Allah Faizi Mahveder, Sadakayı Bereketlendirir

Zekat nedir, kimlere verilir? Faizin zararları nelerdir? Zekat ve sadaka vermenin hikmetleri, faydaları ve bereketi.

Zekât, belli bir miktarın üzerinde mala sahip olan zenginlerin, hicrî takvime göre senede bir defa mallarından % 2,5 nisbetinde Allah için vermeleridir. Zekât; fakirlere, yoksullara, zekât toplayan memurlara, gönülleri İslâm’a ısındırılacak olan kimselere, hürriyetlerini satın almaya çalışan kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışanlara ve yolda kalanlara verilir. (et-Tevbe, 60)

Hayvanlar ve toprak mahsulleri de zekâta tâbîdir. Her birinin hesapları farklı farklı yapılır. Toprak mahsullerinin zekâtına “öşür” denir.

İslâm, zekât gibi belli ölçüde mecbûrî bir infâkın yanında yüksek himmet sahiplerinin, durumlarına göre infak ve tasaddukta bulunmasını da kendilerine bırakmıştır.

ZENGİN İLE FAKİRİN VAZİFELERİ

Fertlerin ve toplumların güçlü-güçsüz, sıhhatli-sıhhatsiz, bilgili-bilgisiz, zengin-fakir gibi farklı durumlarda bulunması, takdîr-i ilâhînin nice derin ve ince hikmetlerini ihtivâ etmektedir. Her şeyden önce, hayatta sahip olduğumuz bütün nîmetleri Cenâb-ı Hak bize bir imtihan vâsıtası olarak lûtfetmiştir. Hattâ sahip olduğumuz nîmetler kadar içine düştüğümüz mahrûmiyetler de birer imtihan vesîlesidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Her ne zaman Rabb’i, imtihan için insana ikrâm edip bol nîmet verse, «Rabb’im bana ikrâm etti!» der. Ne zaman da imtihan edip rızkını daraltsa, «Rabb’im bana değer vermedi!» der.” (el-Fecr, 15-16)

Buna göre meselâ zenginlik bir izzet, fakirlik de bir zillet değil, taksîm-i ilâhîdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“...Dünya hayatında onların maîşetlerini aralarında Biz taksîm ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için de kimini(n maîşetini) derecelerle ötekine üstün kıldık. (Ancak) Rabb’inin rahmeti, onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.” (ez-Zuhruf, 32)

Cenâb-ı Hak kulları arasındaki taksimâtı farklı yaptığı gibi mükellefiyetleri de ona göre tanzîm ederek kullarına aslâ haksızlık etmemiştir. Bu âyet-i kerîmeden ayrıca, insanlar arasındaki farklılığın, toplum âhenk ve nizâmını temin etmede mühim bir role sahip olduğunu anlıyoruz.

Zengin, malını nereden kazanıp nereye sarf ettiği husûsunda, yani helâl veya haram kazançlarından, zekât, sadaka, hayır ve hasenât fasıllarından Allâh’ın huzûrunda hesap verecektir. O, varlığının muayyen bir kısmını fakirlere vermeye memur kılınmakla, serveti bakımından büyük bir imtihana tâbîdir. Ancak diğerleriyle birlikte bu imtihanı da kazandığı takdirde rızâ-yı ilâhîye ve Cennet nîmetlerine nâil olacaktır.

Fakir de, sabır, şikâyet, isyan, kin, haset, iffet gibi hususlardan hesâba çekilecektir. Bunların neticesi Allâh’ın rızâsına uygun düşerse, onun dünya çilesi, ebedî bir âhiret saâdetine dönüşecektir.

Fakir, dünyada zenginin maddî desteğine muhtaç olduğu gibi, zengin de hem dünyada hem de âhirette fakirin duâsına muhtaçtır.

Şükür ehli cömert zenginler ile sabırlı ve haysiyetli fakirler, insanlık şerefinde ve ilâhî rızâda beraberdirler. Ancak İslâm’da, kibirli hasis zenginler ve buna mukâbil sabırsız ve istemeyi âdet hâline getiren fakirler zemmedilmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Yâ Rabbî! Zenginlik ve fakirliğin fitnelerinin şerrinden Sana sığınırım!” diye duâ buyururlardı. (Müslim, Zikir, 49)

O hâlde kanaat, tevekkül, teslîmiyet ve itaat kimde galebe hâlinde ise, gerçek zengin odur...

