Bir Testi Su

Menkıbeler

Dr. Adem Ergül bir testi su hikayesini anlatıyor...

BİR TESTİ SU...

Çöl ortasında fakir bir bedevî, çadırında hanımıyla oturuyordu. Bir gece hanımı:

“–Bütün yoksulluğu, cefâyı biz çekiyoruz. Herkesin ömrü bollukla geçiyor. Sadece biz fakiriz. Ekmeğimiz yok, katığımız üzüntü. Testimiz yok, suyumuz gözyaşı. Gündüzün elbisemiz Güneş, geceleyin döşek ve yorganımız Ay ışığı. Açlığımızdan dolunayı okkalık ekmek sanarak, gökyüzüne saldırıyoruz. Yoksulluktan dolayı havada uçan sineğin damarının kanını emmedeyiz. Bizim hâlimiz ne olacak böyle?” diye dert yandı.

Bedevî şöyle cevap verdi:

“–Be kadın, daha ne zamana dek dünyâ malını arayıp duracaksın? Şu dünyâda ne kadar ömrümüz kaldı? Akıllı kişi rızkın azına çoğuna bakmaz. Çünkü ikisi de gelip geçicidir, sel gibi akıp gider.

Bilesin ki, gönüllerimizdeki dünyâ keder ve gamları, hep bizim varlığımızın ihtiras tozundan, hırs bataklığından meydana gelmektedir. Allâh’ın mülkünde yaşıyoruz. O’nun verdiği rızklarla merzûkuz. Kanaatten daha güzel bir zenginlik olabilir mi? Bu böyle, şu şöyle demek, şeytanın içimize düşürdüğü kuruntu ve vesveselerden başka şeyler değildir.

Ey hanım! Bolluğa alışmak kadar kötü bir şey yoktur. Çünkü alışılmış şeylerden firak, çok güç olur. Bedenine tapan, yâni nefsinin her arzusunu yerine getiren kimsenin canı tatlılaşır, günü geldiğinde teslim ederken çok zorluk çeker. Sen bunu idrâk et de, başıma gelecek olanı zorlaştırma!

Ey hanım! Gençken daha kanaatkâr idin, yaşlandın hırsın arttı. Altın istiyorsun; hâlbuki önceden altından daha kıymetliydin sen. Eşin, benzerin yoktu. Ne oldu sana ki, bu hâlini terk ettin de fânî ve gel-geç şeylerin isteğine düştün?..”

Hanımı bunları dinlemiyor, üstelik öfkesi arttıkça artıyordu. Devamla:

“–Ey nâmustan gayri bir şeyi olmayan adam! Artık senin yaldızlı sözlerinden bıktım. Hâlimize bak da utan! Bana kanaatten bahsediyor ve gururlanıyorsun. Ne vakte kadar bu çalım? Sen kanaatten ne vakit canını nurlandırdın? Sen açlıktan havadaki çekirgenin damarını vurmaya çalışırken, nasıl olur da, bey ve paşalarla adım atmaya kalkışabilirsin? Bana öyle horlukla, kötü kötü bakma ki, senin damarlarında nelerin dolaştığını, içinden ne kötülüklerin geçtiğini söylemeyeyim. Gâfil kurt gibi üstüme atılma! Senin gibi, insanı utandıracak bir akla sâhib olmaktansa, akılsız olmak daha iyidir.” dedi.

Kocası sükûnetle cevap verdi:

“–Sen kadın mısın, yoksa keder kumkuması mı? Yoksulluğumla ben iftihâr ederim. Başıma kakma! Mal, mülk ve para, başta külâh gibidir. Külâha sığınan keldir. Zengin, kulağına kadar ayıp içine dalan kişidir ki, malıyla ayıbını örter. Yoksulluk, senin anlayacağın şey değildir; peygamberlerin ve velîlerin nîmet bellediği fakirliğe hor bakma! Bu fakr hâliyle Rabb’ime daha yakın olup bambaşka bir ganîmete nâil oluyorum. Allah göstermesin, benim dünyâya karşı tamâhım yok. Gönlümde, kanaatten bir âlem var. Ey kadın! Kavgayı, darılmayı bırak! Bırakmayacaksan, hiç olmazsa beni bırak! Benim kavga etmeye mecâlim yok. Savaşlar şöyle dursun, gönlüm barışlardan bile ürkmekte. Susacaksan ne âlâ, eğer susmazsan, şimdi evimi barkımı bırakır, kuru başımı alır giderim!..”

