniyet/benlik, gerçek efendiliğe mânîdir.

Onun şu sözü de bu hususta çok mânidardır:

“Öncesi korku, sonu özür olan günah, kulu Hakk’a yaklaştırır. Öncesi güven, sonu kibir olan ibadet de, kulu Hak Teâlâ’dan uzaklaştırır. Kendini beğenmiş olan itaatkâr, aslında âsîdir. Özür dileyen âsî de hakîkatte itaatkârdır.”[30]

Câfer-i Sâdık Hazretleri, hiçbir zaman riyâsete, yani insanlara baş olmaya heves etmemiş, dâimâ uzleti ve sükûtu tercih etmiştir. Zira mârifetullah deryâsına dalan kişi, sâhillere tamah etmez; Cenâb-ı Hak ile ünsiyet kuran kişi, insanların medh ü senâsına değer vermez.

CAFER-İ SÂDIK’IN (R.A.) TAKVASI

Câfer-i Sâdık Hazretleri şöyle buyururdu:

“Takvâdan daha hayırlı bir azık yoktur, sükûttan daha güzel bir şey yoktur, cehâletten daha zararlı bir düşman yoktur, yalandan daha kötü ve şiddetli bir hastalık yoktur.”[31]

Ramazan ayının sonunda da şöyle duâ ederdi:

“Ey Ramazan’ın Rabbi olan ve Kur’ân’ı indiren Allâh’ım! İşte bu, kendisinde Kur’ân’ın indirildiği Ramazan ayıdır ve artık bitmek üzeredir. Yâ Rabbî, bütün günahlarım affedilmeden fecrin doğmasından veya Ramazan’ın çıkıp gitmesinden, Kerîm olan Zât’ına sığınırım!”[32]

İmâm Mâlik Hazretleri şöyle anlatır:

“Câfer-i Sâdık Hazretleri ile birlikte hacca gittim. Telbiye getirmek istediği zaman yüzünün rengi değişti ve tir tir titremeye başladı. Ona:

«–Neyin var ey Resûlullâh’ın evlâdı?» diye sordum.

«–Telbiye getirmek isteyince bu hâle geldim.» buyurdu.

«–Peki, seni durduran nedir?” diye sordum.

«–“Buyur kulum!” cevâbından başka bir söz işitmekten korkuyorum!» karşılığını verdi.”[33]

  • Câfer-i Sâdık Hazretlerinin Duaları

Câfer-i Sâdık Hazretlerinin yaptığı duâ ve niyazlara bakılınca, onun kalbindeki Allah korkusunun ve takvâ duygusunun ne kadar yüksek olduğu hemen anlaşılmaktadır. Nitekim bir defasında şöyle niyâz etmiştir:

“Allâh’ım! Beni Sana itaat etmek sûretiyle azîz eyle! Sana isyân etmek sûretiyle rezîl eyleme!

Allâh’ım! Bana fazlından bolca lûtfettiğin nîmetlerle, rızkını daralttığın kimselere ihsanlarda bulunabilmeyi nasîb eyle!”

Bu duâyı işiten sâlih zâtlar:

“–Bu eşrâfın (mâneviyat büyüklerinin) duâsıdır.” demişlerdir.[34]

Maddî ve Mânevî İlimlerde Zirve Oluşu

Câfer-i Sâdık Hazretlerinin muhterem babası ve dedeleri, Rasûlullah r Efendimiz’in getirdiği ilmi almak için, ashâb-ı kirâmın peşinde koşmuş, onlardan Efendimiz’in emsalsiz örnek şahsiyetini, mübârek hayatını ve Sünnet-i Seniyye’lerini sorup öğrenmişlerdi. Bunu mûteber hadis kitaplarındaki rivâyetlerinden de anlamaktayız.

İşte Câfer-i Sâdık Hazretleri böylesine ilme gönül veren ve onun tahsili yolunda hiçbir gayret ve fedâkârlığı esirgemeyen, mübârek bir âilede yetişti. Nebevî ilmin merkezi olan Medîne-i Münevvere’de kendini ilme adadı. Âilesinden aldığı ilimle yetinmeyip, yetişebildiği ashâb-ı kirâmdan ve tâbiînin büyük âlimlerinden de her türlü ilmi tahsil etti.

