Bugünkü Hristiyanlar Ehli Kitap mıdır?

Bugünkü Hristiyanlar ehli kitap mıdır? Bugünkü Hristiyanlık ne durumda? Neleri nasıl tahrif ettiler? İslam’ı kabul etmeme sebepleri neler?

Hristiyanlık, Îsâ -aleyhisselâm-’dan sonra birçok beşerî tesir ve müdâhalelere mâruz kalmıştır. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de ehl-i kitâb hakkında “Dinlerini parça parça edenler.” (er-Rûm, 32) tâbiri kullanılmıştır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyururlar: “...Mesîh’in ümmeti, O’nun sünnet ve hidâyeti üzere iki yüz sene kaldılar (sonra dinlerini bozup istikâmetlerini değiştirdiler).” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VIII. 207) Gerçekten Hristiyanlık, kendi din adamları tarafından bozulmuş ve günümüze ilk şeklinde mevcut olan tevhîd akîdesinden tamâmen tecrîd edilerek gelmiştir. Bu tahrîf sebebiyledir ki, diğer ilâhî dinler gibi Hristiyanlığın da hükmü ve geçerliliği ortadan kaldırılmış, Allâh katında son ve hak din olarak İslâm gönderilmiştir. Cenâb-ı Hak buyurur: “Allâh indinde hak din, yalnızca İslâm’dır…” (Âl-i İmrân, 19) Cenâb-ı Hakk’ın bu hükmü karşısında gerek yahûdîler ve gerekse hristiyanlar, İslâm’ı ve onun yüce peygamberini kendi içlerinden çıkacağı düşüncesinde olduklarından dolayı kabûllen­mediler. Nitekim her iki dînin mensupları da kitaplarındaki hakîkate bakarak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bi’setine (peygamber olarak gönderilişine) kadar hep O’nu müjdeleyip bekledikleri hâlde, bi’setten sonra ta­vır değiştirdiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sel­lem-’in ve yeni dînin kendileri arasından çıkmadığını görünce ha­sede kapıldılar ve îmân etmekten imtinâ ettiler. Cenâb-ı Hak buyurur: “…Kitâb verilenler, kendilerine ilim (Kur’ân ve Peygamber) geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrı­lığa düştüler. Allâh’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki, Allâh’ın hesâbı çok çabuktur.” (Âl-i İmrân, 19) Ehl-i kitâb, sadece hased edip ayrılığa düşmekle kalmadı, kitaplarında son dîn olan İslâm ve onun hak peygamberi olan Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i müjdeleyen bölümleri de değiştirdiler. Çünkü bu bölümleri okuyan birtakım firâsetli hristiyan veya yahûdîler, hakîkati kavrayıp derhal müslüman oluyorlardı. Nitekim yahûdî âlimlerinden Abdullâh bin Selâm ve daha niceleri, hristiyanlardan Selmân-ı Fârisî, hattâ krallardan Habeş hükümdarı Necâşî gibi birçok mümtaz şahsiyet, bu vesîleyle müslümanlığı candan kabûllenmişlerdi. Âyet-i kerîmede buyrulur: وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَمَنْ يُؤْمِنُ بِاللهِ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَآ أُنْزِلَ إِلَيْهِمْ خَاشِعِينَ ِللهِ “Ehl-i kitâbdan öyleleri vardır ki, Allâh’a, size ve kendilerine indirilene tam bir samîmiyetle ve Allâh’a boyun eğe­rek îmân ederler...” (Âl-i İmrân, 199) Hattâ Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zuhûrunu duyup O’nun vasıflarını öğrenen Bizans İmparatoru Herakliyüs heyecanlanmış ve Hazret-i Peygamber’in bahtiyar elçisine: “O Zât, şu ayaklarımın bastığı yerlere bile çok yakın bir zamanda hâkim olacaktır. Zâten ben, bu peygamberin zuhûr edeceğini bilirdim, fakat sizden olacağını tahmîn etmezdim. O’nun huzûruna varabileceğimi bilsem, kendisiyle görüşe­bilmek için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olaydım, ayaklarını yıkardım.” demiştir. İşte bu ve buna benzer çeşitli hâdiselere şâhid olan, ancak gönülleri ve irâdeleri âmâ hristiyan ve yahûdîler, zaman geçtik­çe bütün dindaşlarının müslüman olmalarından endi­şe duymaya başladılar. Bu duruma çâre olarak da kendi kitaplarında