Allah İhanet Edenleri Neden Sevmez?

İhanet nedir? İhanetin neden hiçbir biçimi hoş karşılanmaz? İhanet etmekle ilgili ayet ve hadisler nelerdir?

Hıyânette bulunmakla ilgili hadisler ve hadislerin açıklaması…

1- Enes bin Mâlik (r.a) şöyle der:

Nebî, bize yaptığı konuşmalarda çoğu zaman şu sözü söylerdi:

“Emâneti olmayanın imanı yoktur, ahdine riâyet etmeyenin de dîni yoktur.” (Ahmed, III, 154, 135)

2- Ebû Hüreyre’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Münâfığın alâmeti üçtür:

Konuşunca yalan söyler,

Söz verince sözünden cayar,

Kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.” (Buhârî, Îmân, 24; Müslim, Îmân, 107-108. Ayrıca bkz. Tirmizî, Îmân, 14/2631-2633)

Bir rivâyette şu ilâve yer alır:

“Oruç tutsa, namaz kılsa ve mü’min olduğunu iddiâ etse bile!” (Müslim Îmân, 109)

3- Ebû Hüreyre’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:

“Sana emânet bırakana emânetini iâde et! Sana ihânet edene sen hâinlik yapma!” (Ebû Dâvûd, Büyû’, 79/3535; Tirmizî, Büyû’, 38/1264)

4- Adiy bin Amîre (r.a) şöyle anlatır:

Resûlullah Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:

“Bir işe memur tâyin ettiğimiz kimse, bizden bir iğneyi veya ondan daha küçük bir şeyi gizlerse, bu hıyânet olur ve kıyâmet günü onunla gelir.”

Bunun üzerine Ensâr’dan siyah tenli bir adam ayağa kalktı, -şu anda sanki onu görüyor gibiyim-:

“–Ya Resûlallah! Bana verdiğiniz vazifeyi geri alınız” dedi.

Resûlullah:

“–Sana ne oldu?” diye sordu.

Ensârî:

“–Şöyle şöyle dediğinizi işittim” cevabını verdi.

Allah Resûlü:

“–Ben o sözü şimdi de söylüyorum: Sizden kimi (mâlî) bir vazifeye tâyin edersek, o malın azını da çoğunu da getirsin. O maldan kendisine verileni alır, verilmeyenden ise geri durur.” (Müslim, İmâre, 30. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Akdıye, 5/3581)

5- Ebû Hüreyre (r.a) der ki:

“Resûlullah şöyle dua ederdi:

«Allah’ım! Açlıktan sana sığınırım; o ne kötü bir arkadaş, (insanı avucunun içine alan ne fena bir hâl)dir. Emânete ihânetten de sana sığınırım; o ne kötü bir kalbî haslettir, (huy ve tabiattır).»” (Ebû Dâvûd, Vitir, 32/1547. Ayrıca bkz. Nesâî, İstiâze, 19, 20; İbn-i Mâce, Et’ime, 53)

HADİSLERİN AÇIKLAMASI

“Mü’min” kelimesinin emniyet ve emânet kelimeleriyle alâkası olması münâsebetiyle, dünyanın en güvenilir insanları Allah’a iman eden Müslümanlar olmalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak mü’minlerin emîn kimseler olmasını istemektedir. Nitekim Peygamberlerin en mühim sıfatlarından biri de “Emânet”tir. Bizim Peygamberimiz ise emînliğin sembolü olmuş, “Emîn” kelimesi onun ikinci ismi hâline gelmiştir. Dolayısıyla Muhammedü’l-Emîn’in ümmeti olan mü’minler için emîn ve güvenilir olmaktan daha tabiî bir şey olamaz. Böyle olmayıp hıyânete sapan insanların da zamanla hem mü’minlikle hem de Muhammedü’l-Emîn ile alâkası kesilir.

