Asırlık Çınar Ana

Ayşe Muhsine Hanım doksan küsur yaşını geride bırakmış. Melek Engin Aktemur’un kendisiyle yaptığı röportaj eski insanların hayat tarzını gözler önüne seriyor, “eskiler neden özlenir?” sözünü dedirtiyor.

Röportaj: Melek Engin Aktemur

Asırlık çınar ağaçları vardır hani, kocaman gövdesi, uzun dalları, el misali yaprakları ve görkemli duruşuyla farklı bir yere sahiptir hâfızamızda. Onun koyu gölgesi altında soluklanmak, sükûnet ve huzur verir insana… Hele bir de gözlerinizi onun kocaman dalları ve yapraklarında gezdirdiğinizde, düşünceleriniz sizi farklı bir ufka taşıyacaktır.

“-Vay be, kim bilir kaç yıllıktır bu koca çınar? Ne yazlar, kışlar geçirmiş, ne hâdiselere şahit olmuştur! Keşke dili olsa da anlatsa!” diye düşündürür değil mi?

Efendim, uzun ömür, sadece çınar ağaçlarına mı has? Tabiî ki değil! İnsanların da bir asra yakın yaşadığına nâdir de olsa şahit oluyoruz.

ÇINAR ANA

Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, günümüzde ortalama insan ömrü, erkek için yetmiş, kadın için ise seksen yıl olarak belirlenmiş. Bu arada istisnalar da var tabiî, doksan küsur yaşını geride bırakmış “Ayşe Muhsine Hanım” bunlardan biri… Kendisini çınar ağacıyla özdeşleştirdiğim için ona “Çınar Ana” diye hitap edeceğim.

O, bir devrin bitip Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlayan süreçte, siyâsî ve sosyal çalkantıların yoğun olarak yaşandığı, kıtlığın hüküm sürdüğü, ekonominin taban yaptığı, zor yılların müşâhidi bir hanımefendi… Bu kadar uzun bir ömürde sayısız acı-tatlı hatıra biriktirmiş, tâbir yerindeyse “hayat profesörü” olmuş, koca bir çınar o…

Sizi, satırlarım aracılığı ile tanıştırmak istediğim Ayşe Muhsine Hanım’ın anlatacakları, umarım faydalı olur. Bu dilek ve düşüncelerle sohbetimize başlayalım dilerseniz, buyurun…

  • Efendim, önce sizi tanıyabilir miyiz?

Evlâdım, ben 1925 yılında Gebze Tepeköy’de dünyaya gelmişim. Babam Çanakkale savaşı gâzilerindendi. Annem o dönemin varlıklı âilelerinden Halil Ağa’nın kızıydı. İki kardeşiz. Benden üç yaş büyük ağabeyim var, o da hayatta... Güzel bir çocukluk dönemi geçirdim. Köyümde herkes akrabaydı, dolayısıyla insânî ilişkilerimiz çok iyiydi. O zamanlarda kötülük yoktu, kimse kimsenin malına, nâmusuna göz dikmezdi.

DİNİ EĞİTİM VE KUR’AN ÖĞRENMEK YASAKTI

  • Çınar Annem, okula gitme imkânınız oldu mu, okuma-yazmanız var mı?

Ben Osmanlı Devleti’nin yıkılışıyla başlayan, lâik düzene geçiş döneminin zorluklarının yaşandığı bir dönemin çocuğuydum. O dönemde köylerde henüz okul yoktu. Dînî eğitim ve Kur’ân öğrenmek ve öğretmek yasaktı. Dolayısıyla bizler çok câhil yetiştik. Ne dînî ne de dünyevî eğitim gördüm. Kur’ân-ı Kerîm okumayı ise altmış yaşlarında öğrendim, elhamdülillah. Bunun için çok seviniyor ve Rabbime şükrediyorum.

  • Çocukluğunuzda hiç oyuncağınız oldu mu?

O zamanlar evlerde elektrik, su yoktu. Radyo, televizyon, telefon gibi iletişim araçları da yoktu. Oyuncak olarak annem bana basmadan elişi bebekler yapardı. İçini yünle doldurup yüzüne rastıkla kaş-göz çizerdi. Ben de bebeğime elbiseler dikerdim. Arkadaşlarımla evcilik, beş taş, çelik-çomak gibi oyunlar oynardık. Biz çok basit oyuncaklarla mutlu olan çocuklardık. Şimdiki çocukların her şeyi olduğu hâlde mutsuzlar… Çünkü elindekiyle yetinmeyip durmadan daha iyisini, daha pahalısını istiyorlar. Bunun da belli sebepleri var, âileler bu konuda doğru olanı yapmalılar…

  • Bu konuyu biraz açalım dilerseniz.