Çalışmak ve helâl yoldan mal-mülk sahibi olmak, elbette meziyettir. Doğru olan, bunları kalbe sokmadan, yani putlaştırmadan Hak yolunda infâk edebilmektir. Aksi hâlde servet, dünyada hamallık, âhirette de acıklı bir azap sebebi olur.

İnfak, sadaka ve Allah yolunda hizmet ve gayretin ehemmiyetini bildiren şu kıssa çok ibretlidir:

Beşîr bin Hasâsiyye -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bey’at etmek için geldim. Bana, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Hazret-i Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm üzere haccetmemi, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu.

Ben şöyle dedim:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihâd ve sadakadır. Müslümanlar, cepheden kaçan kimsenin Allâh’ın gazabına uğramış olarak döneceğini söylüyorlar.[1] Ben ise cihâd meydanına varınca, nefsimin korkuya kapılıp ölmeyi istememesinden endişe ediyorum. Sadakaya gelince, vallâhi benim küçük bir koyun sürüsü ve on deveden başka bir şeyim yoktur. Onlar da âilemin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elini yumdu, salladı ve şöyle buyurdu:

“–Cihâd (Allah yolunda hizmet) yok, sadaka yok, peki ne ile Cennet’e gireceksin?!”

Ben hemen:

“–Yâ Rasûlâllah, Sana bey’at ediyorum!” dedim ve koştuğu bütün şartlar üzerine bey’at ettim. (Ahmed, V, 224; Hâkim, II, 89/2421; Beyhakî, Şuab, V, 8; Heysemî, I, 42)

ZEKÂT VE İNFAKTAKİ HİKMETLER

Zekât, sadaka ve infak, varlıklı insanların servetlerine aldanarak azgınlaşmasına ve muhtaçların zenginlere karşı kin ve haset gibi menfî duygulara kapılmasına mânî olur. Böylece ictimâî hayatı korur, fertleri birbirine kardeşlik ve muhabbetle bağlar. Zenginlerle fakirler arasındaki mesafeyi asgarîye indirir. Neticede fakirlerin sayısı yok denecek kadar azalarak, yoksulluk ve çaresizlik sebebiyle meydana gelen birçok tatsız hâdisenin önüne geçilmiş olur.

Zekâtın, toplumdaki farklı insanları nasıl birbirine kaynaştırdığını gösteren şu misâl, ne kadar câlib-i dikkattir:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir evin yanından geçiyordu. Kapının önünde yaşlı ve âmâ bir yoksulun dilendiğini gördü. Arkasından yaklaşıp koluna dokundu ve:

“–Sen ehl-i kitâbın hangi sınıfındansın?” diye sordu. Yaşlı zât, yahudî olduğunu söyledi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Seni bu hâle düşüren sebep nedir?” dedi. Âmâ yahudî:

“–Benden cizye alınması, bir de ihtiyaç sahibi ve yaşlı olmam beni bu hâllere düşürdü.” dedi.

Ömer -radıyallâhu anh- âmâ yahudînin elinden tuttu ve onu kendi evine götürdü. Evinde bulabildiği bâzı şeyleri yahudîye verdi. Sonra Beytülmâl memurunu çağırdı ve ona şu tâlimâtı verdi:

“–Bu ve bunun gibi olanlara dikkat et! Allâh’a yemin ederim ki eğer biz gençliğinin verimli çağında ondan istifade edip de yaşlanıp çöktüğünde böyle sefil bırakırsak, hiç de insaflı davranmış olmayız…”

Bu hâdiseden sonra Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, o ve benzeri kimselerden cizyeyi kaldırdı.[2]

Gayr-i müslimler de, insanlıkta eşimizdir. Son nefes, herkes için meçhul olduğundan, bütün insanlara güzel muâmele etmek ve gayr-i müslimlere, ölmeden evvel îman edebilecekleri ümidiyle yaklaşmak zarûrîdir. Bu sebeple onlara da zekâttan değilse de sadakalardan pay ayrılabilir. Bu ikram ve ihsanlar da neticede onların hidâyetine vesîle olabilir. Bunun en bâriz misâlini yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatında müşâhede etmekteyiz:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hicretin 7. senesinde Hayber Fethi’nden sonra kuraklık ve kıtlığa dûçâr olan Mekke halkına muhtelif yardım malzemeleri gönderdi. Ebû Süfyân, bunların hepsini teslim alıp Kureyşlilerin fakirlerine dağıttı. Kendisi o zaman müşrik olduğu hâlde bu âlicenaplığa hayran kalarak:

“–Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın! Çünkü O, akrabâlık hakkını gözetti!” diyerek duyduğu memnûniyeti ifâde etti.[3]

Bu ve benzeri ihsanlar, Mekkelilerin kalbini yumuşatarak Fetih’te topluca müslüman olmalarını kolaylaştırdı.