Daha sonra da aldığı bu maddî ve mânevî ilimlerle çok büyük âlimler yetiştirdi. İmâm Mâlik, Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, Ebû Hanîfe, İbn-i Cüreyc, Yahya bin Saîd, Yahya el-Kattân gibi pek çok büyük âlim, ondan ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.[35]

Câfer-i Sâdık g mübârek ömrünü, sohbetleri ve mektuplarıyla insanların îtikadlarını tashîh, şerîati beyan, hak ve hakîkati îlân ile geçirdi.[36]

O, siyâsetten uzak durur, daha çok ilimle meşgul olurdu. Dünyevî menfaatler için sultanların kapısına gitmeyen âlim ve fakihleri “Peygamberlerin emîni” (yani Peygamberlerin îtimâd ettiği, onlara vekâleten insanlığı irşad hizmetinde bulunan Peygamber vârisleri) olarak isimlendirirdi.[37]

O, bütün ilimlerde, ince mânâları ve derin hakîkatleri idrâk etmekte kemâl mertebedeydi. Bütün şeyhlerin önderiydi. Herkes ona îtimâd ederdi. Mutlak bir rehberdi. Müslümanların imâmı, muhabbetullah ve mârifetullah ehlinin kılavuzu, âbidlerin ve zâhidlerin en mükerremiydi. Kur’ân-ı Kerîm ve onun tefsîrinin esrârı ve nüktelerine vuk¯ufiyet bakımından da emsalsizdi.[38] Hem büyük bir muhaddis, hem müctehid derecesine ulaşmış bir fakih idi. İlham gücü yüksek, doğru sözlü, rivâyetlerine ve fikirlerine güvenilir bir İmâm ve allâme idi.[39]

Zamanındaki bütün âlimler ve halk, onun ilmine ve fazîletine hayran olmuşlardı.[40]

  • Câfer-i Sâdık Hazretlerinin Rivayet Ettiği Hadisler

Ondan gelen bâzı rivâyetler şöyledir:

Câfer-i Sâdık Hazretleri, babasından ve dedelerinden şu hâdiseyi nakletmiştir:

“Resûlullah Efendimiz, bir gün mübârek torunları Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin’in ellerinden tutup şöyle buyurmuşlardır:

“Kim beni, bu ikisini, bunların baba ve analarını severse, kıyâmet günü benimle beraber olur.” (Tirmizî, Menâkıb, 20/3733)

Yine Câfer-i Sâdık Hazretlerinden gelen bir rivâyette Resûlullah Efendimiz şöyle duâ etmişlerdir:

“Allâh’ım! Ümmetime sabahın erken vakitlerini ve bu zamanda yaptıkları işleri bereketli eyle!” (İbn-i Mâce, Ticârât, 41/2238)

Câfer-i Sâdık Hazretleri, Hazret-i Ali’ye ulaşan bir silsile ile şu hadîs-i şerîfi nakleder:

“Resûlullah Efendimiz’i gördüm, ashâbının arasında minbere çıkarak şu hitâbede bulundu:

«Ey insanlar! Sanki ölüm bizden başkasına yazıldı! Sanki hak, bizden başkasına vâcip kılındı! Sanki uğurladığımız ölüler kısa bir müddet sonra bize geri dönecekler! Mîraslarını da sanki onlardan sonra ebedî kalacakmışız gibi yiyoruz. Bütün nasihatleri unuttuk. Bütün musîbetlerden emîn olmaya (kendimizi belâ ve musîbetlere karşı emniyet içinde görmeye) başladık.

Kendi ayıplarıyla meşgul olarak, diğer insanların ayıplarıyla uğraşmayan kişiye ne mutlu! Kazancı helâl, iç âlemi temiz, dış görünüşü güzel ve yolu müstakîm (yaşayışı düzgün) olan kişiye ne mutlu! Kusursuz bir şekilde Allah için tevâzû gösteren, mâsıyete düşmeden malından infâk eden, fıkıh ve hikmet ehliyle oturup kalkan, zayıf ve yoksullara yardım eden kişiye ne mutlu! Malının fazlasını infâk edip sözünün fazlasını imsâk edene/tutana ve Sünnet-i Seniyye’yi bütünüyle kuşanıp bir daha bid’atlere dönmeyene ne mutlu!»

Rasûlullah bunları söyledikten sonra minberden indi.” (Ebû Nuaym, Hilye, III, 202-203)

Câfer-i Sâdık Hazretlerinin, muhterem babasından ve mübârek ecdâdından rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri gören muhaddisler:

“–Bu isnâd, bir mecnûnun üzerine okunup üflense, o derhâl iyileşir, aklı başına gelir!” demişlerdir. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 9/65; Ebû Nuaym, Hilye, III, 192)

Bu da, İslâm âlimlerinin Resûlullah Efendimiz’in pâk ve azîz nesline ne kadar hürmet ettiklerini göstermektedir. Diğer taraftan da Resûlullah Efendimiz’in neslinin ne yüce bir fazîlete sahip olduğuna işaret etmektedir ki, onların mübârek isimlerinin yâd edilmesi bile bir şifâ vesîlesidir.