bulunan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun getirdiği son dîni müjdeleyen metinleri değiştirmişlerdir. Böyle yapmakla düştükleri hazîn âkıbeti Cenâb-ı Hak şöy­le bildirir: إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنْزَلَ اللهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِهِ ثَمَنًا قَلِيلاً أُولَـئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلاَّ النَّارَ وَلاَ يُكَلِّمُهُمُ اللهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلاَ يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ “Allâh’ın indirdiği Kitâb’dan bir şeyi (Âhirzaman Peygamberi’nin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allâh ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.” (el-Bakara, 174) بِئْسَمَا اشْتَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ أَنْ يَكْفُرُوا بِمَا أنَزَلَ اللهُ بَغْياً أَنْ يُنَزِّلُ اللهُ مِنْ فَضْلِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ فَبَآؤُوا بِغَضَبٍ عَلَى غَضَبٍ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ مُهِينٌ “Allâh’ın, kullarından dilediğine peygamberlik ihsân et­mesini kıskandıkları için, Allâh’ın indirdiğini (Kur’ân-ı Kerîm’i) inkâr ederek kendilerini harcamaları ne kötü bir şeydir! Böy­lece onlar, gazap üstüne gazaba uğradılar. Ayrıca kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.” (el-Bakara, 90) Âyet-i kerîmede ifâde buyrulduğu gibi hidâyete râm olamayıp İslâm’ın saâdet sancağı altına girmeyen ehl-i kitâb, kendi ar­zularına göre şekillendirdikleri bâtıl kitaplarına tâbî olarak dünyâ ve âhiretlerini hebâ etmişlerdir. Çünkü bütün ilâhî kitapları gön­deren Allâh -celle celâlühû-, son gönderdiği dîn olan İslâm’a tâbî olmayıp iptal edilen din­lere uyanların, bâtılla dolu îmanlarını kabûl etmediğini şöyle beyân buyurmaktadır: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa, bilsin ki, kendisin­den (böyle bir dîn) aslâ kabûl edilmeyecek ve o, âhirette hüsrâna uğrayanlardan olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85) Gerçekten bugün İslâm dışındaki bütün dinlerde ve Hristiyanlık’ta mevcut olan îman ve ibâdet esaslarına bakıldığında, onların, Cenâb-ı Hakk’ın irâde ve buyruklarına, hattâ beşer man­tığına bile ters bir mâhiyete büründüğü müşâhede edilmektedir. Nitekim hristiyanlara göre; Her insan günahkâr doğar. Çünkü Âdem -aleyhisselâm-, Allâh’ın emrini tutmamış ve cennetten çıkarılmıştır. Şimdi bu günah, bütün insanlarda teselsülen devâm etmektedir. Îsâ -aleyhis­selâm-, insanları bu “ezelî günah”tan kurtarmak için dünyâya gelmiştir. Allâh -celle celâlühû-, insanları bu günahtan kurtarmak için ken­di oğlunu (Îsâ’yı) çarmıha gerdirmiştir. Hâlbuki Allâh Teâlâ, insanların suçlarının cezâlarını birbirle­rine çektirmek gibi bir muâmeleyi hiçbir ilâhî kitabında beyân buyurmamıştır. Çünkü başkalarının günâhı için bir mâsumu kurbân etmek, zulümden başka bir şey değildir. Diğer taraftan, insanların günahkâr doğmalarına inanmak da Cenâb-ı Hakk’a zulüm isnâd etmektir. Bu meselenin hakîkatini Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu nebevî ifâdeleri ne güzel ortaya koymaktadır: “Her çocuk İslâm fıtratı üzere (temiz ve günahsız olarak, tevhîde meyilli bir şekilde) doğar!..” (Müslim, Kader, 22) Allâh Teâlâ buyurur: فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لاَ تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللهِ ذلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ (Ey Rasûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dîne, Allâh in­sanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir! Allâh’ın ya­ratışında değişme yoktur! İşte dosdoğru din budur; fakat in­sanların çoğu bilmezler.” (er-Rûm, 30)