Münâfıklık alâmetlerinden biri olan hıyânet; emânet edilen şeyde, İslâm’a aykırı şekilde tasarrufta bulunmak, haksızlık yapmak ve güven hissi vermemektir. Bu durum maddî konularda olduğu gibi mânevî mevzûlarda da geçerlidir. Kişi Allah ve Resûlü’nün emâneti olan Kitap ve Sünnet’in hükümlerini eğip büker ve terk ederse onlara ihânet etmiş olur.

DOSTA VERİLEN SIR

Diğer taraftan bir dosta verilen sır da emânet olduğundan, onu ifşâ etmek de ihânet çerçevesine girer.

Yüce Rabbimiz ise hâinleri hiç sevmez. (Enfâl 8/58; Hac 22/38)

Onların hîlelerini kesinlikle muvaffâkiyete erdirmez. (Yûsuf 12/52)

Muazzez Peygamberi’ne de hıyânet ehlinden uzak durmasını emrederek şöyle buyurur:

“Hâinlerden taraf olma!” (Nisâ 4/105)

“Kendilerine hıyânet edenleri savunma; çünkü Allah hâinliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.” (Nisâ 4/107)

İhânet eden kimseler, peygamberlerin en yakın akrabaları bile olsalar, âhirette kendilerini kurtaramazlar.

Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Allah, inkâr edenlere, Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: «Haydi, cehenneme girenlerle beraber siz de girin!» denildi.” (Tahrîm 66/10)

CENNETE GİRECEK KİŞİLER

Resûlullah, Cehenneme girecek kimleri sayarken şunları da zikretmiştir:

“…Tamahkârlığını ızhar etmeyen hâin. Böylesi, hangi kapıyı çalsa mutlaka ihanet eder.

Akşam, sabah her fırsatta malın ve ehlin hususunda seni aldatan kimse.” (Müslim, Cennet, 63)

Cehennemden kurtularak Cennete girebilmek için mü’min olmak lâzımdır. İman da ihânetle bir arada bulunmaz. Nitekim birinci hadisimizde, güvenilmeyen kimsede imanın, ahdine riâyet etmeyen kimsede de dînin olmayacağı bildirilmiştir. Bu ikisi de güvenilirlikle ilgili konulardır. Hadisimiz, korkutucu üslûbuyla hıyânetin ne kadar büyük bir günah olduğunu ortaya koymaktadır.

Bazı rivâyetlerde, mü’minin günahlara düşebileceği, ancak hıyânet ile yalanın onda kesinlikle bulunamayacağı ifade edilir. (Ahmed, V, 252; Beyhakî, Şuab, IV, 207)

Burada maksat, hıyânet ile yalanın büyüklüğünü ortaya koymaktır, yoksa mü’mine diğer günahların yolunu açmak değildir. Mü’min bütün günahlardan şiddetle kaçınmalıdır, lâkin hıyânet ve yalan onda kesinlikle bulunmamalıdır. Çünkü bu kötü vasıflar, mü’mine hiç yakışmaz ve imanla kesinlikle bağdaşmaz.

Resûlullah, Müslümanı târif ederken şöyle buyurur:

“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona hiyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı ondan esirgemez. Her Müslümanın, diğer Müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır.” (Tirmizî, Birr, 18/1927)

Cenâb-ı Hak’tan hiçbir şeyi gizlemek mümkün değildir. O, hâinlerin kötü bakışlarını ve çirkin niyetlerini bilmekte ve bunu aleyhlerine delil olarak amel defterlerine kaydetmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:

“Allah, gözlerin hâin bakışını ve kalplerin gizlediği şeyleri bilir.” (Mü’min 40/19)

Dolayısıyla, Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir kimsenin, hıyânette bulunması mümkün değildir. Nitekim ikinci hadisimizde, hıyânetin münâfıklık alâmeti olduğu ifade edilmiştir. Hadisin devamında, münâfıklık alâmetleri taşıyan kimselerin konuştuklarında yalan söyledikleri ve söz verince buna riâyet etmedikleri bildirilmektedir ki, bunların hepsi de hâinlikten bir şubedir. Yani düşüncesine, sözüne ve fiiline güvenilmeyen ve ihânet etmesinden korkulan kimse, mü’minlikten uzaklaşıp münâfıklığa yaklaşmış olmaktadır. Hatta bu kimse oruç, namaz gibi ibadetlere devam etse ve mü’min olduğunu zannetse bile hakikatte durum böyledir. Bu sebeple mü’minler, güvenilirlik hususuna çok dikkat ederek, yüksek karakter ve seciye sahibi insanlar hâline gelmelidir.

