Allâh’ın Rasûlü Bizim Neyimiz Olur?

Kur’ân’a göre, Peygamber Efendimiz, diğer bütün peygamberler gibi, beşerî ihtiyaçları da olan bir insandı. Ancak O, Allah Teâlâ tarafından âlemlere rahmet olarak gönderilmiş, kendisine itaat emredilmiş, en yüce ahlâk sahibi ve örnek bir insandı.

“Muhammed Allah’ın elçisidir…” (el-Fetih, 29) “…Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının...” (el-Haşr, 7) “…Kur’ân’ı insanlara açıklayasın diye, Sana indirdik.” (en-Nahl, 44)...

Hamd olsun, yine bir Rebîülevvel ayı geldi, yine bir Mevlid Kandili’ne eriştik. Peygamber Efendimiz bir Rebîülevvel ayında dünyayı teşrif buyurdular. O’nun doğduğu gece, asırlardır ecdâdımız tarafından “Mevlid Kandili” olarak idrâk edilir. O’na salât ve selâmlar getirilir; hatimler, Kur’ânlar okunur, tesbihler çekilir, duâlar edilir, sadakalar verilir. Bütün bu güzellikler; Allâh’ın Nebîsi’nin, Rasûlü’nün, Habîbi’nin güzelliğinden südûr eder.

Ama ne var ki, asr-ı saâdetten beri gündeme gelmeyi âdet eden ayrık otları ve onların maddî-mânevî torunları, hâlâ kafalara binbir şüphe tohumu ekmeye devam etmektedir. Bunlar bazen sûret-i haktan görünerek, din adına, Kur’ân adına, hatta Peygamber Efendimiz adına; Allah Rasûlü’ne çatarlar. O’nun şeref dolu tertemiz hayatını, hadîs-i şerîflerini, sünnet-i seniyyelerini, dindeki mevkiini tartışmaya açarlar. O’nu “sıradan biri” olarak görmek, O’nun söylediklerini “yok hükmünde” kabul etmek veya “kendi görüşleriyle eşdeğer” hattâ “bundan aşağı görmek” gibi dalâletlere sürüklenirler. Bu belki sadece onların sapıklığı olacak iken, bunu ilim kisvesiyle, medya kanalları vasıtasıyla çoğaltarak kendileri gibi düşünen insanları çoğaltmak isterler.

Hâlbuki kendilerini “Kur’ân adına konuşmaya yetkili sayan” bu sözcüler; Kur’ân’ın Peygamber Efendimizle ilgili söylediklerini görmezden gelirler.

Kur’ân’a göre, Peygamber Efendimiz, diğer bütün peygamberler gibi, beşerî ihtiyaçları da olan bir insandı. Ancak O, Allah Teâlâ tarafından âlemlere rahmet olarak gönderilmiş, kendisine itaat emredilmiş, en yüce ahlâk sahibi ve örnek bir insandı. İnsanlar, O’nun hükmüne boyun eğmeli, verdiği hüküm sebebiyle en küçük bir burukluk hissetmemeliydiler. O’nu, ehl-i beytini ve Allâh’ın îman, hizmet ve cihatlarından râzı olduğu ashâbını sevmeliydiler. Peygamberin önüne geçmek, O’nun yanında sesini yükseltmek, insanın bütün amellerinin boşa gitmesine sebep olacak affedilmez hatalardı.

Çok genel hatlarıyla ifade ettiğimiz bu özellikler, daha pek çoğu ile birlikte Kur’ân’da yer almakta; O’nu sevmeden, O’na inanmadan ve hattâ O’na hürmet göstermeden cennete girmeyi imkânsız kılmaktadır.

İnsanlar bugün her şey için bir “gün” îcâd edip kutlarken, asırlarca ümmetin kutlayageldiği “Mevlid Kandili”ni bazıları diline dolar oldu.

Kendilerinin kalplerindeki kuruluğu, Peygamber Efendimize olan saygısızlıklarını gösteren ifadelerini bir kenara koyarsak, bu ümmet, Mevlid Kandilleri vesilesiyle Peygamber Efendimize olan hürmet, muhabbet ve hasretlerini terennüm imkânı bulmuşlardır.

Bugün kandilleri daha bir dikkat ile takip eden, hiç olmazsa bugünlerde ibadetlerine daha fazla titizlik gösteren, daha fazla Allâh’ı hatırlayan, daha fazla sadaka verip insanların gönlünü yapmaya çalışanlar mı yanlıştadır; yoksa “bütün bunlar bid’attır!” deyip hepsini kökten yıkmaya çalışanlar mı?

Ne diyordu Mekkeliler? Dönemin Yahudileri?!

“-Son peygamber, Muhammed olmamalı; bizden biri olmalı!.”

Kibirleri sebebiyle bir türlü kabul edemiyorlardı O’nun Allah Rasûlü olmasını!.. Günümüzde Mekke müşriği yok ortalıkta, ama tarihin tekerrür etmesi de acı bir gerçek!.. İki satır Arapça bilen meâlci oldu. Kendilerini meâl-tefsir yazma işine o kadar kaptıranlar çıktı ki aralarından, Kur’ânî ifadeleri sorgulayan, Allah Rasûlü’nü -hâşâ- Cenâb-ı Hakk’ın diliyle azarlayan ifadeler tercüme ettiler.

