Bedir Savaşı'nda Esirlere Nasıl Muamaele Edildi ?

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Bedir’de üç gün kaldıktan sonra Medîne’ye döndüler. Alınan esirlerin durumunu Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ali ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhüm ecmaîn- ile istişâre ettiler. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bunlar akrabâ ve kardeşlerimizdir. Ben onlardan fidye (kurtuluş akçesi) almanı uygun görürüm. Onlardan aldıklarımız, kâfirlere karşı bizim için bir kuvvet olur. Belki Allâh onları hidâyete erdirir de onlar da bizim için destek olurlar.” dedi.

Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ömer’e:

“–Ey Hattâb oğlu! Senin görüşün nedir?” diye sordu. O ise:

“–Hayır! Vallâhi yâ Rasûlallâh! Ben, Ebû Bekr’in görüşünde değilim! Onların boyunlarını vurmamıza izin ver! Bana müsâade buyur, (akrabamdan) filânın boynunu ben vurayım. Ali’ye müsâade buyur, (kardeşi) Akîl’in boynunu o vursun. Hamza’ya müsâade buyur, kardeşi filanın (Hazret-i Abbâs’ın) boynunu o vursun. Tâ ki Allâh, kalplerimizde müşriklere karşı bir yumuşaklık ve zaaf bulunmadığını ortaya çıkarsın! Bu esirler müşriklerin önderleri, küfrün elebaşlarıdır!” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, Hazret-i Ebû Bekr’in görüşüne meyletti. (Müslim, Cihâd, 58; Tirmizî, Siyer, 18/1567; Ahmed, I, 30-31, 383-384; Vâkıdî, I, 107; İbn-i Sa’d, II, 22)

Çünkü onların hidâyete nâil olacaklarını ve kendilerinden Allâh’a ibâdet eden bir neslin çıkacağını umuyordu.

Alınan esirler, yapılan istişâre netîcesi fidye karşılığında serbest bırakıldı. Fidye ödeyemeyecek durumda olanlar da karşılıksız serbest bırakıldı. Ancak bunlardan okur-yazar olanların her biri, on Medîneli çocuğa okuma-yazma öğretmekle vazîfelendirildi. Onlar da fidyelerini böylece ödemiş olacaklardı. Vahiy kâtibi olan ve bilâhare Kur’ân’ı cemetmiş bulunan Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- da yazı yazmayı onlardan öğrenmişti. (Ahmed, I, 247; Vâkıdî, I, 129; İbn-i Sa’d, II, 22)

Allâh Teâlâ, esirler ve onlardan alınan fidye hakkında şöyle buyurdu:

مَا كَانَ لِنَبِيٍّ اَنْ يَكُونَ لَهُۤ اَسْرٰى حَتّٰى يُثْخِنَ فِي الْاَرْضِ تُر۪يدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللّٰهُ يُر۪يدُ الْاٰخِرَةَ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ. لَوْلَا كِتَابٌ مِنَ اللّٰهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ ف۪يمَاۤ اَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ. فَكُلُوا مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلَالًا طَيِّبًا وَاتَّقُوا اللّٰهَ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ

Hiçbir peygamberin, yeryüzünde ağır basmadıkça (kesin zafere ulaşıp üstün gelmedikçe) esirleri olması lâyık değildir. Siz dünyâ malını istersiniz, oysa Allâh âhireti kazanmanızı murâd eder. Allâh Azîz’dir, Hakîm’dir. Eğer Allâh’tan bir yazı (hüküm) bulunmasa idi, aldığınız fidyeden dolayı size mutlakâ büyük bir azap dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganîmetten helâl ve hoş olarak yiyin ve Allâh’a karşı gelmekten sakının. Muhakkak ki Allâh bağışlayıcıdır ve merhamet edicidir.(el-Enfâl, 67-69)

Hazret-i Ömer der ki:

“Sabahleyin Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldiğimde, O ve Ebû Bekir oturmuşlar ağlıyorlardı.