“ÜÇ İNSANIN DÜŞMANIYIM”

Diğer bir hadislerinde Resûlullah, Allah Teâlâ’nın:

“Ben kıyamet günü şu üç insanın düşmanıyım” buyurduğunu bildirmiş ve ilk sırada, Allah adına yemin ettikten sonra sözünden dönen kişiyi zikretmiştir. (Buhârî, Büyû’, 106)

Başka bir hadisinde de şu korkutucu haberi vermiştir:

“Ahdine vefâsızlık eden herkes için kıyamet günü bir bayrak dikilip bu falanın vefâsızlık alâmetidir diye ilân olunacaktır.” (Buhârî, Cizye, 22; Edeb, 99; Hiyel, 99; Müslim, Cihâd, 11-17)

Bu kötü duruma düşmemek için Resûlullah üçüncü hadisimizde, ümmetinin her bir ferdine emîn bir kişi olmayı ve kendisine ihânet edenlere karşı ihânetle karşılık vermemeyi tavsiye etmektedir.

Bu iki husus o kadar mühimdir ki, ahlâk ve ictimâî nizamın esasını teşkil eder.

İlk madde, hem Allah’ın hem de insanların haklarını yerine getirmeyi emreder. Yani maddî hususlarda olduğu kadar mânevî alanda da emânete ihânet etmemek gerekir.

Cenâb-ı Hakk’ın kullarına emâneti,

“Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunun mes’ûliyetinden korkarak onu yüklenmekten çekindiler…”  âyetinde işaret edildiği üzere Allah’ın bütün emir ve nehiyleridir. Bunlara tâbî olan mü’min, Allah ve Resûlü’nün emânetine riâyet etmiş demektir. İslâmî emirlere riâyet etmeyen kimse ise Allah ve Resûlü’ne karşı hıyânette bulunmuş olur. Bunun zararını da kendisinden başka kimse çekmez. Zira “Kişi kazdığı kuyuya kendi düşer.” (Fâtır 35/43)

“HAİNLİK ETMEYİN”

Bu hakikati daha açık şekilde haber veren bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin; (sonra) bile bile kendi emânetlerinize hıyânet etmiş olursunuz.” (Enfâl 8/27)

Kendi iyiliğimizi düşünüyorsak, ilâhî hükümlere ve Efendimiz’in Sünnet’ine saygısızlık ve riâyetsizlikten uzak durup, bize hayat veren bu hükümler sebebiyle Allah’a şükretmemiz gerekir. Onlara sadakat ve itaatten ayrılmayıp, dînî vazifelerimizi ciddiyet ve samimiyetle yapmamız, saâdet ve selâmetimizin temînâtıdır. Bir insan böyle davranmaz da Allah ve Resûlü’ne hıyânet ederse, insanların emânetlerine daha fazla hıyânet eder. Yani insan, karakter ve şahsiyetini yitirip, Allah ve Rasûlü’ne ihânet etmeye başladığında, artık insanlar arasında da mala, cana, ırza, namusa, hakka, hukûka, vatana ve milli vazifelere hâinlik eder.

Kulların emânetleri açısından bakıldığında, büyük küçük her türlü hak ve vazife bir emânettir. İnsanlara bile bile haksızlık yapmak ve onları aldatmak hâinliktir. Taahhüd edilen iş, vaktinde ve büyük bir îtinâ ile yapılmazsa, ihânet sayılır. Vaktinde işin başına gelmemek, işleri ihmal ederek gecikmeli ve kusurlu yapmak da hıyânettir ve karşılığında alınan haksız ücret haramdır.