HRİSTİYANLIĞA YERLEŞEN BÂTIL AKÎDELERDEN BİRİ DE “VAFTİZ”

Hristiyanlığa yerleşen bâtıl akîdelerden biri de “vaftiz”dir. Hristiyanların baba-oğul ve Rûhu’l-Kudüs adına vaftiz olmaları, kilise­nin bir emridir. Kilise, yüze su serperek veya vücûdu suya batı­rarak vaftiz yapar. Bunu, hristiyan olmanın îlânı kabûl ederler. Ayrıca ezelî günâhın, vaftiz ile affedildiği inancı vardır. Bunun içindir ki hristiyanlar, vaftiz yapılmadan ölenleri günahkâr olarak ölmüş kabûl ederler. Yine hristiyanlara göre dünyâ bir çile yeridir. Zevk u sefâ yoktur. İnsanlar, çile çekmek için yaratılmışlardır. Ancak böyle söyleyip nefsâniyetin had safhasında zevk u sefâ hâlinde yaşayan hristiyanların hayat ölçüleri ne kadar te­zatlıdır. Bir imtihan diyârı olan bu dünyâda ebedî saâdeti kazandıra­cak hayat tarzının, böyle çelişkilerle dolu olması mümkün değildir. Bilmelidir ki Allâh Teâlâ, kullarını çeşitli şekillerde imtihân eder. Bu itibarla kul, bazen darlık, bazen genişlik; bazen çile, bazen de sürûr te­cellîleri yaşar. Yine hristiyanlara göre insanlar, doğrudan doğruya Allâh ile kendi aralarında bir bağ oluşturamazlar. Allâh’tan bir şey isteye­mezler. İnsanlar adına papazlar Allâh’a yalvarabilirler. Yine onların günahlarını papazlar affedebilirler. Yâni papazlar, Allâh ile kul arasında bir vâsıtadır. Bunun içindir ki, günahları îtirâf, Hristiyanlık’ta bir ibâ­det şekli hâline gelmiştir. Kilise, günahları îtirâf ettirir ve papazlar da, para karşılığı, parası yoksa kilisede çalıştırma mukâbili günah affetmeye salâhiyetlidirler. Hristiyanlar bunu tahrîf edilmiş olan İncîl’in şu ifâdelerine dayanarak söylerler: “Îsâ onlara, «Size esenlik olsun!» dedi. «Baba beni gönderdiği gibi, ben de sizi gönderiyorum.» Bunu söyledikten sonra onların üzerine üfleyerek, «Kutsal Rûh’u alın!» dedi. «Kimin günahlarını bağışlarsanız, bağışlanmış olur; kimin günahlarını bağışlamazsanız, bağışlanmamış kalır.» dedi.” (Yuhanna, 20/21-23) Bu usûl ve erkân, insana hidâyet yolunu göstermekten ziyâ­de, papazlara bir nevî ulûhiyet isnâdı ve diğerlerine de nasıl olsa affedilir düşüncesiyle günah işlemeye bir cevaz teşkil etmek demektir. Kendi günahlarını bile affetmeye muktedir olmayan papazların, başkalarının günahlarını affedebilmesi mümkün müdür? Kendisi günah işlemekten berî olmayan bir insan, kendi gibi bir insanın günâhını nasıl affedebilir? Böyle bir salâhiyet başta ülü’l-azm peygamberler olmak üzere hiçbir nebî veya rasûle bile ve­rilmemiştir. Peygamberlerin ömürleri, günah işlemedikleri hâlde tevbe ve istiğfâr içinde geçmiş iken, ilâhî mağfiretin, papazların affetmesine bağlı olduğunu düşünmek, ne büyük bir dalâlettir! Ehl-i kitâbın, ilâhî hakîkatlere ters olarak para karşılığında veya kilisede çalıştırma mukâbili, günahları affetme yetkisine sâhip olduklarını vehmetleri dalâleti sebebiyle Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Ey îmân edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve râhipler­den birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (onları) Allâh yolundan engellerler...” (et-Tevbe, 34) Buna rağmen hristiyanlar, râhiplerine körü körüne tâbî olur­lar. Hristiyanlığın kutsal kitabı peygamberlere atılan birçok iftirâ ve günah yakıştırmaları ile dolu iken hiçbir nebevî husûsiyeti bu­lunmayan “Papa” mâsum ve günahsız kabûl edilir. Onların her yaptığı iş doğru görülür. Câlib-i dikkattir ki, kendilerini Allâh’ın emirlerini yerine getirmeye çağıran Allâh’ın seçtiği peygamberlere, onların ilâhî dâvetleri nefislerine zor geldiği için, zinâ, içki içme, yalancılık, sahtekârlık, putperestlik vb. çirkin vasıfları isnâd etmek sûretiyle peygamberlik müessesini hafife alan hristiyanlar[1], kendilerinin seçtiği sıradan bir insan olan Papa’ya karşı aşırı derecede ulvî husûsiyetler atfederek onu kendilerince yüceltmişlerdir.[2] Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: (Yahûdîler) Allâh’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hristiyanlar) da râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i rabler edin­diler. Hâlbuki onlara tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların ortak koştukları şey­lerden uzaktır.” (et-Tevbe, 31) Âyette buyrulan hakîkatin diğer bir tezâhürü olarak da hristiyanlar, insan hakkında da hatâlı mütâlaalarda bulunmuşlar­dır. Onlara göre insanın rûh ve bedeni birbirinden ayrıdır. Rûhu ancak papazlar temizler. Beden ise ekseriyetle, günahkâr ve çirkin bir varlık olarak kabûl edilir. Hâlbuki bu ifâdeler, “zübde-i âlem” (âlemin özü) olarak yaratılan ve “eşref-i mahlûkât” (yaratılanların en şereflisi) olan insan için haksız îzahlardır. Bunun doğrusunu Kur’ân-ı Kerîm şöyle beyân buyurur: “Şüphesiz Biz insanı en güzel bir biçimde (ahsen-i takvîm üzere) yarattık.” (et-Tîn, 4) Şeyh Gâlib, bu hakîkati ne güzel ifâde eder: Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen, Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen!.. (Gönül gözü ile bir bak kendine. Yaratılanların özüsün sen. Kâ­inâtın gözbebeği olan insansın sen.) Çünkü böyle mükerrem yaratılmış bulunan insan, kudret-i ilâhiyyenin binbir nakışı ile müzeyyen olan bu âlemde ilâhî sanatın zirvesini teşkîl eder. Ancak bu yüce zirveye lâyık bir îman ve ibâdet hayâtı içinde olmayanlar, yaratılışlarındaki ulvî vasıfları kaybederler. Netîcede Cenâb-ı Hakk’ın “esfel-i sâfilîn” (aşağıların en aşağısı) ifâdesiyle tavsîf buyurduğu bir hâle düşerek ilâhî emâneti zâyî etmiş olur­lar. Yoksa her insan başlangıçta: وَلَقَدْ كَرَّمْناَ بَنىِ آدَمَ “Biz, hakîkaten insanoğlunu mükerrem (şan ve şeref sâhibi) kıldık…” (el-İsrâ, 70) âyetindeki hakîka­tin muhâtabıdır.