CAFER-İ SÂDIK’IN (R.A.) KUR'AN-I KERİM'E VUKUFİYETİ

Kur’ân-ı Kerîm asıl kalp ile okunur. Kimin kalbi Cenâb-ı Hakk’a ve Resûlullah Efendimiz’e daha çok bağlı ise, o, Kur’ân’ın esrârına daha fazla vâkıf olur. Câfer-i Sâdık Hazretleri de böyle bir kalbî kıvâma sahip olduğu için, âyet-i kerîmelerdeki inceliklere âşinâlığı herkesten fazla idi.

O, Cenâb-ı Hakk’ın şu âyet-i kerîmede medhettiği kimselerdendi:

“Sonra Kitâb’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize mîras kıldık. Onlardan (insanlardan) kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda ileri gitmek için yarışır. İşte büyük fazîlet budur.” (Fâtır, 32)

O, hem Allâh’ın seçtiği kullarından, hem de hayırda ileri gitmek için yarışan Hak dostlarından idi.[41]

Câfer-i Sâdık Hazretleri bir gün:

“–Üzücü ve tehlikeli bir işle karşılaşan kişi, beş defa ihlâsla «Rabbenâ!» derse, Allah onu korktuğundan emin kılar ve arzusuna nâil eyler.” buyurmuştu.

Kendisine:

“–Bu nasıl olur?” diye sorulunca:

“–İsterseniz Âl-i İmrân Sûresi’nin 191-194. âyet-i kerîmelerini okuyunuz!” cevâbını verdi.[42]

Şu birkaç sözü bile, onun, Kur’ân-ı Kerîm’e olan derin vuk¯ufiyetini ifâdeye kâfîdir:

“Tevbesiz ibadet sıhhatli olmaz. Nitekim Allah Teâlâ; «Tevbe edenler, ibadet edenler...» (et-Tevbe, 112) âyetinde tevbeyi ibadetten önce zikreder.”[43]

“Kendisinde hoşlanacağı bir şey gördüğünde « مَا شَٓاءَ اللّٰهُ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ » demeyen kişiye şaşarım. Zira Cenâb-ı Hak; «Bağına girdiğinde “Allâh’ın dilediği olur, kuvvet yalnızca Allâh’a âittir.” deseydin ya!..» (el-Kehf, 39) buyuruyor.”[44]

“Bir gam ve kedere müptelâ olup da;

«...Yâ Rabbî Sen’den başka ilâh yoktur, Sen’i tenzîh ederim. Şüphe yok ki ben zâlimlerden oldum!» (el-Enbiyâ, 87) demeyen kişiye şaşarım!”[45]

“Bir topluluktan korkup da; «حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ» demeyen kişiye şaşarım! Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

«Bir kısım insanlar, mü’minlere: “Düşmanlarınız, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!” dediklerinde bu, onların îmanlarını bir kat daha artırdı ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!” dediler.» (Âl-i İmrân, 173)”[46]

CAFER-İ SÂDIK’IN (R.A.) İMAM-I AZAM'I İRŞAD ETMESİ

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretlerinin Muhammed Bâkır Hazretleri ile münâsebeti olduğu gibi, onun oğlu Câfer-i Sâdık Hazretleri ile de ilmî temasları vardı. Her ne kadar ikisi aynı yaşta ise de, âlimler Câfer-i Sâdık Hazretlerini İmâm Ebû Hanîfe’nin üstadlarından saymışlardır. Ebû Hanîfe Hazretleri ondan bahsederken:

“Vallâhi Câfer-i Sâdık’tan daha fakih bir kimse görmedim.” demiştir.

Yine bir defasında İmâm-ı Âzam Hazretlerine:

“–Gördüğün en fakih kişi kimdir?” diye sorulduğunda şu hâdiseyi nakletmiştir:

“–Câfer bin Muhammed’den daha fakih birini görmedim. Halîfe Mansûr onu Hîre’ye dâvet ettiğinde bana:

«–Ey Ebû Hanîfe! İnsanlar Câfer bin Muhammed’e meftun oldular. Ona sormak üzere en zor meselelerini hazırla!» diye haber gönderdi.

