Allah'a Ne Zaman Şükredeceğiz?

Allah'a ne zaman bir kul olacağız? Sözde değil, bir fiil yaşayarak, yaşatarak ve anlatarak. Bizlere bir ömür bahşeden ve sayısız nimetler ile onurlandıran Rabbimize şükür gerekmez mi? O bizleri eşref-i mahlûkat olarak yaratırken biz O'na layık bir kul olma çabasında mıyız?

ŞEYH SÂDÎ HAZRETLERİ’DEN BİR NOT

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Ey Âdemoğlu! Bazen nîmet içinde mağrur ve gâfil; bazen yoksulluk içinde ümitsiz ve mahzunsun… İşte neşeli ve kederli zamanındaki hâlin budur. Bilmem ki Rabbine kulluğu ne zaman edeceksin?!.”

[Cenâb-ı Hak, Fecr Sûresi’nde insanoğlunun bu zaafına şöyle işaret buyuruyor:

“İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde (sevinir ve) «Rabbim bana ikram etti» der.

Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise (üzülür) «Rabbim beni önemsemedi» der.” (el-Fecr, 15-16)

Gaybı Allah’tan başkası bilemez. Hakkımızda neyin hayır, neyin şer olduğunu, Rabbimiz elbette bizden daha iyi bilir. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk’ın bizim için takdîr ettiği, bizim kendimiz için arzu ettiğimizden daha hayırlıdır. Kul, Rabbinin takdîrinden râzı olacak ki, Rabbi de kulundan râzı olsun.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, gönül huzuruna erebilmek için gereken saâdet reçetesini şöyle ifade buyurmuşlardır:

“Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız! Bu, Allâhʼın, üzerinizdeki nîmetini küçük görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd, 9)

“…Kim dîni hususunda kendisinden üstün olana bakıp ona tâbî olur, dünyası hususunda da kendinden aşağı olana bakıp Allâh’ın kendisine vermiş olduğu üstünlüğe hamd ederse, Allah o kişiyi şükredici ve sabredici olarak yazar…” (Tirmizî, Kıyâmet, 58/2512)

Gaflete müptelâ pek çok insan; fakirlik, yokluk, darlık ve mahrûmiyetin mutlak mânâda bir şer olduğunu zanneder. Hâlbuki nicelerini istikâmette tutan, bu mahrûmiyetleridir. Fakat bunun farkında değillerdir.

Yine bazıları da; zenginlik, servet, rahatlık ve bolluğun mutlak mânâda bir hayır olduğunu zannederler. Hâlbuki herkesin terazisi, varlık imtihanı kaldıracak kudrette değildir. Varlıkta da yoklukta da sabır ve şükür ehli olanlar, azın azıdır.

Önceleri sâlih bir kul iken dünya nîmetleriyle imtihan edildiğinde şımarıp azgınlaşan Sâlebe’nin hazin âkıbeti, bunun çok ibretli bir misâlidir.

EFENDİMİZ'İN SAHABİYE VERDİĞİ İKAZ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin Sâlebeʼye yaptığı şu îkaz, hepimiz için büyük bir ders mâhiyetindedir:

“Şükrünü edâ edebileceğin az mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır…” (Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 370-372)

Bu yüzden îman ve irfan ufkundan baktığımızda; Allâh’a hangi durumda daha yakın isek, o hâli kendimiz için daha hayırlı görmemiz îcâb eder.

HAZRET-İ ALİ -RADIYALLÂHU ANH-’IN NAKLETTİĞİ HÂDİSE

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:

“Biz Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte mescitte oturuyorduk. Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh- çıkageldi. Üzerindeki, kürk parçalarıyla yamanmış hırkasından başka bir şeyi yoktu. Allah Rasûlü, Mus’ab’ı görünce, onun Mekke’de bol nîmetler içindeki hâliyle şimdiki yoksul hâlini düşündü ve gözyaşlarına hâkim olamayıp ağladı. Sonra da (ümmetinin istikbâlinden bir manzarayı haber vererek) şöyle buyurdu:

«–Birinizin sabahleyin ayrı, öğleden sonra ayrı güzel elbise giydiği, önüne bir tabağın konup ötekinin kaldırıldığı, evlerinizi Kâbe’nin örtüldüğü gibi örtülere büründürdüğünüz (yani dünya lezzetlerinin önünüze serildiği) zaman hâliniz nice olur?!»