«–Yâ Rasûlallâh! Sen’i ve arkadaşını ağlatan nedir? Bana haber veriniz! Onu ağlanacak bir şey olarak görürsem ben de ağlayayım, ağlanacak bir hâl olarak görmezsem sizin ağlamanıza iştirâk etmeye çalışayım?» dedim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Şu arkadaşlarının esirlerden aldıkları fidyelerden dolayı vay benim başıma gelene! Uğrayacakları azâbın şu yanımdaki ağaçtan daha yakın olduğu bana gösterildi!» buyurdu.” (Ahmed, I, 31; Müslim, Cihâd, 58)

Allâh Teâlâ, düşmanlar iyice mağlûb edilerek dîn izzet bulmadan ve fitne tamâmen ortadan kalkmadan önce esir tutmaktan, onları fidye karşılığında serbest bırakmaktan râzı olmamış, bu sebeple müslümanlara itâbda bulunmuştur. Fidye almakta dünyevî bir arzu da söz konusu olmaktadır. Oysa ki, Allâh’ın murâdı âhiret selâmetinin gözetilmesidir. Din düşmanlarının tam olarak sindirilmeden esir alınması, mü’minlerin âhiret selâmetini tehlikeye atabilirdi.

İctihâddaki bir hatâdan dolayı itâb etmemek, Bedir Savaşı’na katılanlara azâb etmemek veya açıkça yasaklanmamış olan bir işi yapanı cezâlandırmamak gibi bir ilâhî hüküm Levh-i Mahfuz’da yazılmış olduğundan, Allâh Teâlâ mü’minleri affetmiş, aldıkları ganîmeti helâl kılmış ve onları cezâlandırmamıştır.

***

Cenâb-ı Hak, esir ve kölelere ihsân ile muâmele edilmesini emir buyurdu. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de bu hususta pek çok beyanları vardır. Hattâ vefâtı esnâsında son sözleri:

“Namaza, özellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allâh’tan korkunuz.” olmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1)

Ma’rûr bin Süveyd diyor ki:

“Ben, Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ı, üzerinde değerli bir elbise ile gördüm. Aynı elbiseden hizmetçisi de giyinmişti. Ona bunun sebebini sordum. Ebû Zer ise cevâben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamânında bir adamı annesinden dolayı ayıpladığını, bu sebeple Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu söyledi:

«Sen, kendisinde câhiliye ahlâkı bulunan bir kimsesin! Onlar sizin hizmetçileriniz ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allâh onları sizin himâyenize vermiştir. Kimin himâyesinde bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyiniz. Şâyet yükleyecek olursanız, kendilerine yardım ediniz.»(Buhârî, Itk, 15; Müslim, Eymân, 40)

Mus’ab bin Umeyr’in birâderi Ebû Azîz şu ibretli hâdiseyi anlatmıştır:

“Bedir Savaşı’nda ben de esir düşmüş, Ensâr’dan bir topluluğa teslîm edilmiştim. Allâh Rasûlü:

«−Esirlere güzel muâmelede bulunun!» buyurmuştu. O’nun bu emrini yerine getirmek için yanlarında bulunduğum Ensâr cemaati, sabah-akşam hisselerine düşen ekmeği bana verir, kendileri hurma ile yetinirlerdi. Ben ise hayâ eder, ekmeği onlardan birine verirdim, o da hiç dokunmadan tekrar bana iâde ederdi.” (Heysemî, VI, 86; İbn-i Hişâm, II, 288)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının bu tür âlicenap hareketleri, ortaçağ gibi zulüm ve haksızlığın revaçta olduğu bir devrede, insanlık adına kıyâmete dek nümûne olacak bir fazîlet şâhikası olmuştur. Allâh Rasûlü, insanlara iyilik ve ihsân ile güzel muâmele ederek onlara hâl ile teblîğde bulunur, böylece gönüllerini yumuşattıktan sonra da İslâm’ı anlatırdı. Bedir esirlerinin pek çoğu, bu güzel muâmelelerin tesiriyle müslüman olmuşlardı.

İslâm, kölelik müessesesini tervîc etmediği gibi, insanları buna teşvik de etmemiştir. Fakat toplumun bu gerçeğini görmüş ve onun ânî olarak kaldırılmasının, cemiyet hayâtında bir karışıklığa yol açacağı mülâhazasıyla tamâmen hükümden kaldırmamıştır. Ancak onun istismârını ve kötü yönde kullanılmasını önlemek için bu husûsu ciddî birtakım kurallara bağlayarak tanzîm etmiştir. Böylece kölelik hukûkunu en güzel bir hâle getirmiştir.

Mâdem ki milletler arasında harpler vardır ve kıyâmete kadar da vâr olacaktır, o hâlde hürriyetini kaybetmiş insanlara dâir kâidelere ihtiyaç da dâimâ mevcut olacaktır. Bu itibarla bunun kaldırması yerine, kâidelerinin konulması ve köle hukûkunun tanzîm edilmesi gerekli görülmüştür.