Hadisimizde doğrudan hıyânette bulunmak yasaklandığı gibi, hıyânete hıyânetle mukâbele etmek de yasaklanmıştır. Ancak hâinliğe ilk başlayan kimse her zaman için daha zâlim olur ve onun cezası da daha büyüktür.

Âdil olan Yüce Rabbimiz, herkesin ne yaptığını çok iyi bildiğinden, kimin haklı kimin haksız olduğunu, kimin ne kadar alacağı ne kadar vereceği bulunduğunu açıkça ortaya koyacak ve ona göre hüküm verecektir. Şu hâdise bu hususu açıklayan ibretli misallerden biridir:

Bir adam Peygamber Efendimiz’in önüne oturdu ve:

“–Ey Allah’ın Resulü! Benim kölelerim var. Durmadan bana yalan söylüyor, ihânet ediyor ve baş kaldırıyorlar. Ben de onlara hakâret ediyor ve dövüyorum. Onlar yüzünden hâlim ne olacak?” diye sordu.

Resûlullah şu cevabı verdi:

“–Onların sana karşı yaptıkları hıyânet, isyan ve yalanları ile senin onlara verdiğin ceza hesaplanacak, eğer senin verdiğin ceza onların suçuna eşit olursa, senin ne lehine ne de aleyhine bir şey yoktur. Eğer senin verdiğin ceza onların suçundan az ise bu lehine fazilet olacaktır. Eğer verdiğin ceza onların suçunu aşarsa o fazlalığı ödemek zorunda kalacaksın, ki bu senden kısas yoluyla alınacaktır.”

Adam bir kenara çekilerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah:

“–Allah Teâlâ’nın: «Biz, kıyamet günü için adâlet terâzileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tânesi kadar dahi olsa, onu (adâlet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz yeteriz»  âyet-i celîlesini okumuyor musun?” buyurdu.

Adam bunun üzerine şöyle dedi:

“–Vallâhi yâ Resûlallah, hem kendim hem de onlar için birbirimizden ayrılmaktan daha hayırlı bir durum kalmadı. Şahit olun, onların hepsi de hürdür.” (Tirmizî, Tefsîr, 21/3165)

İNSAN NEFSİNİN EN ÇOK HIYÂNETE DÜŞTÜĞÜ HUSUS

Dördüncü hadisimizde, insan nefsinin en çok hıyânete düştüğü bir hususa temas edilmektedir. Az olsun çok olsun devlet ve kamu malına ihânet, Allah’ın affetmeyeceği büyük günahlardandır ve kişinin cehenneme girmesine sebep olur. Çünkü onlarda, bütün ülke insanının hakkı vardır. Dolayısıyla cezası da o nisbette ağır olmaktadır. Bu nevi büyük günahlara dalanlar, dünyada hak sahipleriyle helâlleşip tevbe etmedikleri takdirde, âhirette ihânet ettikleri kişilerle, Allah’ın huzurunda hesaplaşacaklardır. Yedikleri haklar sebebiyle, sevapları varsa mazlumlara verilecek, onlar bittiğinde de hak sahiplerinin günahlarını yüklenerek tam mânâsıyla iflâs edeceklerdir.

İhânet ehli, kıyâmetin zor ânında kendilerine yardım ve şefaat edecek kimse de bulamaz. Ebû Hüreyre (r.a), Peygamber Efendimiz’in bu konudaki mühim bir îkazını şöyle nakleder:

Bir keresinde Nebî, aramızda ayağa kalktı, ganîmet malına hiyânet hakkında konuşma yaptı. Hıyânetin çok büyük bir fenâlık olduğunu, günahının çok fazla olacağını bildirip, bunun şiddetle haram kılındığını îzâh etti ve şöyle buyurdu:

“Sakın sizden biri, kıyâmet gününde omuzunda (hıyânetle elde ettiği) bir koyun avaz avaz melerken, öbürü de omuzunda bir at kişnerken karşıma çıkarak:

«–Yâ Resûlallah, bana yardım et!» diye yalvarmasın. Aksi takdirde ben ona:

«–Sana hiçbir şekilde şefâat edemem, ben sana dünyada Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim!» diye cevap veririm.