Ben de onun için kırk mesele hazırladım. Sonra Halîfe Ebû Câfer Mansur bana haber gönderdi, ben de Hîre’ye gidip huzûruna girdim. Câfer-i Sâdık Hazretleri halîfenin sağ tarafında oturuyordu. İkisini görünce Halîfe Mansûr’un heybetinden ziyâde Câfer-i Sâdık Hazretlerinin heybeti beni kapladı. Selâm verdim, halîfe bana izin verdi ve oturdum. Halîfe, Câfer-i Sâdık’a dönerek:

«–Ey Ebû Abdullah, bunu tanıyor musun?» diye sordu. O da:

«–Evet, o Ebû Hanîfe’dir.» dedi.

Sonra halîfe bana dönerek:

«–Ey Ebû Hanîfe! Meselelerini söyle de Ebû Abdullâh’a soralım.» dedi.

Ben de hazırladığım meseleleri arz etmeye başladım. Ben soruyordum, Câfer-i Sâdık Hazretleri cevaplıyordu:

«–Bu meselede siz şöyle dersiniz, Medîne ehli böyle der, biz ise şöyle deriz.» diyor, bâzen bizim görüşümüze, bâzen Medîne ehlinin görüşüne tâbî oluyor, bâzen her iki görüşe de muhâlefet ediyordu. Kırk meseleyi de böyle bütün tafsîlâtıyla cevaplandırdı, bir tânesini bile cevapsız bırakmadı.

Biz; «İnsanların en âlimi, ihtilâfları en iyi bilen kimsedir.» demiyor muyuz? (İşte Câfer-i Sâdık Hazretleri ilmî meseleleri ihtilâflarıyla birlikte en iyi şekilde bilen bir allâmedir.)”[47]

Ebû Hanîfe Hazretleri, Medîne-i Münevvere’ye gidip iki sene Câfer-i Sâdık Hazretlerinin yanında kalmış, ondan çok şeyler öğrenmiştir. Câfer-i Sâdık Hazretleri Irak’ı teşrîf ettiğinde de görüşüp sohbet etmişlerdir. İmâm Ebû Hanîfe’den nakledilen şu söz, bu görüşmelere işaret etmektedir:

“–Eğer o iki sene olmasaydı, Nûman helâk olmuştu!”[48]

Câfer-i Sâdık Hazretleri, muhtelif görüşmelerinde İmâm-ı Âzam Hazretlerine dînî hükümlerdeki ince hikmetler ve aklın yanılabileceği hassas noktalarla alâkalı mühim esaslar öğretmiştir.[49]

Bu sebeple Ebû Hanîfe Hazretleri, Câfer-i Sâdık Hazretlerinden çok nakillerde bulunur. İmâm Ebû Yûsuf ile İmâm Muhammed’in Âsâr isimli kitaplarına bakıldığında, pek çok yerde bu rivâyetlere rastlanır.[50]

CAFER-İ SÂDIK’IN (R.A.) VEFATI

Câfer-i Sâdık Hazretleri, mübârek ömrünü, ilim yurdu olan Resûlullah Efendimiz’in nurlu Medîne’sinde geçirdi. Hicrî 148, mîlâdî 765 senesinde orada vefât etti. Vefâtından önce tek bir vasiyeti vardı: Namaz!.. Tıpkı Allah Resûlü gibi, son nefesinde ısrarla, namaza dikkat etmeye dâir vasiyette bulundu. Ona devam etmeyi ve onu lâyıkıyla kılmayı, yani tâdil-i erkâna riâyet edip huşû ile edâ etmeyi şiddetle tavsiye ettikten sonra Rabbinin rahmetine kavuştu.[51]

CAFER-İ SÂDIK’IN (R.A.)KABRİ NEREDEDİR?

Cennetü’l-Bakî Kabristanı’na, babası Muhammed Bâkır Hazretleri, dedesi Zeynelâbidîn Hazretleri ve dedesinin amcası Hazret-i Hasan’ın (r.a.) kabirleri yanına defnedildi.[52]

Cenâb-ı Hak şefâatine nâil eylesin! Âmîn…

CAFER-İ SÂDIK’IN (R.A.) HİKMETLİ SÖZLERİ

  • Câfer-i Sâdık Hazretlerine:

“–Bize ne hâl oldu ki duâ ediyoruz, fakat duâmız kabûl edilmiyor?” diye sorulmuştu. Şu cevâbı verdi:

“–Çünkü siz, tanımadığınız bir Zât’a duâ ediyorsunuz!”[53]

[Yani siz, makbûl bir kulluktan uzak kalıyor, takvâ sahibi olamıyor, Rabbimizin “çokça zikretme” emrine uymuyor, hâl ve yaşayışınızla O’nu lâyıkıyla tanımıyor, mârifetullâh’a eremiyorsunuz. Böyle boş bir kalp ile duâ ettiğiniz için de duânız kabûl edilmiyor.]