İslâm, getirdiği prensipler ile, köleyle efendiyi birbirine yaklaştırır ve köleleri kurtarmaya gayret eder. Meselâ bir insan hatâ işlese ve kazâ ile bir adam öldürse, bu durumda keffâret olarak ilk önce bir köle âzâd etmeyi emreder. İkinci olarak da o adamın âilesiyle anlaşarak muayyen miktarda gümüş ve deve mukâbilinde diyet ödemeyi şart koşar. Bir müslüman meselâ hac ibâdetinde bir hatâ yapsa yine ilk olarak keffâret yolu köle âzâdıdır. Yemin etse, zıhâr yapsa, oruç bozsa bunlara keffâret olarak ilk önce yine köle âzâd etmesi istenir. Bir kısım amellerin sevâbının büyüklüğünden bahsedilirken:

“Şu kadar köle âzâd etmek gibidir!” denilerek insanları hürriyete kavuşturmanın ne kadar fazîletli bir amel olduğu bildirilir. Bununla birlikte haksız yere bir insanı köleleştirmek de en büyük günahlardan sayılır. Hasbe’l-kader köle olmuş kimselere de iyi davranılması emredilir.

İslâm, köle sâhibine dâimâ; “Yediğinden yedir, içtiğinden içir, giydiğinden giydir, oruçluyken fazla yük ve iş yükleme, onun ihtiyaçlarını karşıla!” telkîninde bulunur. Köle âzâd etmeyi bir mü’min için daha iyi bir kurtuluş yolu olarak gösterir. Köleler için öyle haklar getirir ki, bunlara riâyet edildiğinde, neredeyse köle edinmemek, köle sâhibi olmaktan daha hayırlı hâle gelir, köle sâhibi olmak da bir nevî köle olmak mânâsına gelir.

Bu durumda İslâm, köleliğin giriş kapılarını imkân nisbetinde kapatmış, çıkış kapılarını da sonuna kadar açmış ve bu durumdaki insanların hürriyete kavuşturulmalarını her fırsatta teşvîk ve tervîc etmiş olmaktadır.

***

Fahr-i Kâinât Efendimiz, esirler arasında bulunan amcası Abbâs’a:

“–Ey Abbâs! Sen servet sâhibi bir kimsesin. Kendin, kardeşinin oğlu Akîl, Nevfel bin Hâris ve aranızda antlaşma bulunan Utbe bin Amr için fidye öde!” buyurdu.

Abbâs ise:

“–Yâ Rasûlallâh! Ben, müslümandım, Kureyş beni zorlayarak yola çıkardı!” dedi.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Senin müslümanlığını ancak Allâh bilir. Dediğin doğru ise Allâh elbette ecrini verir. Lâkin senin hâlin görünüşte bizim aleyhimize idi. Dolayısıyla fidyeni ödemen gerekir.” buyurdu ve onun yanında bulunan 800 dirhem altına da harp ganîmeti olarak el koydu.

Abbâs:

“–Yâ Rasûlallâh! Hiç olmazsa bunu fidye yerine say!” dedi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Hayır! O Allâh’ın bize nasîb ettiği ganîmettir.” buyurdu.

Abbâs:

“–Yâ Rasûlallâh! Demek geri kalan ömrümde beni dilenmeye mecbûr edeceksin!” dedi.

Bunun üzerine Allâh Rasûlü:

“–Ey Abbâs! Zevcen Ümmü’l-Fadl’a verdiğin o altınlar ne olacak?” diye sorunca Abbâs:

“–Hangi altınlar?” dedi.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Hani sen Mekke’den yola çıkacağın gün, yanınızda Allâh’tan başka bir kimse bulunmadığı sırada, zevcen Ümmü’l-Fadl’a: «Bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Eğer bir musîbete uğrarsam şu kadarı senin, şu kadarı Ubeydullâh’ın, şu kadarı Fadl’ın, şu kadarı Kusem’in ve şu kadarı da Abdullâh’ındır!» dediğin altınlar!” buyurdu.

Bu sözler üzerine hayrette kalan Abbâs:

“–Sen’i peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, bunu ben ve Ümmü’l-Fadl’dan başka hiç kimse bilmiyordu. Şüphesiz Sen Allâh’ın Rasûlü’sün!” dedi. (Ahmed, I, 353; İbn-i Sa’d, IV, 13-15)

Bedir esirleri arasında, Varlık Nûru’nun damadı, Hazret-i Zeyneb’in kocası Ebu’l-Âs bin Rebî de bulunuyordu. Ebu’l-Âs, Mekke’de zenginlik ve ticârette ileri gelen emîn bir kimseydi. Annesi Hâle bint-i Huveylid, Hazret-i Hatîce’nin kızkardeşi idi. Hatîce vâlidemiz, yeğeni Ebu’l-Âs’ı oğlu yerinde tutardı.