Çocuğun ilk öğretmeni anne, ilk okulu da âile yuvasıdır. Çocuk, ilk eğitimi burada alır. Bunun için ebeveynler, şuurlu olmak zorundalar… Çocuğun kişiliği, âileden aldığı edep ve terbiyeyle şekillenecektir. Edebi-hayâyı, saygı-sevgiyi, haramı-helâli öğretecek olan yine ebeveyndir. Günümüzde âileler, çocuğun her isteğini yerine getirerek sorumluluklarını yerine getirdiklerini düşünüyorlar. Envâî çeşit pahalı oyuncaklar alarak onu çok sevdiklerini ispatlamaya çalışıyorlar. Her şeyde olduğu gibi, çocuk eğitiminde de orta yolu izlemek, ifrat ve tefrite kaçmamak lâzım. Yeri geldiğinde çocuğa yokluk da bildirilmeli, böylelikle sabır mefhumu öğretilmelidir.

ÇOCUKLUK YILLARI

  • Peki, genç kızlığınızdan bahsedelim mi biraz?

Annem iyi bir terziydi. Çocuk denecek yaşlarda ona özenerek ben de dikişe başladım. Kumaşları (Sümerbank basması) ziyan ettiğim çok olmuştur. Ama anneciğim bana hiç kızmazdı. Böylelikle ben de iyi bir terzi olmuştum. Bunun yanında her türlü elişini yapardım. O zaman her ihtiyacımızı kendimiz yapmaya çalışırdık. Bugünkü gibi hazır giyim yoktu, tekstil fabrikası çok azdı. Dedim ya, ben Türkiye’nin zor dönemlerini gören ve yaşayanlardanım. Buna rağmen o zamanları hep hasretle anarım. Hatıralarım, rüyalarımda hâlen canlanır.

  • Daha sonra evlendiniz, bundan sonraki hayatınızda neler oldu?

Gelin olduğum yer yoksuldu. O dönemde kıtlık olduğu için herkes aynı durumdaydı. Biz kalabalık bir âileydik. Âile büyüklerimizin yanında, eşimin anneannesi de bizimle yaşıyordu. Allah Teâlâ, hepsine rahmet etsin. Düşünün bir; evde elektrik yok, su yok. Mutfak dolabı, buzdolabı, çamaşır makinesi, mobilya, çek-yat yok.

Geceleri kandil yakardık, gaz lambası sonradan çıktı. Suyu, köy çeşmesinden taşırdık. Ekmek yapmak için un bulamazdık, düşünün! Yenilebilir otları toplayıp içine bir-iki kaşık un atıp pişirir, bununla karnımızı doyururduk. Bugünkü gibi türlü türlü yiyecekler yoktu. Yiyeceğimizi kendimiz elde etmeye çalışırdık. Un, yağ, şeker ve gazyağı, en temel ihtiyaçlarımızdı, ama bunlar da yoktu. Anlayacağınız tam bir kıtlık, yokluk dönemiydi.

YUVAYI YAPAN DİŞİ KUŞTUR

  • Peki, bu zor dönemi nasıl atlattınız?

Bütün bunlar bizi yıldırmadı, elhamdülillah… Eşimle el ele vererek bütün zorlukları aştık. O tarlada, sabanda çalışıyor, aynı zamanda odun-kömürü yapıyordu. Atasözleri ne kadar doğru söyler: “Yuvayı yapan dişi kuştur.” diye... Ben de bir kadın olarak elimden gelen her şeyi yapıyordum.

Bu arada çocuklarım oldu. Allah Teâlâ, yarattığı her canlının rızkına kefildir, dolayısıyla her çocuğum rızkı ve bereketiyle dünyaya geldi. Terzi olmam hasebiyle, köylü kadınların dikişlerini dikiyor, düğünlerde gelinbaşı yapıyordum. Onlar da karşılığında neleri varsa; yumurta, buğday, bulgur gibi yiyecekler getirirlerdi. Biz köyde yaşıyorduk, ama bir tavuğumuz bile yoktu. İneğimiz, sütümüz ise sonradan oldu.