“Resûlullah Efendimiz’in zâhirinde yaşayan kimse sünnîdir. Resûlullah Efendimiz’in (hem zâhir hem de) bâtınında yaşayan kimse ise sûfîdir.”

Câfer-i Sâdık Hazretleri, “Resûlullah Efendimiz’in bâtını” ifâdesiyle O’nun temiz ahlâkını, âhireti tercih etmesini kastetmiştir.[54]

  • “Hayır işleri, ancak şu üç şeyle kemâle erer:

- Karar verildiği an ihmâl edilmeyip hemen îfâ edilmesiyle,

- Yapılan ameli küçük görüp benlikten uzak kalmakla,

- Riyâdan sakınmak için gizli olarak îfâ edilmesiyle!”[55]

Bir gün Halîfe Mansûr’un yüzüne bir sinek kondu. Mansûr, her ne kadar sineği kovdu ise de bir türlü onu uzaklaştırmaya muvaffak olamadı. O sırada Câfer-i Sâdık Hazretleri geldi. Halîfe Mansûr ona:

“–Ey İmâm! Allah Teâlâ sineği niçin yarattı?” diye sordu. Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“–Onunla zâlimleri zelil kılmak için!” buyurdu.[56]

  • “Beş çeşit insan ile arkadaş olmaktan sakın!

1) Yalancı: Çünkü onunla beraber olduğun sürece aldanış içinde bulunursun. O serap gibidir. Sana uzağı yakın, yakını uzak gösterir.

2) Ahmak: Sana faydalı olmak istediği zaman bile zarar verir, bunun da farkında olmaz.

3) Cimri: Senin en fazla muhtaç olduğun şeyi senden esirger.

4) Korkak: Seni başkasına teslim eder ve zor zamanda kaçıp gider.

5) Fâsık: Seni bir lokmaya ya da daha azına satar.”

“–Bir lokmadan daha azı nedir?” diye sorulunca Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“–Bir lokmaya tamah etmek, sonra onu da elde edememektir.” buyurmuştur.[57]

Başka bir rivâyette şu ilâve de vardır:

Sıla-i rahime riâyet etmeyen kimseyle de arkadaşlık etme! Zira ben, Allâh’ın Kitâbı’nın üç yerinde, onun mel’ûn olduğunu gördüm.”[58]

  • Dostluk/arkadaşlık ancak kendi ölçüleri ile gerçekleşir. Kimde bu hasletlerden birini veya bir kısmını görürsen, bunu gerçek dostluğun alâmeti kabûl et:

- Dostluk ölçülerinin ilki, ivazsız garazsız bir şekilde sana karşı samimî olmasıdır.

- İkincisi, senin zor duruma düşmeni kendi sıkıntısı olarak görmesi, senin iyilik ve güzelliğini de kendi iyiliği olarak görmesidir.

- Üçüncüsü, mal ve makâmın onu değiştirmemesidir.

- Dördüncüsü, imkânı dâhilinde olan hiçbir şeyi senden kıskanmamasıdır.

- Beşincisi ise bu hasletlerin hepsini cem eder; o da felâketler esnâsında seni terk etmemesidir.”[59]

  • “Allah üç şeyi üç şeyde gizlemiştir:

1) Rızâsını tâatinde gizlemiştir. Bu sebeple O’nun tâatinden hiçbir şeyi küçük görmeyin; belki rızâsı o şeydedir.

2) Gazabını günahlarda gizlemiştir. Onun için hiçbir günahı küçük görmeyin; belki gazabı ondadır.

3) Evliyâsını mü’min kulları arasında gizlemiştir. Bu sebeple mü’minlerden hiç kimseyi hor görmeyin; belki o, Allah Teâlâ’nın velî kuludur.”[60]

Sonra şunu ilâve etti:

Duânın kabûlünü de kendisine yapılan duâlarda gizledi. Onun için duâyı terk etmeyin; belki icâbet o duâdadır.”[61]

  • “Bir kişiyi affettiğim için hiçbir zaman pişman olmam! Bu affım sebebiyle pek çok zarara uğrasam da, affetmek bana, verdiğim bir cezâ sebebiyle bin defa pişman olmaktan çok daha güzel gelir.”[62]
  • “Allah Teâlâ dünyaya şöyle vahyetti: «Ey dünya! Bana hizmet edene sen de hizmet et! Sana hizmet edeni ise (kendi işlerinde çalıştırıp) yor ve yıprat!»”[63]
  • “(Din) kardeşinden senin hakkında hoşuna gitmeyen bir söz ulaştığında üzülme! İşin aslı onun dediği gibiyse, bu üzücü söz, âhirette göreceğin bir cezâya kefâret olur. Yani o cezâ, daha bu dünyada iken sana verilmiş olur. Öyle değilse, hiçbir şey yapmadan, bu söz sebebiyle bir hasene kazanmış olursun.”[64]
  • Süfyân-ı Sevrî’nin şöyle dediği nakledilmiştir:

“Câfer-i Sâdık Hazretlerinin yanına vardım. Ona:

«–Ey Rasûlullâh’ın mübârek torunu, bana tavsiyede bulun!» dedim. Şöyle buyurdu:

«–Ey Süfyân!

- Yalancının mürüvveti olmaz.

- Hasetçi kimse rahat yüzü göremez.

- Cimrinin dostluğu olmaz.

- Duygusuz kimsenin kardeşliği yoktur.

- Kötü ahlâklı kimsede efendilik olmaz.»

Ona:

«–Ey Rasûlullâh’ın mübârek torunu, bana daha fazla tavsiyede bulun!» dedim. Şöyle buyurdu:

«–Ey Süfyân!

- Haramdan geri dur, âbid olursun.

- Allâh’ın sana nasîb ettiği kısmete râzı ol, (Allâh’a gönülden teslim olan) bir müslüman olursun.

- İnsanların seninle nasıl arkadaş olmalarını istiyorsan, sen de onlarla öyle samimî arkadaş ol, o zaman (gerçek) bir mü’min olursun.

- Günahkâr ile düşüp kalkma, yoksa sana kendi çirkin hâllerini öğretir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; “Kişi dostunun dîni üzeredir. Onun için her biriniz kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin!”[65] buyrulmuştur.

- İşini Allah’tan korkan takvâ sahibi sâlih kişilerle istişâre et!»

Câfer-i Sâdık Hazretlerine tekrar:

«–Ey Rasûlullâh’ın mübârek torunu, bana daha fazla tavsiyede bulun!» dedim. Şöyle buyurdu:

«–Babam beni üç şeyle terbiye etti. Bana dedi ki:

- Oğlum! Kötü arkadaşla beraber olan, selâmette olmaz.

- Kötü yerlere girip çıkan, töhmet altında kalır.

- Diline sahip olmayan, pişman olur!»”[66]

  • “Öfke her şerrin anahtarıdır.”[67]
  • “Çalışıp kazanarak ihtiyaçlarını karşılamak gibi bir derdi olmayan kişide hayır yoktur. Hayırlı kişi, mal kazanıp geçimini temin ederek kimseye muhtaç olmaz, o malla borcunu öder ve sıla-i rahimde bulunur.”[68]
  • “Kulların en hayırlısı, kendisinde şu beş hasletin toplandığı kimsedir:

1) İyilik yaptığı zaman sevinir.

2) Kötülük yaptığı zaman istiğfâr eder.

3) Kendisine nîmet verildiği zaman şükreder.

4) İptilâya mâruz kaldığı zaman sabreder.

5) Haksızlığa uğradığı zaman affeder.”[69]

Câfer-i Sâdık Hazretlerine:

“–Allah Teâlâ fâizi niçin haram kıldı?” diye sorulunca şu cevâbı verdi:

“–İnsanlar birbirlerini ihsanlarından mahrum bırakmasın ve birbirlerinden yardımı esirgemesinler diye!”[70]

“Eğer bir günah işlersen, hemen istiğfâr et!.. Sakın günahta ısrar etme!”[71]

“Kimin rızkı daraldıysa, hemen istiğfârı çoğaltsın!”[72]

“Bir mü’min kardeşine âit hoş olmayan bir şey duyarsan, onun için birden yetmişe kadar mâzeret kapısı araştır. Bulamazsan; «Belki benim anlamadığım bir mâzereti vardır.» de, sonra da meseleyi kapat!”[73]

“Kim nefsine karşı yine nefsi için mücâhede ederse, kerâmetlere ulaşır. Kim de nefsine karşı Allah Teâlâ için mücâhede ederse Allâh’a ulaşır.”[74]

“Şu dört şeyin azı da çoktur: Ateş, düşman, fakirlik, hastalık.”

CAFER-İ SÂDIK HAZRETLERİNİN OĞLUNA VASİYETİ

Câfer-i Sâdık Hazretleri, oğlu Mûsâ Kâzım Hazretlerine şu hikmetli tavsiyelerde bulunmuştur:

“Yavrucuğum, vasiyetimi iyi dinle, söylediklerime dikkat et! Eğer söylediklerime dikkat edecek olursan, mes’ut ve huzurlu yaşar, hamd ederek ölürsün.