TAHRİF EDİLMİŞ AHİTTE ŞİDDET VE ZULÜM İFÂDELERİ

Hristiyanlar, İncîl’lerden çeşitli deliller getirerek Hristiyanlığın sevgi ve barış dîni olduğunu ileri sürerler. Ancak muharref İncîl’lerde bunu nakzeden ifâdeler de vardır: Meselâ Luka Hazret-i Îsâ’dan şöyle bir söz nakleder: “Lâkin üzerlerine kral olmamı istemeyen o düşmanlarımı buraya getirin ve öldürün!” (Luka, 19/7) Yine Pavlos’un mektuplarında şöyle denir: “Çünkü bütün düşmanları kendi ayakları altına koyuncaya kadar onun saltanat sürmesi lâzımdır!” (Korintoslara Mektup, 1/15) Başka bir yerde de Hazret-i Îsâ şöyle der: “Yeryüzüne selâmet getirmeye geldim sanmayın. Ben selâmet değil, fakat kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben, adamla babasının, kızla anasının, gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim!” (Matta, 10/34-35)

Ayrıca Hristiyanların kabûl ettiği Eski Ahit’te şöyle denir: “Ancak Tanrı’nın sana mîras olarak vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın. Fakat onları Rabbin sana emrettiği gibi tamâmen yok edeceksin.” (Tesniye 20/16-17) “Şimdi git (o zamanki düşman bir kavim olan) Amelek’i vur. Onların her şeyini tamâmen yok et. Ve onları esirgeme ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür!” (I. Samuel,15/2-3) Görüldüğü üzere Hristiyanlığın tahrîf edilmiş kutsal kitabında sevgi ve barış mesajını gölgede bırakacak şekilde şiddet ve zulüm ifâdeleri bulunmaktadır.

İslâm’da harbin nasıl olması gerektiği ise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyân edilir: وَقَاتِلوُا فِى سَبِيلِ اللهِ الَّذِينَ يُقاَتِلوُنَكُمْ وَلاَ تَعْتَدوُا اِنَّ اللهَ لاَيُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ “Sizinle savaşanlarla Allâh yolunda savaşın. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allâh haddi aşanları sevmez.” (el-Bakara, 190) İslâm’da savaş, Allâh’ın dînini tebliğ için yapılır. Düşmanlarla savaşmayı emreden âyetler, sâdece harp îlân edilmiş kişilere, bilfiil savaşanlara yöneliktir. Savaşmayan kadın, çocuk, yaşlı ve hasta gibilere dokunulamaz, hattâ hayvanlar öldürülemez, yaş ağaçlar kesilemez, ekinlere zarar verilemez.