Daha sonraları kendi evimizi yaptığımızda, bir el dokuma tezgâhı aldık. Dokuma malzemelerini de kendimiz yapıyorduk. Bizim oralarda keten ekilirdi. Onun tohumlarından yağ çıkarır, saplarından ise ip eğirirdik. Bu ipleri dokumada kullanırdık. Yine eskimiş giysileri atmaz, şeritler hâlinde keserek evimin kilimlerini dokurdum. Biz “Eskidi!” deyip hiçbir şeyi atmaz, bir şekilde değerlendirirdik. Çarşaf, peşkir (dokuma havlu), dış giysi kumaşlarımızı da kendim dokuyup dikiyordum. Dışarıya da kilim dokuyarak gelir elde etmeye çalışıyordum.

Bunun yanında bahçe ve tarla işlerimiz de vardı. Bizim köyümüzde kadınlara fazlaca iş düşerdi. Ev işinin yanında ahıra bakmak, köy fırınında ekmek pişirmek, çeşmeden su taşımak, derede çamaşır yıkamak... Büyüklerin, çocukların bakımı, hep kadının vazifesiydi. Bu kadar işin arasında bazen akşam yemeği gecikiyordu. Bununla ilgili şu hâtıram beni hâlâ üzer:

Üç oğlum küçük olmalarına rağmen iş tutarlar, akşam eve acıkmış hâlde gelirlerdi. En küçük oğlum ocakbaşına gelir:

“-Anne, çorba ne zaman pişecek?” diye mızıldanırken aç uyur kalırdı.

O küçük oğlum, şimdi altmış beş yaşında ve hâlâ benim “küçük oğlum”!..

  • Eğlenceleriniz olur muydu köyde?

Olurdu tabiî, düğünler çok eğlenceli geçerdi; at yarışları, güreş gibi sosyal faaliyetler de yapılırdı. Geceleri komşularımızla toplanırdık. Eşimin anneannesi bize, “Ahmediyye” kitabını okurdu. Ondan çok şey öğrendim, nûr içinde yatsın. Başta söylediğim gibi, benim okuma-yazmam yoktu. Namaz sûrelerini ve diğer ilmihal bilgilerini anneanneden öğrendim.

Çocuklarımın zamanında yasaklar kalkmıştı artık... Onlar dînî eğitimlerini köyümüzün hocasından aldılar, elhamdülillah… O zamanlar hatim törenleri düzenlenirdi. Komşu köyler, akrabalar herkes dâvet edilir; meydanlarda sofralar kurulur, hatim yapan çocuklara hediyeler verilerek teşvik edilirlerdi. Eşim ve ben, bunu çok arzu ediyorduk ve çocuklarımız için bu güzel merasimi yapmak bize de nasip oldu.

“YOKLUĞU BİLMEYEN VARLIĞIN KIYMETİNİ BİLMEZ”

  • “Yaşadığınız yokluk ve zorluklar, size neleri öğretti?” diye sorsam, neler söylersiniz?

Evlâdım, yokluğu bilmeyen, varlığın kıymetini bilemez!.. Rızkı, malı-mülkü veren Mâlikü’l-mülk olan Allah’tır. Biz kullara düşen ise, gayret etmek, yokluğa sabır, varlığa şükretmektir.

Biz okul görmedik, dînî eğitim alamadık. Dolayısıyla câhildik. Ama kalbimizdeki îman ateşi her zaman yandı. İşte bu mânevî güç, bizi güçlü kıldı çok şükür… Ye’se, ümitsizliğe kapılmak, insana hiçbir şey kazandırmaz. Sağlık ve huzur olduktan sonra her zorluk aşılır. Hayatta yaşanan her şey, insana tecrübe kazandırır. Yokluk gören, varlığın kıymetini bilir ve hâline şükretmeyi öğrenir. Allâh’a şükürler olsun, ele güne muhtaç olmadan bugünlere geldik, evlâdım.

  • Daha sonra köyünüzden taşındınız, burada nasıl geçti zamanınız?

Oğullarım burada iş sahibi oldu ve evlendiler. Kızlarım da öyle… Hepsi evlendi, şimdi torunları var. Kocaman bir âile olduk, torunlarımın çocuklarını severken:

“-Hey gidi günler, heyy!” diyerek zamanın ne çabuk geçtiğine hayıflanıyorum.

İnsanoğlu hayata tek olarak başlıyor, zamanla bir çift oluyor. Daha sonra giderek çoğalıyor. Vakti geldiğinde ise, kanatlanan yavrular yuvadan uçuyor. Bundan sonrası artık yavaş yavaş geri dönüş zamanı… Bir bakıyorsunuz evde iki kişi kalmışsınız. Bir nine ve bir dede… Ben de şimdi tek kaldım. Hacım vefat edeli beş sene oldu. Allah Teâlâ, ondan râzı olsun. Mekânı Cennet olsun.