Oğlum! Allah Teâlâ’nın taksîmine rızâ gösteren zengin olur, başkasının elindekine göz diken ise muhteris olur ve gönül fakiri olarak ölür… Kendi günahını küçük gören kişi, başkasının küçük günahını büyük görür. Başkasının günahını küçük gören, kendi günahını büyük görür.

Evlâdım! Başkasının kusurunu arayıp ayıbını ortaya döken kişinin, kendi evindeki kusurları ortaya dökülür. İsyan kılıcını kınından çıkaran kişi, o kılıçla kendini keser. Kardeşine kuyu kazan, kazdığı kuyuya kendisi düşer. Sefih insanlarla düşüp kalkan kişi, hor görülür. Âlimlerle düşüp kalkan, hürmet görür. Kötü yerlere girip çıkan, töhmete uğrar.

Yavrucuğum! İnsanların îtibârını zedelemekten sakın, yoksa senin îtibârın da zedelenir. Seni ilgilendirmeyen hususlara girmekten uzak dur, yoksa bu sebeple zelil olursun!

Yavrucuğum! Lehine de olsa aleyhine de olsa, hakkı/doğruyu söyle! Böyle yaparsan toplum arasında şânın yücelir.

Yavrucuğum! Allâh’ın Kitâbı’nı oku, selâmı yay, iyiliği emredip kötülüğü nehyet, sana gelmeyene git, seninle konuşmayanla önce sen konuş ve isteyene ver! Koğuculuktan sakın! Çünkü söz taşımak, insanların kalbine düşmanlık tohumları eker. İnsanların ayıplarıyla uğraşmaktan sakın! Çünkü insanların ayıplarıyla uğraşan, onların hedefi olur…

Yavrucuğum! Ziyaret edeceksen hayırlı kimseleri ziyaret et! Fâcirleri ziyaret etme! Çünkü onlar, içinden su fışkırmayan katı bir kaya, yaprakları olmayan kuru bir ağaç ve çimeni çıkmayan çorak bir arazi gibidirler.”

Mûsâ Kâzım g, muhterem babası Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bu vasiyetine, ömrü boyunca büyük bir titizlikle riâyet etmiştir.[75]

[1] Câbir (r.a.), İbn-i Abbâs (r.a.) gibi sahâbîlerden, dedesi Kâsım bin Muhammed Hazretlerinden ve diğer Ehl-i Beyt’ten rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin bir kısmı için bkz. Müslim, Hacc, 147-148; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56/1905; Tirmizî, Hac 38/862, Menâkıb 20/3733; İbn-i Mâce, Mukaddime 9/65, Ticârât 41/2238; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, II, 115/7142; Ebû Nuaym, Hilye, III, 192, 202-203, 206; Zehebî, Siyer, VI, 255.

[2] Muhammed Ebû Zehra, el-İmâmu’s-Sâdık, s. 26.

[3] Kādî Iyâz, Tertîbü’l-Medârik, II, 52; İbn-i Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, II, 104-105; Muhammed Ebû Zehra, a.g.e, s. 76-77.

[4] Ebû Nuaym, Hilye, III, 194-195; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, V, 89.

[5] Zehebî, Târîhu’l-İslâm, IX, 92.

[6] Bursevî, Rûhu’l-Beyân, X, 515, [en-Nahl, 100].

[7] Bursevî, a.g.e, II, 185, [el-Bakara, 183].

[8] Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 56.

[9] Menbicî, Tesliyetü Ehli’l-Mesâib, s. 192-193.

[10] Ferîdüddîn Attâr, İlâhînâme, İstanbul 2010, s. 121.

[11] Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 54; Kuşeyrî, er-Risâle, II, 384.

[12] Âl-i İmrân, 134.

[13] İbnü’l-Cevzî, Bahru’d-Dümû’, s. 142.

[14] Muhammed Ebû Zehra, a.g.e, s. 80.

[15] Ebû Nuaym, Hilye, III, 193; Zehebî, Siyer, VI, 257.

[16] Zehebî, Siyer, VI, 255.

[17] Ebû Nuaym, Hilye, III, 194; Zehebî, Târîh, IX, 89.

[18] Ebû Nuaym, Hilye, III, 136.

[19] İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 112, 122.

[20] Ebû Nuaym, Hilye, III, 193; Zehebî, Siyer, VI, 261-262.

[21] Kuşeyrî, er-Risâle, II, 384.