HZ. İSA'YI (A.S) ÇOK YANLIŞ ANLADILAR

Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, diğer peygamberler gibi Allâh’ın haram kıldığını haram, helâl kıldığını helâl kılan ve üm­metine de bunları emreden bir peygamberdi. O’nun da, haram­ların dışında dînin özüne uymayan, fakat doğru gibi görünen amelleri, yâni “bid’atleri” reddetmiş olduğu muhakkak iken, bugünkü Hristiyanlık’ta günahlar ibâdet hâline getirilmiştir. Bunlar­dan biri de “İşâ-i Rabbânî”dir. İşâ-i Rabbânî, Îsâ -aleyhisselâm-’ın son gece yediği yemeği sembolize etmek üzere, ekmeği kırıp üstüne şarap döke­rek yemektir. Güyâ burada ekmek, Hazret-i Îsâ’nın etini, şarap da kanını temsil etmektedir. Hristiyanlar, bunları yiyerek Hazret-i Îsâ ile bütünleştiklerine inanmaktadırlar. Evharistiya olarak da bilinen bu âyin, vaftizden sonra gelen en önemli ibâdettir. Bu âyin bütün hristiyanlar tarafından îfâ edilmektedir. Önceleri senede bir defa yapılırken, sonradan her hafta yapılmaya başlanmış ve Hristiyanlığın bir akîdesi hâline gelmiştir. Böyle bir ibâdet vesîlesiyle bir nevî ulûhiyete iştirâk etme inancı, ilâhî tevhîdin hiçbir şekilde müsâmaha etmeyeceği bir şirk koşma çeşididir. Hristiyanlıkta ibâdet daha çok duâ ve Tanrı adına okunan bir takım ilâhîlerden ibârettir. Ekmek-şarap âyini veya ibâdeti dışında İslâm’da olduğu gibi namaz, oruç, hac ve benzeri mecbûrî ibâdetler yoktur. Hristiyanlıkta oruç, sadece perhizden ibâret kabûl edilmiştir. Nefsin arzu ettiği bazı yiyecek ve içecekler oruç esnâsında alınamaz, ancak hafif kahvaltı yapılabilir veya hafif bir akşam yemeği yenebilir. Allâh Teâlâ, hristiyanların dinlerine dâhil ettikleri bu ve benzeri inançların bâtıl olduğunu ve onlara emredilenin bunlar olmadığını beyân ile şöyle buyurur: “Kendilerine Kitâb verilenler, o açık delîl (Hazret-i Pey­gamber ve İslâm) kendilerine verilmesine rağmen ayrılığa düştüler. Hâlbuki onlara, ancak, dîni yalnız Allâh’a has kıla­rak ve hanîfler olarak Allâh’a kulluk etmeleri, namaz kılmala­rı ve zekât vermeleri emrolunmuştu. İşte sağlam din de budur!” (el-Beyyine, 4-5) Bütün bu anlatılanların yanında Hristiyanlığın en büyük handikapı dinlerine yine sonradan eklenen “teslîs akîdesi”dir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm’a dâvet için hristiyan krallara gönderdiği mektuplarda bu husus üzerinde durmuştur. Bizans İmparatoru Herakliyüs’e gönderdiği mektup şöyledir: بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ Allâh’ın kulu ve Rasûlü Muhammed’den, Romalıların büyü­ğü Herakliyüs’e! Hidâyete tâbî olanlara selâm olsun! Ben seni İslâm’a dâvet ediyorum. İslâm’a gir ki, selâmete eresin ve Allâh da sana ecrini iki kat versin! Eğer kabûl etmez­sen, (teb’an olan) çiftçilerin günâhı senin boynunadır. قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلَى كَلَمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلاَّ نَعْبُدَ إِلاَّ اللهَ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللهِ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِأَنَّا مُسْلِمُونَ “Ey kitâb ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allâh’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allâh’ı bırakıp kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın! Eğer yüz çevirirlerse, işte o zaman: «Şâhid olun ki, biz müslümanlardanız!» deyiniz!” (Âl-i İmrân, 64) [1] Hristiyanların kutsal kitaplarında peygamberlerle ilgili olarak yer alan haksız isnatlar için bkz. Tekvin, 12/11-13, 19/30-38, 20/1-7, 30/32-4 II. Samuel, 11. bâb; I. Krallar, 11/1-13. [2] Ancak günümüzde hristiyanlardan Protestanlık mezhebine bağlı olanlar, Papa’nın yanılmazlığını ve günah affetme yetkisini kabûl etmezler. Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-3, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

HZ. İSA'NIN (A.S.) HAYATI

Hz. İsa'nın (a.s.) Hayatı

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.