Biri de omuzunda bir deve böğürdüğü hâlde bana gelip:

«–Yâ Resûlallah, yardım eyle!» demesin! Ben ona da:

«–Senin için hiçbir sûretle şefâat edemem; çünkü ben sana dünyada Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim!» derim.

Bir başkası da omuzunda altın, gümüş yüklü olarak gelip:

«–Yâ Resûlallah, bana yardım et!» demesin. Ben ona:

«–Sana hiçbir türlü yardım edemem. Çünkü ben, dünyada sana Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim» derim.

Bir diğeri de üzerinde (hıyânetle elde ettiği) elbiseler dalgalandığı hâlde gelip:

«–Yâ Resûlallah, bana yardım et!» demesin. Ben ona da:

«–Sana hiçbir şekilde yardım edemem. Çünkü ben dünyada sana Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim» derim.” (Buhârî, Cihâd, 189; Müslim, İmâret, 24)

Kıyamet günü hâinlerin, haksız yere aldıkları malla birlikte gelmesi, şiddetli bir tehdît olup, onların cehennemlik olduğuna delâlet etmektedir.

Ömer (r.a) şöyle anlatır:

Hayber Gazvesi günü idi. Hz. Peygamber’in ashâbından bir grup geldi ve:

“–Falanca şehit, falanca da şehit!” dediler.

Sonra bir adamın yanından geçerken:

“–Falanca kişi de şehit olmuş!” dediler.

Bu defâ Efendimiz:

“–Hayır, ben onu, ganîmet mallarından haksız yere aldığı bir hırka içinde cehennemde gördüm” buyurdu.

Sonra da:

“–Ey İbn-i Hattâb, git ve insanlara «Cennete ancak mü’minler girebilecektir» diye nidâ et!” emrini verdi.

Ben de çıktım ve:

“Cennete ancak mü’minler girebilecektir!” diye nidâ ettim. (Müslim, Îmân, 182)

Kul hakkı o kadar mühimdir ki en yüksek makamlardan biri olan şehitlik bile onu affettirememiştir. Bu sebeple haksız kazanç ve hıyânetten şiddetle kaçınmak îcâb eder.

Peygamber Efendimiz’in cennete sadece mü’minlerin girebileceğini ilan ettirmesi ise, hıyânetin iman ile hiçbir sûrette bağdaşmadığını göstermektedir.

Diğer taraftan, hâinlere yardımcı olmak da ayrı bir ihânettir. Peygamber Efendimiz:

“Kim emânete hiyânet eden kimseyi gizlerse, o da onun gibidir!” buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Cihâd, 135/2716)

DEVLET MALINA İHANET ETMEYİN

Dördüncü hadisimizden anlaşıldığına göre, umûmun hak ve hukûkunu ilgilendiren vazifelerin peşinde koşmamalıdır. Ancak vazife verilmişse bunu da en iyi şekilde îfâ etmeye çalışmalıdır. Böyle bir vazifeyi kabul eden kişi, kendisi için tâyin edilen ücretin dışında hiçbir şey alma hakkına sahip değildir. Ayrıca, vazifesi müddetince hediye kabul etmesi de uygun görülmemiştir. Çünkü, bu tür salâhiyet sahibi kişilere hediye veren insanlar, toplumun aleyhine bir takım menfaatler elde etme peşinde olabilir. Bu da muhtelif hıyânet ve suistimallere yol açar.

Ashâb-ı Kirâm bu konuda çok titiz davranırlardı:

Hz. Ebûbekir, Muâz bin Cebel’i zekât memuru olarak vazifelendirmişti. Muaz (r.a) bazı mallarla geldi ve Hz. Ebûbekir’e:

“–Bunlar sizin, şunlar da bana hediye edilenler” dedi.

Hz. Ömer:

“–Onların tamamını Hz. Ebûbekir’e teslim et” dedi.