Kureyş müşrikleri, Efendimiz’in damatlarına:

“–Siz Muhammed’in kızlarını almakla O’nu derdinden kurtardınız! Kızlarını geri gönderiniz de onlarla meşgûl olsun!” dediler. Aynı şekilde Ebu’l-Âs’a da:

“–Zevcenden ayrıl! Kureyş kadınlarından hangisini istersen, seni onunla evlendiririz!” dediler. Ancak Ebu’l-Âs:

“–Hayır! Vallâhi ben zevcemden ayrılmam ve onun yerine Kureyş kadınlarından hiçbirini istemem!” dedi.

Mekkeliler, esirleri için fidye göndermeye başladıkları zaman, Hazret-i Zeyneb de Ebu’l-Âs için biraz mal ile annesi Hatîce -radıyallâhu anhâ-’nın kendisine evlendiği sırada hediye ettiği gerdanlığı göndermişti. Allâh Rasûlü gerdanlığı görür görmez son derece rikkate geldi ve:

“–Eğer Zeyneb’in esîrini serbest bırakmayı ve malını da geri vermeyi münâsip görürseniz, öyle yapınız!” buyurdu.

Müslümanlar:

“–Olur yâ Rasûlallâh!” diyerek Ebu’l-Âs’ı serbest bıraktılar. Gönderilen mal ile gerdanlığı da Hazret-i Zeyneb’e iâde ettiler.

Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-, kızı Zeyneb’i Medîne’ye göndermesi için Ebu’l-Âs’tan söz almış, onu serbest bırakırken kendisine böyle bir şart koşmuştu. Fakat bu, Allâh Rasûlü ile onun arasında gizli kalacak, bundan kimseye söz edilmeyecekti. (İbn-i Hişâm, II, 296-297; Ebû Dâvûd, Cihâd, 121/2692; Ahmed, VI, 276)

***

Umeyr bin Vehb’in oğlu Vehb de Bedir’de esir edilenler arasındaydı. Umeyr, Kureyş müşriklerinin cin fikirlilerinden ve kahramanlarındandı. Mekke’de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve ashâbına pek çok ezâ etmişti. Birgün Umeyr, Hicr’de Safvân bin Ümeyye ile oturup Bedir’de kuyuya atılanları ve uğradıkları musîbetleri anlatınca Safvân bin Ümeyye:

“–Vallâhi onlar bu hâle geldikten sonra hayatta kalmanın bir mânâsı yok!” dedi.

Umeyr:

“–Vallâhi doğru söyledin! Eğer borcum ve benden sonra açlıktan ölmelerinden korktuğum çoluk çocuğum olmasaydı, muhakkak gider Muhammed’i öldürürdüm. Hem benim için onların kabûl edeceği bir bahâne de var; «Esir olan oğlum için geldim.» derim. Duyduğuma göre O çarşılarda da dolaşıyormuş.” dedi.

Umeyr’in bu sözleri Safvân’ı sevindirdi:

“–Borcun bana âittir. Senin adına ben öderim! Çoluk çocuğuna da kendi çoluk çocuğumla birlikte, sağ oldukları müddetçe bakar, geçimlerini en güzel şekilde sağlarım!” dedi.

Bunun üzerine Umeyr, kılıcını iyice biledi ve zehirletti. Safvân da bineğini ve yolluğunu hazırlattı. Umeyr, Medîne’ye gelip mescidin kapısında durdu, devesini bağladı ve kılıcını kuşandı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- onu görünce:

“–Bu Allâh düşmanı Umeyr’dir! Vallâhi ancak şer için gelmiştir! Aramızı bozan, Bedir günü de Kureyşliler için sayımızı tahmin eden o değil miydi?” dedikten sonra Allâh Rasûlü’nün yanına girdi:

“–Yâ Rasûlallâh! Şu Allâh düşmanı Umeyr kılıcını kuşanmış gelmiş!” dedi.

Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Onu benim yanıma gönder!” buyurdu. Ömer -radıyallâhu anh- geri geldi. Onun boynundaki kılıcın kayışını sımsıkı tuttu. Ensâr’dan yanında bulunan kimselere de:

“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına girip oturunuz ve kendisini bu habîsten koruyunuz! Çünkü o, güvenilir bir kimse değildir!” dedi.

