Bütün Cemaatleri Aynı Kefeye Koyma!

Zihin ve gönül dünyamızda “cemaat” kelimesi, Allah rızâsı için bir araya gelen güzîde bir topluluğu ifade etmektedir. Müslüman aslâ ferdiyetçi, hodgâm ve bencil olamaz. Mü’min, mutlakâ İslâm cemaatinin bir mensubu, müdâvimi ve mütemmimi olmak zorundadır.

Cemaatle kılınan namaza, tek başına kılınandan yirmi yedi kat fazla ecir vaad edilmektedir. Cuma ve bayram namazları ferdî olarak kılınamaz, ancak cemaatle edâ edilebilir. Yine hac, mü’minlerin ictimâî bir kongresi durumundadır.

Hadîs-i şerîfte de:

“Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır.” buyrulmaktadır. (Münâvî, III, 470)

Bütün bunlar, müslümana dâimâ bir “cemaat şuuru” telkin etmektedir.

Diğer taraftan bir mü’minin, kendisi dışındakilerden de mes’ûl olması ve bu mes’ûliyet duygusuyla vakıfların ve hayır müesseselerinin kurulması, cemaat şuurunun toplumdaki bir yansımasıdır. Bu yönüyle de cemaatler, toplum için birer rahmet vesîlesidirler.

Fakat bunun aksine, fesat çıkarmak maksadıyla bir araya gelenler, kendilerine İslâmî bir cemaat görüntüsü veriyorsa, tabiî ki bu merduttur ve Allâh’ın gazabını celbedecek bir hâdisedir.

Âyet-i kerîmede buyrulur: “…İyilik ve takvâda yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın!..” (el-Mâide, 2)

HAYRI ÇOĞALTAN BİR CEMAAT OLABİLMEK MAKBUL

Demek ki iyilik ve takvâda bir araya gelip yardımlaşmak, hayrı çoğaltan bir cemaat olabilmek makbuldür. Fakat kötülük ve düşmanlıkta birleşip şerri çoğaltan bir örgüt/fırka olmaksa merduttur.

Dolayısıyla gönül dünyamızda son derece mühim bir yeri bulunan “cemaat” mefhumunu, sırf onu istismâr edenler var diye gözden düşürmek ve bütün cemaatleri aynı kefeye koymak, onun aslî hakîkatine karşı işlenmiş mânevî bir cinâyettir.

Tarih boyunca dînî bir görüntü altında, dînin kabul etmeyeceği maksatla hareket eden muhtelif fırkalar/örgütler ortaya çıkmıştır. Günümüzde de böyle yapılar üzerinden, bütün cemaat ve tarîkatleri “tehlikeli” ilân etmek, bu milleti ayakta tutan mânevî temellere dinamit koymaktan farksızdır.

BİN YILLIK ANA DAMARA SİNSİ OPERASYON

Halkın inancını istismâr edenleri bahâne ederek, bu milletin bin yıldır ana damarını teşkil eden “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” kimliğine karşı yapılmak istenen sinsi operasyonlara fırsat vermemek îcâb eder. Îman firâsetiyle hareket edip İslâm düşmanlarının bu plânını da boşa çıkarmak gerekir.

Cemaat ve tarîkatleri, hatasını tenkit edip ıslah etmek yerine, bütünüyle redde kalkışmak; bu milletin mânevî can damarlarından birini koparmaya yeltenmektir. Bu gâfilâne veya art niyetli hareket; millet ve medeniyetimizin asırlardır bindiği dalı kesmekten farksızdır. Bu da ancak necip milletimizin düşmanlarını sevindirecek bir durumdur.

Velhâsıl, bir şeyin kötü örneklerini bahâne ederek -iyilerini ayrı tutma hassâsiyeti gözetmeden- tamamını reddetmek, o yanlışı yapanların cürmüne ortak olmaktır.

DOĞRU İLE YANLIŞI BİRBİRİNE KARIŞTIRMA

Bu noktada yapılması gereken, sapla samanı ayırt etmektir. Doğru ile yanlışı birbirine karıştırmamaktır. Meselâ bazı doktorlar, mesleklerini sûistimâl ediyor diye tıp ilmi reddedilemez. Bazı hukukçular, mesleklerini istismâr ediyor diye hukuktan vazgeçilemez. Yine asker içinde yuvalanmış teröristler var diye bütün bir ordu ithâm edilemez.

İslâm tarihinden bir misâl vermek gerekirse, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, ihlâs ve takvâ ile kurulan Kuba Mescidi’nde namaz kılması, buna mukâbil, münâfıkların nifak ve fitne temelleri üzerine kurduğu Mescid-i Dırar’ı yıkması emredilmiştir.[1]

Dıştan bakınca bunların her ikisi de mesciddir. Ancak meselenin iç yüzüne bakınca, bunlar arasında doğu ile batı, Cennet ile Cehennem kadar fark vardır. Zira Kuba Mescidi, mü’min gönülleri ilâhî huzurda birleştiren bir mübârek mescid iken, Dırar Mescidi ise münâfıkların İslâm ümmeti arasına nifak sokmak maksadıyla yaptıkları bir şer yuvasıdır.

MANEVİ DEĞERLERİ ART NİYETLİ KİMSELERE YEM ETME!

Günümüzün manzarasını hulâsa eden bu misalden hareketle, hâdiselere îman perspektifinden bakabilen bir mü’minin vazifesi; mescitlere, cemaatlere, tarikatlere karşı çıkmak değil, bilâkis bunları kendisine maske edinen fesat yuvalarını firâsetle ayıklayıp onlarla mücâdele etmektir.

Aslı koruyup sahtesini bertaraf etmektir. Mânevî değerleri art niyetli kimselere yem etmemektir. Aksi takdirde “pireye kızıp yorganı yakmak” tâbir edilen isabetsiz kararlarla “zararı bir iken bin yapmak” gibi hazin neticelere dûçâr olunur.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi 368. Sayı Ekim 2016

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.