Hacımla altmışbeş yıl evli kaldık. Dile kolay, altmışbeş yıl… Bir insan ömrü neredeyse... Şimdiki evlilikler ise altı ay sürmüyor.

ESKİDEN EVLİLİKLER NASILDI?

  • Eşinizle geçiminiz nasıldı, tatsızlıklar olduğunda nasıl davranırdınız?

Hacım tez canlı biriydi, biraz da asabiydi. Ben ise sâkin ve ağırdım. Rabbim böyle dengeliyor eşleri... Hacım öfkelendiğinde, ben susar hiç cevap vermezdim ki, tartışma büyümesin. Zaten öyle olmak gerekmiyor mu? Eşlerin biri taş olduğunda, diğeri toprak olmalı ki ses çıkmasın. İkisi de taş olursa, problem büyür.

Şimdi gençler bunu gözardı ediyor. “Ben haklıyım, susmam!” diyor ve evlilikler uzun sürmüyor. Hiç birimiz dört dörtlük değiliz, eksik ve kusurlarımız var elbette… Ama bunu sevgi ve saygıyla aşabilmek mümkün.

Bir de âile mahremiyeti çok önemli evlâdım. Dört duvar arasında yaşanan her şey mahremdir, başkalarına anlatmak doğru olmaz. Eğer âile içinde problem varsa, bunu öncelikle kendileri çözmeli, büyük problemlerde akl-ı selîm kişilerden yardım almalılar.

Burada bir hâtıramı paylaşmak isterim sizinle… Hacım, küçük bir şey için bana kızıp söylenmeye başladı. Söylendi, söylendi... Bende tık yok. Tık olmadığı gibi, onun bulunduğu odadan da çıktım. Arkamdan şöyle söyleniyordu:

“-Bir kere de karşılık ver, be kadın! Bir kere de karşılık ver!..”

(Bunu anlatırken yılların eskitemediği yüzü gülüyor ve eşine duâ etmeyi unutmuyordu.)

“ÖMÜR ÇOK ÇABUK GEÇİYOR”

  • Efendim, bir asra yakın hayatınızın size kazandırdığı tecrübelerinize dayanarak genç hanımlara neler söylersiniz?

Gençlik çok çabuk geçiyor, hattâ ömür çok çabuk geçiyor. Dolayısıyla zamanlarını boşa harcamasınlar. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu konuda:

“İnsanlar iki şeyin kıymetini bilmekte yanılmışlardır: Onlar, sağlık ve boş zamandır!” (Bkz. Buhârî, Rikâk, 1) buyurmuyor mu?

Biz cahil bırakıldık, ama şimdi her bilgiye ulaşılıyor. Başörtüsü serbest, elhamdülillah… Okusun, kendilerini geliştirsinler ve topluma faydalı işler yapsınlar. Dünya iki kapılı bir han; konan göçer, gelen gider. Dünyalık hırslarımız, ebedî hayatımızı gölgelemesin evlâdım.

Sabırlı olmayı eziklik olarak algılamasınlar. En önemlisi, bencil olmasınlar. Ben değil, biz olmayı öğrendiğimizde yuvalarımız, toplumumuz daha mutlu ve huzurlu olacaktır diye düşünüyorum.

Cennet gibi bir vatanda yaşıyoruz, her şey var, elhamdülillah. Cenâb-ı Hak, bu vatana, millete zevâl vermesin. Bugünlere ulaşmamıza vesîle olmuş ecdâdın ruhları şâd, mekânları Cennet olsun, inşâallah.

Çınar annem bu güzel sohbet için size çok teşekkür ediyorum. Rabbim sizi de bizi de râzı olduklarından eylesin inşâallah.

Âmin evlâdım, âmin. Ben de size teşekkür ederim, bana değer verip dinlediniz, hakkınızı helâl edin, Allâh’a emanet olun.

Not: Siz değerleri okuyucularımdan, kısa bir zaman önce rahmet-i Gufrân’a uğurladığımız Çınar Annem için husûsî duâ istirham ediyorum. Rabbimiz, taksirâtını affetsin, çok sevdiği Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Cennet’te buluştursun. Âmin.

Kaynak: Melek Engin Aktemur, Şebnem Dergisi, Sayı: 172

İslam ve İhsan

ANNE HİKAYELERİ

Anne Hikayeleri

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.