Osmanlı tarihinde de bu şekilde pekçok insanın hidayetine vesîle olunmuştur.

Diğer taraftan, zekât olarak alınan mülkiyet, kısım kısım, derece derece cemiyetin mağdurlarına intikâl ettirilir. Böylece toplumda muvâzene, adâlet ve ictimâî âhenk meydana gelir. Zenginin serveti temizlenerek sahibine bütünüyle helâl olur.

Dünyada eskiden beri zengin-fakir kavgası süregelmiştir. Ekseriyâ fakirler zenginlere karşı kin ve hasetle bakmış, zenginlerse fakirleri hor ve hakir görmüşlerdir. Bunun istisnâsı ise ancak zekâtın hakkıyla edâ edilebildiği devirlerde mümkün olmuştur. O zamanlarda zekât ve sadakalar büyük bir gizlilik ve nezâket içinde takdim edilirdi. Zira âyet-i kerîmede “...Sadakaları Allah alır!..” buyrulmaktadır. (et-Tevbe, 104) Bugün de zekât ibâdeti hakkıyla edâ edilse, toplumda fakir ve muzdarip insan yok denecek kadar azalır. Nitekim Halîfe Ömer bin Abdülazîz devrinde insanlar mallarının zekâtını getirir, ancak verecek kimse bulamazdı.[4] Ömer bin Abdülazîz, bir defasında zekât memurunu Afrika ülkelerine göndermişti. Memur, malları dağıtamadan geri getirdi. Çünkü zekât alacak kimse bulamamıştı. Bunun üzerine o da bu paralarla pek çok köle alıp âzâd etti.[5] Bu hâl, malın ve canın Hak Teâlâ için infâk edilmesinin bir mükâfâtıdır.

İşte İslâm, insanlığın maddî-mânevî yaralarını böylesine güzel bir muhtevâ içinde sarıp şifâ bahşederken, diğer sistemler bunu başaramamış, ya ifrata ya da tefrite düşmüşlerdir. Kimi başkasından bir şey istemeyi tamâmen yasak etmiş, kiminde de dilenmek alıp yürümüştür. İslâm ise, zekât ve infak yoluyla bu yaraya son derece hakîmâne bir edâ ile yaklaşmış ve en münâsip çâreyi sunmuştur.

Gerçekten zekât, İslâm’ın insanlığa kazandırdığı pek yüce kıymetlerden biridir. Bir zamanların acı gerçeklerinden biri olan kölelik zincirini insanın boynundan çıkarmanın yollarından biri de zekâttır. Zira zekât mallarının kullanılabileceği sekiz yerden biri de kölelerin hürriyete kavuşturulmasıdır.

Zekât ve infaktaki sırlardan bir diğeri de, ferdî sermâyenin dehhâmeleşmesine (anormal büyümesine) mânî olmaktır. Zekât ve infaklar, sermâyenin bir kanser hâline gelmesini engelleyen en güzel bir devâ ve çâredir.

Yine zekât sâyesinde Allah yolunda gayret eden pek çok insana destek verilerek hayırlı işlerin yapılmasına öncülük edilir. Talebelerin okumasına yardımcı olunarak bu vesîle ile ilmin, Hakk’a kulluğa vesîle olarak kullanılması sağlanır.

Hâsılı, zekât veren toplumda huzur hâli teessüs eder. Gerek muhtelif İslâm toplumlarında, gerekse Osmanlı’da cemiyetin umûmî bir huzur hâlinde olduğunu görüyoruz. Osmanlı toplumu bu huzurla 620 sene ayakta kalmıştır.