Peygamber Efendimiz ise:

“–Ey Ömer, onu serbest bırak! Sen de ey Umeyr, bana yaklaş!” buyurdu ve ardından Umeyr’e niçin geldiğini sordu. Umeyr:

“–Esir aldığınız oğlum için geldim! Onun hakkında ihsanda bulununuz!” dedi.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Öyle ise boynunda şu kılıcın işi ne?!” diye sordu.

Umeyr:

“–Allâh kılıçların belâsını versin! Onların bize ne faydası oldu ki?” dedi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tekrar:

“–Bana doğru söyle, sen buraya niçin geldin?” diye sordu.

Umeyr:

“–Ben, başka bir şey için değil, sâdece elinizde esir olan oğlum için geldim!” dedi.

Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Senin Hicr’de Safvân’a koştuğun şart ne idi?” diye sorunca, Umeyr korktu ve:

“–Ben ona ne şart koşmuşum ki?” dedi.

Peygamber Efendimiz, onların konuşmalarını kelime kelime nakletti ve:

“–Allâh, yapacağın işle senin arana girdi, sana mânî oldu!” buyurdu.

Bunun üzerine Umeyr:

“–Ben şehâdet ederim ki, Sen muhakkak Allâh’ın Rasûlü’sün! Yâ Rasûlallâh! Biz semâdan gelen haber ve Sana inen vahiy husûsunda Sen’i yalanlardık. Bu işte, benden ve Safvân’dan başka kimsenin haberi yoktu. Vallâhi bu haberi Sana ancak Allâh vermiştir! Beni İslâm’a hidâyet eden ve buraya getiren Allâh’a hamd olsun!” dedikten sonra şehâdet getirdi. Bunun üzerine Allâh Rasûlü:

“–Kardeşinize dînini iyice anlatınız! Kendisine Kur’ân okuyup öğretiniz! Esîrini de serbest bırakınız!” buyurdu.

Âlemlerin Efendisi’nin buyruğu derhâl yerine getirildi. Umeyr:

“–Yâ Rasûlallâh! Ben, Allâh’ın nûrunu söndürmeye çalışan ve müslümanlara şiddetle işkence yapan birisi idim. Müsâade edersen Mekke’ye gidip Mekkeli müşrikleri Allâh’a, Rasûlü’ne ve İslâm’a dâvet edeyim! Umulur ki Allâh onlara hidâyet nasîb eder.” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ona izin verdi.

Bu esnâda Safvân bin Ümeyye, olup bitenlerden habersiz, Mekkeli müşriklere:

“–Birkaç gün içinde gelecek olan haberle sevineceksiniz. O size Bedr’in acısını unutturacak!” diyor, gelen kâfilelerden haber sorup duruyordu. Nihâyet bir süvârî ona Umeyr’in müslüman olduğunu bildirdi.

Umeyr bin Vehb -radıyallâhu anh-, Mekke’ye gelince insanları İslâm’a dâvet etmeye koyuldu. Karşı gelenlere ise hadlerini bildirdi. Onun sâyesinde birçok insan müslüman oldu. Hazret-i Umeyr birgün Kâbe’nin yanında Safvân bin Ümeyye ile karşılaştı ve ona:

“–Sen büyüklerimizden birisin! Bizim taşlara taptığımızı ve onlar için kurbanlar kestiğimizi görmüyor musun? Bu mudur dîn? Ben şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ilâh yoktur! Muhammed de Allâh’ın kulu ve Rasûlü’dür!” dedi. Safvân ona bir kelime bile söyleyemedi, öylece sustu kaldı. (İbn-i Hişâm, II, 306-309; Vâkıdî, I, 125-128; İbn-i Sa’d, IV, 199-201)

Bu hâdise; “Seni öldürmeye gelen sende dirilsin!” düstûrunun en güzel misâllerinden biri olarak mü’min gönüllerde yer etti.

Bedir’de müşriklerin elebaşıları öldürülüp esirler elleri boyunlarına bağlı olarak Medîne’ye getirildiğinde, Allâh Teâlâ Medîne’deki müşrik, münâfık ve yahûdîleri zillete uğrattı. Abdullâh bin Übey ile onunla birlikte hareket eden Medîneli müşrikler; “Artık zafer ve galebe O’na yönelmiştir!” diyerek Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e İslâm üzere bey’at etmek zorunda kaldılar.

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.