Kadın, kocasının bu ayrılık sözleri üzerine ağlamaya başlayarak gözyaşlarına büründü; pişmanlık gösterdi. Benliğini bırakıp yokluk yoluna düştü de kocasına nedâmetle:

“–Ben hanım değil, senin ayağının toprağıyım. Bedenim, canım, varım ve yoğum hep senindir. Senin için bir kere değil, her nefeste tekrar tekrar ölmek isterim. Senin bana söylediğin şeyler karşısında artık candan da tenden de vazgeçtim.

Niçin ayrılıktan söz ediyorsun? İşte îtirâzı ve kınamayı bir kenara bıraktım; candan özürler diliyorum. Meğer senin padişahça huyunu tanıyamayıp sana küstahlık etmişim. Ama şimdi büyük bir pişmanlıkla sana boynumu uzatıyorum; istersen vur, istersen ayağının altına al beni…” dedi.

MESNEVÎ:

“Ey oğul! Bütün dünyâyı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil. Fakat bilesin ki bu ilim ve güzellik, zuhûru zâtının muktezâsı olan ve zuhûr etmemesine imkân bulunmayan Allâh’ın Dicle’sinden bir katredir. O gizli bir hazîneydi. Mârifetine muhabbet etti. Böylece o hazîne, pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhâr etti. Toprağı, göklerden daha parlak bir hâle getirdi. Gizli bir hazîneyken coştu; toprağı, atlas giyen bir sultan hâline soktu. O bedevî, Allâh’ın Dicle’sinden bir katreyi görseydi, hakîkatte bir deniz olan o katrenin önünde testisini atardı.”

Ardından içli hıçkırıklarla ağlamasına devam etti. O gözyaşı yağmuru arasında bir şimşek çaktı. O şimşekten, eşsiz ve vefâkâr bedevînin gönlüne bir kıvılcım düştü. Nihâyet bedevî, karısının gözyaşlarına dayanamadı, söylediklerine pişman oldu.

Onun şefkatli gönlünü kaplayan bu pişmanlığını sezen kadın, kocasına şu aklı verdi:

“–Testimizde yağmur suyu var. Malımız mülkümüz de bundan ibâret. Bu testiyi al, git Pâdişahlar Padişâhı’nın huzuruna gir, armağanını sun! De ki:

«–Bizim bundan başka, hiçbir malımız mülkümüz yok, çölde de bundan iyisi hiç bulunmaz... Pâdişâhımızın hazîneleri varsa, bunun gibi suyu yoktur. Bu su, az bulunur...»”

Zavallı kadın, Bağdat’ın ortasından şeker gibi Dicle’nin akıp gitmekte olduğunu ne bilsin, testisindeki suyu övüp duruyordu.

Kocası da bu övgüye katılmış:

“–Kimin böyle bir armağanı olabilir? Gerçekten de bizim bir testi yağmur suyumuz ancak pâdişahlara lâyık!..” diyordu.

Bedevî, testisini bir keçeye sardı, ağzını sıkıca kapadı. Sırtına alarak Bağdat yoluna düştü. Testi kırılmasın, hırsızlar çalmasın diye gece gündüz gözü gibi koruyordu. Günler haftalar sonra Bağdat’a geldi. Sora sora halîfenin sarayını buldu. Kapıya dayandı. Muhâfızlar ne istediğini sordular. Fakir bedevî:

“–Ey muhterem kişiler! Ben garip bir bedevîyim. Pâdişâhın lutfunu umarak çöllerden geldim. Bu armağanı sultâna götürün, pâdişahtan murâd isteyeni ihtiyaçtan kurtarın! Tatlı, lezzetli su. Çölde, yağmur sularından biriken gölden doldurulmuştur. Testim de güzel, yepyeni...” dedi.

Halîfenin adamları, bu saf, tertemiz yürekli bedevîye önce gülecek oldular, sonra da onun bu iyi niyetlerle bezenmiş armağanını canla başla kabul ettiler. Bedevî, sarayın hemen altında gürül gürül akan Dicle’den habersiz, bekliyordu.

Bedevînin su testisi halîfeye sunulunca, halîfe bundan çok memnun olmuş, bedevîyi huzûruna kabul etmişti. Bedevînin gönlünü aldı, yeni elbiseler giydirdi, sonra da adamlarına:

“–Testiyi altınla doldurun, ona verin. Dönerken de onu, gemi ile Dicle yolundan götürün. O çöl yolundan gelmiş. Dicle yolu yurduna daha yakındır. Buradan memleketine dönsün!” emrini verdi.

Bedevî gemiye binip Dicle’yi görünce büsbütün şaşırdı. Asıl şaşkınlığı ise, bu kadar suyu bol Dicle Nehri varken, halîfenin, bir testi çöl suyunu kabul etmesiydi. Allâh’a candan şükürler eyledi.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su, Erkam Yayınları