Zekât verilmeyerek ictimâî dayanışma bozulduğunda, toplumda hırsızlık, lüks merâkı ve gösteriş gibi yanlışlıklar artar. Mâneviyattan uzaklaşıldıkça da nefsânî arzular azgınlaşır ve neticede bütün toplum huzursuz olur. Bu durumda sosyoloji ilminin bildirdiği kâideler de ancak satırlarda kalır.

MÜLK ALLÂH’A ÂİTTİR

Şöyle bir düşünecek olursak, Rabb’imizin mülkünde yaşıyoruz. Onun nîmetleri ile rızıklanıyoruz. Mâlî ibâdetlerde ihmalkârlık gösterenler düşünmüyorlar mı ki, acabâ kimin malını kimden esirgiyorlar?!

Hakîkatte mülk, mutlak olarak Allâh’a âittir. İnsanların mâlikiyeti ise, devre-mülk gibidir. Dünya malı, Allâh’ın kuluna verdiği bir emânettir. Fertlerin onu istediği gibi kullanması, aslâ tasvip edilemez. O, mülkün hakîkî sahibinin emrettiği istîkâmette kullanılmalıdır.

Bu durumda, infak eden kişi, aslında kendi malını değil, Allâh’ın ihsân ettiği malı yine Allâh’ın bir kuluna vermiş olmaktadır.[6] Bu sebeple Allah Teâlâ, zekâtı, imkânı olan kişilerin muhtaç olanlara vermesi gereken bir hak olarak tâyin etmiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Onların mallarında sâilin (muhtâcın) ve mahrumun (iffeti dolayısıyla isteyemeyenin) mâlûm bir hakkı vardır.” (el-Meâric, 24-25; ez-Zâriyât, 19)

Bunun için ilâhî ahlâka ve lûtfa nâil olmak isteyen her kul, istifâde ettiği dünya nîmetlerinden muhtaçları ve muzdaripleri de istifâde ettirmek mecbûriyetindedir. Zira asıl gâye, elinden ve dilinden insanların istifâde ettiği bir mü’min hâline gelip Allâh’ın rızâsına nâil olabilmektir.

ZEKÂT VE İNFAKLARDAKİ BEREKET

Cemiyetin mağdur insanlarını sevindiren zekât, aslında, alandan ziyâde verene fayda sağlar. Hakîkaten “temizlik”, “sâfiyet” ve “bereket” mânâlarını ifâde eden “zekât” kelimesi, insanın bâzı kalbî hastalık ve kötülüklerden arınması, malın temizlenip artması gibi son derece mühim faydaları hâizdir.[7] Öyle ki gönlün arınması, rûhun sâfiyet kazanması ve nefsin tezkiyesindeki bu temizlik keyfiyeti, enbiyânın gönderiliş hikmetlerinden de biridir.

Zekât, fıtratı îcâbı mala düşkün olan insanın mal hırsını azaltmak sûretiyle onun hakîkî muhabbet ve bağlanmaya lâyık olan Cenâb-ı Hakk’a yönelmesini de temin eder. Kişinin, Allah muhabbetini gölgeleyen her şeyi içinden atarak tevhîdi yaşamasına, cimrilikten kurtulup Allâh’ın verdiği malın şükrünü edâ edebilmesine yardımcı olur. Şükür de, nîmeti artırır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Eğer şükrederseniz, size olan nîmetlerimi artırırım.” (İbrâhîm, 7)

“Allah yolunda mallarını harcayanların misâli, yedi başak bitiren bir tâne gibidir ki, her başakta yüz tâne vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allâh’ın lûtfu geniştir, O her şeyi bilir.” (el-Bakara, 261)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sadaka ve infâkın geniş ve şümûllü olan mânevî bereketini anlatarak şöyle buyurmuşlardır:

“Allah -azze ve celle- bir lokma ekmek, bir avuç hurma ve yoksulun faydalanacağı buna benzer bir şey vesîlesiyle üç kişiyi Cennet’ine koyar:

1) Evin sahibi ve onun (sadakanın) verilmesini emreden kişi,

2) Verilecek şeyi hazırlayan evin hanımı,

3) Sadakayı yoksulun eline veren hizmetçi.”