[22] Hânî, el-Hadâik, s. 129.

[23] Hânî, el-Hadâik, s. 128-129.

[24] Muhammed Ebû Zehra, a.g.e, s. 37, 58.

[25] Zehebî, Siyer, VI, 259, Târîh, IX, 90; Mizzî, a.g.e, V, 82.

[26] Zehebî, Siyer, VI, 255.

[27] Attâr, Tezkire, s. 53.

[28] Attâr, Tezkire, s. 53.

[29] Hânî, el-Hadâik, s. 132.

[30] Attâr, Tezkire, s. 55.

[31] Ebû Nuaym, Hilye, III, 196.

[32] İbnü’l-Cevzî, et-Tebsıra, II, 103.

[33] İbnü’l-Cevzî, et-Tebsıra, II, 142.

[34] Ebû Nuaym, Hilye, III, 196; Mizzî, a.g.e, V, 91.

[35] Mustafa Öz, “Câfer es-Sâdık”, DİA, VII, 1.

[36] Muhammed Ebû Zehra, a.g.e, s. 63.

[37] Ebû Nuaym, Hilye, III, 194; Zehebî, Târîh, IX, 92.

[38] Bkz. Attâr, Tezkire, s. 51.

[39] Bkz. Mustafa Öz, “Câfer es-Sâdık”, DİA, VII, 1.

[40] Zehebî, Târîh, IX, 89-90.

[41] Muhammed Ebû Zehra, a.g.e, s. 63-64.

[42] Kurtubî, IV, 318.

[43] Attâr, Tezkire, s. 56.

[44] Hânî, el-Hadâik, s. 134.

[45] Hânî, el-Hadâik, s. 135.

[46] Hânî, el-Hadâik, s. 134.

[47] Zehebî, Târîhu’l-İslâm, IX, 89-90; Mizzî, a.g.e, V, 79-80; Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanîfe, s. 90; Mekkî, Menâkıb-ı Ebû Hanîfe.

[48] Âlûsî, Sabbü’l-Azâb alâ Men Sebbe’l-Ashâb, s. 157; Muhammed Ebû Zehra, el-İmâmu’s-Sâdık, s. 37-39, 254.

[49] Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, III, 196; Hânî, el-Hadâik, s. 130.

[50] Muhammed Ebû Zehra, a.g.e, s. 38, 253-254.

[51] Muhammed Ebû Zehra, a.g.e, s. 63-64.

[52] Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz, Altın Silsile, s. 48.

[53] Kuşeyrî, er-Risâle, II, 424-425; Hânî, el-Hadâik, s. 130.

[54] Ebû Nuaym, Hilye, I, 20.

[55] Ebû Nuaym, Hilye, III, 198.

[56] Ebû Nuaym, Hilye, III, 198; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, I, 392.

[57] Gazâlî, İhyâ, II, 172.

[58] Ebû Nuaym, Hilye, III, 183-184; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımaşk, c. 41, s. 409.

[59] Safedî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, Beyrut 1420, XI, 100.

[60] Ebû Tâlip Mekkî, K¯utü’l-Kulûb, I, 347; Gazâlî, İhyâ, IV, 49.

[61] Gazâlî, İhyâ, IV, 49.

[62] İbn-i Abdilberr, Edebü’l-Mücâlese, s. 116.

[63] Ebû Nuaym, Hilye, III, 194.

[64] Ebû Nuaym, Hilye, III, 198.

[65] Ebû Dâvûd, Edeb, 16/4833.

[66] İbn-i Hacer el-Heytemî, ez-Zevâcir, I, 28; Hânî, el-Hadâik, s. 130-131.

[67] Gazâlî, İhyâ, III, 166.

[68] İbn-i Şemsü’l-Hilâfe, el-Âdâbü’n-Nâfia, s. 4.

[69] İbn-i Şemsü’l-Hilâfe, a.g.e, s. 14.

[70] Zehebî, Târîhu’l-İslâm, IX, 92.

[71] Hânî, el-Hadâik, s. 130.

[72] Hânî, el-Hadâik, s. 131.

[73] Hânî, el-Hadâik, s. 132.

[74] Attâr, Tezkire, s. 56.

[75] Ebû Nuaym, Hilye, III, 195-196; İsmâil bin Muhammed, Siyeru’s-Selefi’s-Sâlihîn, s. 723-724.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

ALTIN SİLSİLE

Altın Silsile

SAHABELERİN HAYATI

Sahabelerin Hayatı

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Allahım bizleri bu güzel dostlarınla beraber eyle şefaatlerine nail eyle. Amin

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.