Muâz (r.a), kendisine hediye edilenleri vermekte yavaş davrandı. Gece uykuya daldığında bir rüyâ gördü. Sanki kendisi büyük bir ateşin kenarındaydı. İçine düşmekten korkuyordu. O esnâda Hz. Ömer geldi ve kuşağından yakalayarak onu ateşten kurtardı.

Muâz (r.a), sabah olunca doğruca Hz. Ebûbekir’in yanına varıp rüyâsını anlattı ve yanındaki malların tamamını ona teslim etti.

Hz. Ebûbekir de:

“–Mâdem böyle davranıyorsun, ben de onları sana gönül hoşluğuyla veriyorum” dedi.

Bunun üzerine Hz. Ömer:

“–İşte şimdi bunlar sana helâl ü hoş oldu” dedi. (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 261)

Resûlullah, kamu malına ihânet etmeyen insanları methetmiş ve bunun övülecek bir haslet olduğunu göstermiştir. Bir gün şöyle buyurmuştur:

“Esed ile Eş’arî kabileleri ne güzel kabiledirler; harbden kaçmazlar ve ganimet malına hıyânet etmezler. Onlar bendendir, ben de onlardanım.” (Tirmizî, Menâkıb, 74/3947)

Cenâb-ı Hak da hıyânette bulunmayanlarla beraberdir. Bir kudsî hadiste bu hakikat şöyle haber verilir:

“Allah Teâlâ buyuruyor: «Biri diğerine ihânet etmediği müddetçe, ben iki ortağın üçüncüsüyüm. Biri arkadaşına hıyânet ederse, ben aralarından çıkarım.” (Ebû Dâvud, Büyû’, 26-27/3383)

Cenâb-ı Hak aradan çıkınca oraya hemen şeytanın girip her iki ortağı da hazîn akıbetlere sürükleyeceğinde şüphe yoktur.

İhânetle ilgili bir mevzû da, kişinin kendisiyle istişâre eden kardeşini yanlış yönlendirmesidir. Doğrunun ne olduğunu bildiği hâlde ondan hiç bahsetmeyip yanlış yolu tavsiye eden kimse, kendisine güvenerek gelen kardeşine büyük bir ihânette bulunmuş olur.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Kim doğru olmadığını bildiği hâlde Müslüman kardeşine bir işi tavsiye ederse, ona ihânet etmiş olur.” (Ebû Dâvud, İlim, 8/3657)

Kendisine güvenerek sözünü dinleyen birine kişinin yalan söylemesi kadar büyük bir ihânet düşünülemez. Çünkü insan, yalan söyleyeceğini hiç tahmin etmediği bir tanıdığının sözleri karşısında son derece saf ve tedbirsiz davranır. Dolayısıyla uğrayacağı zarar da diğerlerine nisbetle büyük olur.

Hıyânetin bütün boyutlarını ve zararlarını açıkça beyan eden Resûlullah, ümmetine örnek olmak için dualarında bu kötü huy ve tabiattan Allah’a sığınmıştır. Beşinci hadisimizde görüldüğü üzere:

“Allah’ım! Emânete ihânetten sana sığınırım; o ne kötü bir kalbî haslet, huy ve tabiattır” buyurmuş ve bizlere nasıl dua etmemiz gerektiğini göstermiştir. Aynı zamanda, hâinliğin insanı rezil eden ve onu en aşağı seviyeye indiren korkunç durumunu ümmetine göstermek istemiş ve ondan Allah’a sığınmalarını tavsiye etmiştir.

Tabiî ki burada bahsedilen ihânet, daha evvel de geçtiği üzere, gizlice ahdi bozarak karşı tarafın haklarını çiğnemek, hakka muhâlif davranmak olduğu gibi daha umûmî mânâda İslâmî hükümlere riâyetsizliği de ifade etmektedir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, şerʻî mükellefiyetleri bize emânet olarak vermiştir. (Ahzâb 33/72; Enfâl 8/27)

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Efendimiz’den Hayat Ölçüleri, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

İSLAM’A İHANET EDENLERİN FECİ AKIBETİ

İslam’a İhanet Edenlerin Feci Akıbeti

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.