Orada bulunanlar:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Tabiî ki o gün hâlimiz bugünkünden daha iyi olur. Çünkü o zaman geçim derdimiz olmaz, kendimizi tamamen ibadete veririz.» dediler.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

«–Bilâkis bugün siz, o günden daha hayırlı durumdasınız.» buyurdu.” (Tirmizî, Kıyâmet, 35/2476)

Dolayısıyla kul için nîmetin azlığının mı, çokluğunun mu hayırlı olduğu meçhuldür. Meselâ kulu Rabbine yakınlaştıran bir mahrûmiyet, onu Rabbinden uzaklaştıran nâiliyetten daha hayırlıdır. Mühim olan; kahırda da lûtufta da, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu unutmamaktır. Allâh’ın bizi bazen hayırla bazen de şerle imtihan ettiğini hatırımızdan çıkarmamaktır.

HAZRET-İ ÖMER -RADIYALLÂHU ANH- BUYURUYOR

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“Zenginlik de fakirlik de aynı şekilde birer binektir. Hangisine bineceğime aldırmıyorum.” buyurmuştur.

Süleyman -aleyhisselâm-, nâmütenâhî bir varlık ve saltanat sahibi kılınmıştı. Fakat dünya nîmetleri aslâ kalbini işgal etmemiş, nîmetlerin asıl sahibi olan Allâh’a dâimâ şükür hâlinde bulunmuştu. Bu güzel hâli sebebiyle de Cenâb-ı Hakk’ın; “ne güzel kul”[1] iltifâtına mazhar olmuştu.

Öte yandan yokluk ve hastalıklarla imtihan edilen Eyyûb -aleyhisselâm- da, bu imtihanı kendisine takdîr edenin Allah Teâlâ olduğu idrâki içinde, dâimâ hâline rızâ göstermiş, hiçbir zaman şikâyet etmemiştir. Eyyûb -aleyhisselâm- da bu rızâ ve teslîmiyeti ile Rabbimiz’in “ne güzel kul”[2] iltifâtına mazhar olmuştur.

Dolayısıyla ârif mü’minler, hangi şartlarda imtihan edildiklerine değil, o imtihanlarda Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını ne kadar kazanabildiklerine bakarlar. Onların derdi; hangi imkâna sahip oldukları değil, o imkânla ne kadar Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabildikleridir.

YUNUS EMRE HAZRETLERİ

Bunun içindir ki Yunus Emre Hazretleri şöyle der:

Ne varlığa sevinirim,

Ne yokluğa yerinirim,

Aşkın ile avunurum,

Bana Sen’i gerek Sen’i!..

Hakîkaten, dünyalar bizim olsa, fakat Allah’tan gâfil olsak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanımamış olsak, İslâm ve îman nîmetlerinden mahrum kalsak, bunun ne kıymeti olurdu?.. Zira bu dünyadaki ömrümüz de, dünya da fânîliğe mahkûm… Fakat îmânın getireceği huzur ve saâdet ise, ebedî…

Unutmayalım ki, dünyanın en mesut insanları; her istediğini, dilediği anda bulabilenler değil, Rabbini her an kalbinde bulabilen sâlih mü’minlerdir.

Yine dünyanın en bahtiyar insanları; eldekine kanaatle huzura kavuşan, hamd, rızâ ve şükürle zenginleşen deryâ gönüllü mü’minlerdir.

Mühim olan; “gönül zengini” olabilmektir. Bu ilâhî imtihan âleminde ne kadar kırık kalbi tesellî edebilirsek, ne kadar mahzun ve mazlumların gönlünü alabilirsek, o kadar gönül zenginiyiz demektir. Gerçek zenginlik de budur.

MEVLÂNÂ HAZRETLERİ'DEN ÖĞÜT VAR

Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

“Sen varını-yoğunu, malını-mülkünü ver de bir gönül yap! Yap da o gönül; mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin!..

Allâh’ın huzûruna altın dolu binlerce kese götürsen, Cenâb-ı Hak:

«Biz’e bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir! Çünkü altın, gümüş Biz’im için bir şey değildir. Eğer Biz’i ve rızâmızı istiyorsan, bunun ancak bir gönül kazanmaya bağlı olduğunu unutma!..» buyurur.”