Tarihselciler çıktı; rasyonalist düşünceyi ön plâna çıkarıp Kur’ân’ı tarih kitabı gözüyle değerlendirdiler. Kur’ân’ın âyetlerini, “Şunlar geçmişte kaldı!” diye ayıklamaya başladılar. Protestanlığa özenip dinde reform oluşturmaya çalıştılar. Ve yine Allah Rasûlü’nü -hâşâ- “vahyi getiren bir postacı” gibi görüp eleştirmeye kalktılar. Onlara göre, O’nun vazifesi, Kur’ân-ı Kerîm’i getirmekti. O, Kitabı getirince vazifesi tamamlandı. Hâlbuki Kur’ân, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaati birlikte zikretmiş. Allâh’a itaat, Kur’ân’ın emirlerini yerine getirmek ise, Peygamber’e itaat nasıl olacak? Peygamber’e itaat, sadece O’nun saadet çağındaki ashâbının sorumluluğu mu? Başka bir ifadeyle İslâm Dîni, sadece Kur’ân-ı Kerîm’den ve onun herkesin kafasına göre anladığı mânâsından mı ibâret?!

Birileri sırtını güyâ modern selefîliğe yaslayıp şefaati, tevessülü (bir kimseyi, ameli vb. vesîle ederek Allah’a duâ etme) inkâr edip, her güzel İslâmî geleneğe “bid’at” etiketi takmaya çalıştı. Bunları yaparken sünnetleri terk etti, Allah Rasûlü’ne muhabbeti gönül dünyasında hissedemedi, tasavvuf ehlini düşman bildi.

Kimileri Kur’ân halkaları kurdu; afilli, uzun cümleler içeren kitaplar yazdı, tefsir sohbetleri yaptı. Milleti tekfir etmeyi bir vazife saydılar; işlerine gelince en zayıf rivayetleri hadis diye aldılar, akıllarınca süslediler; işlerine gelmeyince en sahih hadisleri bile fütursuzca reddettiler. Kendi ifadeleri ile “Uydurulmuş dinden indirilmiş dine” yol alırken, “Yepyeni bir dinin esaslarını” koyduklarını fark etmediler. Rasûlullâh’ın koyduğu sınırları kabul etmediklerinden, “Bize Kur’ân yeter!” deme hadsizliğini gösterdiler. Kur’ân’ı, daha doğrusu onun kırık dökük meâlini önlerine aldılar; kendi kıt bilgi, akıl ve kirli bakış tarzlarıyla “ahkâm kestiler”. “Peygambere ve söylediklerine gerek yok!” derken, kendilerini Peygamber makamına koyduklarını fark etmediler, fark etmek istemediler. Ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimizle aynı devri yaşadıkları, vahyin nâzil olduğu her ânın bizzat içinde oldukları, kendi dilleri ile gelmiş bir kitaba sahip oldukları hâlde, bir âyet, bir kelime üzerinde “kendi başlarına konuşmama” hassasiyeti gözetirken, bizim o zamâne âlimlerimiz (!) her şeyi bilen, her şeye hükümler îcad eden kimseler oldu.

RESULULLAH'A MUHABBET DUALARI

Hasretle beklediğimiz Mevlid kandillerine, Kutlu doğumlara “yine mevsimi geldi” sıfatı yapıştırıp bir “Stand up”çı gibi bulundukları salonu kendilerine güldüren seviyesizler, O’nun ümmeti olma şerefine erebilir mi? Arkasına yaslanıp bacak bacak üstüne atılarak İlâhiyat dersi anlatılır mı? Mezunu olduğumuz güzide fakültelerin adının meâlcilik aşısıyla, tarihselcilikle, İslâm’ı yeniden yorumlama kaygılarıyla, hattâ kaderi inkâr noktasına gelmiş zevâtla anılması, mezunlara da bu gözle bakılması içler acıtan, duâlara muhtaç bir durumdur. İki profesörün dersine girip hadis inkârcılığına soyunan çömez talebeciklere tavsiyemiz Rasûlullâh’a muhabbet duâları etmeleridir.

Bütün bu tezviratlar; içi boş birer kütük mesabesindedir. Saâdet asrından beri İslâm’ın kökünü kazımaya çalışan art niyetlilerin güncel sürümleridir. Hayatlarını İslâm ile mücadeleye adamış olan oryantalistlerin (İslâm’ı araştıran gayr-i müslimler) kısılmış sesleridir.

Rasûlullah, bu sapkın Müslümanların nesi olur?

Ama Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizim biricik önderimiz olur, yavrularımıza O’nun adını verir, O’na salât ü selâm getirerek büyütür, O’na yazılmış ilâhîleri ninni yapar uyuturuz. Asker ocağımız, Peygamber ocağıdır. Gül görsek O’nu hatırlar gözyaşımızı sileriz. Yeşili O sevdi diye sever; gözümüzü açtığımız andan son nefesimize kadar O’na benzemeye çalışırız. Güne salevatla başlar, unuttuğumuz şeyi O’nun adını vesîle ederek hatırlarız. O’nun şefaatini umar, Kevser suyunu O’nun mübarek ellerinden içmek için duâlarımızı tekrarlarız.

Son nefesimizi O’nun himayesi altında verip âhiret duraklarımızda O’nun peşinden ayrılmamayı ümit ederiz. Gül yüzünü rüyamızda görme arzumuz hep canlıdır da, “ya bu günahkârın yüzüne bakmazsa?!” diye hüzünlenir, bizi âhirette tanımamasından şiddetle korkarız. O’na hakiki ümmet olma duâlarımızla yoğrulur gönlümüz; umre, hac yolcusu görsek çarpar yüreğimiz…

Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizim candan öte, sevdiklerimizden öte Efendimiz olur. Peki ya O’nun kıymetini takdir edemeyen Müslümanların nesi olur?!

Not: Hayatını hakikî ilme, irfâna, muhabbete, eser bırakmaya, talebe yetiştirmeye adamış ilim, fikir ve gönül adamı hocalarımızı saygı ve minnetle anar, yazımızın dışında tuttuğumuzu hâssaten ifade etmek isteriz.

Kaynak: Fatma Çatak, Şebnem Dergisi, 142. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.