Velhâsıl gerçek servet, gönülden yükselen hayır-duâların meydana getirdiği ebedî saâdet sermâyesidir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“İnsanın kalbi dünyaya meyledince, bala düşmüş sinek gibi olur.”

[Kalbe musallat olan dünya hırsı, kulu mânen helâke sürükleyen bir girdap gibidir. O girdaba kapılan, çırpındıkça daha çok batar.

MUHYİDDÎN-İ ARABÎ HAZRETLERİ

Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri bu hakîkati şöyle ifade buyurur:

“Maddiyâta meyledenler için hayat, deniz suyu içmeye benzer; içtikçe susarlar, susadıkça içerler.”

İlâhî imtihan gereği, dünya nîmetlerine bir câzibe, kula da o câzibelere karşı kuvvetli bir temâyül verilmiştir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük; insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allâh’ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 14)

Mü’minin vazifesi, bu “cezb ve incizâb” kânunu, yani dünyanın çekiciliği ve nefsin dünyaya düşkünlüğü arasında, kulluk istikâmetini muhâfaza etmektir. Gönlünü dünya nîmetlerinin esiri etmemektir.

Bunu temin ettikten sonra, dünya ile meşgûliyetin bir zararı yoktur. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasîbini unutma!..” (el-Kasas, 77) buyrulmaktadır.

Dünyadan nasîbimizin ölçüsünü de, günümüz toplumunun lüks ve israfına bakarak değil, Allah Rasûlü ve ashâb-ı kirâmın hayatına bakarak belirlememiz gerekir. Zira Cenâb-ı Hak, Tevbe Sûresi’nin 100. âyetinde bize Muhâcirleri, Ensâr’ı ve onlara tâbî olan ihsan sahiplerini örnek göstermektedir. Günümüz toplumunun hastalıklarından olan aşırı tüketim, lüks ve israf ise, sahâbe toplumunun tanımadığı bir hayat tarzıydı.

MUHAMMED PÂRİSÂ HAZRETLERİ'NİN BAŞINDAN GEÇEN BİR HADİSE

Şu hâdise, dünyadan nasibin hangi kalbî keyfiyetle aranacağını ne güzel îzah etmektedir:

Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken uğradığı Bağdat şehrinde nur yüzlü genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür. İçinden:

“–Yazık! Tam da en güzel şekilde ibadet ve hizmet edecek bir çağda kendisini dünya meşgalesine kaptırmış!” der. Bir an murâkabeye varınca da, altın alıp satan bu gencin kalbinin Allah ile beraber olduğunu hayretle müşâhede eder. Bu sefer:

“–Mâşâallâh! El kârda, gönül Yar’da!..” diyerek genci takdîr eder.

Böyle sâlih mü’minler hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

(Öyle hakîkî) er kişiler vardır ki onlar, ne ticâret ne de alışverişin, kendilerini Allâh’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerdir. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden (kıyâmet gününden) korkarlar.” (en-Nûr, 37)

Demek ki kulun dünya ile hadd-i lâyığında, yani kifâyet miktarı alâkadar olmasında beis yoktur. Hattâ bu, başkalarına yük olmamak ve infaklarla Cenâb-ı Hakk’a daha çok yaklaşabilmek için son derece lüzumludur. Mühim olan, bu alâkanın ölçüsünü kaçırmamaktır. Yani dünyevî muhabbet ve endişelerin, gönlü işgal etmesine fırsat vermemektir.

Zira Cenâb-ı Hak, gönüllerimizi îman, ihlâs, takvâ, mârifetullah ve muhabbetullâh’ın tecellîgâhı olsun diye yaratmıştır. Gönül sarayındaki tahtın, yalnızca kendisine tahsis edilmesini dilemiştir. Bu yüzden o tahtı, dünya muhabbetlerinin işgâl etmesi, ilâhî muhabbetten mahrûmiyetin baş sebebidir.

Bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere Allah katında dünyanın, bir sivrisineğin kanadı kadar bile değeri yoktur.[3] Bu yüzden Allâh’ı unutarak âdeta dünya metâlarının kasası hâline dönüşen kalplere Cenâb-ı Hak buğzeder.]

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2017 – Ocak, Sayı: 371, Sayfa: 032

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.