Bunları ifade ettikten sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sözlerini şöyle tamamlamışlardır:

“Hiçbirimizi unutmayan Allah Teâlâ’ya hamd olsun!” (Heysemî, III, 112)

Diğer taraftan sadaka, dünyevî ve uhrevî pek çok sıkıntıyı defeder. Bunların bir kısmını Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle haber verirler:

“Suyun ateşi söndürdüğü gibi sadaka da günah(ın azâbını) söndürür.” (Tirmizî, Îmân, 8/2616. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Fiten, 12)

“Sadaka, Rabb’in öfkesini söndürür ve kişiyi kötü ölümden uzaklaştırır.” (Tirmizî, Zekât, 28/664)

“Müslümanın verdiği sadaka, ömrünü uzatır (bereketlendirir), kötü ölümü önler ve Allah Teâlâ onunla kibri, fakirliği ve övünmeyi giderir.” (Heysemî, III, 110)

“Sadaka vermekte acele edin! Çünkü belâ, sadakanın önüne geçemez.” (Heysemî, III, 110)

“İnsanlar arasında hüküm verilinceye kadar, herkes sadakasının gölgesinde olacaktır.”

Bu son hadîsi bize nakleden râvîlerden biri olan Ebû’l-Hayr Hazretleri, her gün mutlakâ bir sadaka vermeye gayret ederdi. Verdiği şey bir kek, bir soğan ve benzeri şeyler olsa bile… (Ahmed, IV, 147-8; Heysemî, III, 110)

Peygamber Efendimiz’in haber verdiğine göre bir grup insan Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ın yanına uğramıştı. Onlar ayrıldıktan sonra Îsâ -aleyhisselâm- yanındakilere:

“–Bunlardan biri, Allah dilerse bugün ölecek!” buyurdu.

Akşam olunca, o insanlar sırtlarında odun demetleriyle tekrar Hazret-i Îsâ’nın yanına geldiler. Îsâ -aleyhisselâm-:

“–Odunları yere bırakın!” buyurdu. Sonra o gün öleceğini söylediği kişiye:

“–Odun demetini çöz!” buyurdu. O zât demeti çözdüğünde, içinden siyah bir yılan çıktı. Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-:

“–Bugün hangi sâlih ameli işledin?” diye sordu. O kişi:

“–Bugün herhangi bir sâlih amel işlemedim!” dedi. Îsâ -aleyhisselâm-:

“–İyi düşün, ne yapmıştın?” buyurdu. Bu sefer o zât:

“–Bir amel işlemedim, fakat elimde bir ekmek parçası vardı. O esnâda yanıma bir yoksul gelip bir şeyler istedi. Ben de ekmeğin bir kısmını ona verdim.” dedi.

Bu cevap üzerine Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-:

“–İşte bu sâyede (belâ) senden uzaklaştırılmış!” buyurdu. (Heysemî, III, 109-110; Ahmed, Zühd, I, 96)

Mevlânâ Hazretleri, malı Allah yolunda harcamanın bereketini ne güzel îzah eder:

“Mal, sadaka vermekle hiç eksilmez. Bilâkis hayırlarda bulunmak, malı kaybolmaktan, zâyî olmaktan korur! Verdiğin zekât, kesene bekçilik yapar, onu korur. Kıldığın namaz da sana çobanlık eder, seni kötülüklerden ve kurtlardan kurtarır.

Ekin ekenin ambarı boşalır, lâkin hasat vakti gelince, saçtığı tohumlara karşılık kaç mislini geri alır! Boşalttığı bir ambara mukâbil, kaç ambar dolusunu iâde alır!.. Fakat buğday, yerinde kullanılmaz da ambarda saklanırsa, bitlere, küçük kurtlara, farelere yem olur. Bunlar onu tamamıyla mahvederler.”

ZEKÂT VE İNFAK EDEBİ

Zekât ve sadaka verirken edebe riâyet etmek çok mühimdir. Bilhassa veren, alana teşekkür hissiyâtı içinde olmalıdır. Çünkü onu farz olan bir borçtan kurtarıp nice bereketlere nâil eylemektedir.

Zekât veya sadaka verirken en azından malın orta hallisinden verilmelidir. Bize verildiğinde almak istemeyeceğimiz bir şeyi başkasına sadaka olarak vermemeliyiz.[8]

Yine, başa kakmak ve incitmek sûretiyle sadakaları boşa çıkarmamak gerekir. Zira Cenâb-ı Hak, bu çirkin davranışı kat’î sûrette yasaklamaktadır.[9]

Muhtaca bir şey verdikten sonra bundan dönüp verilen şeyi geri istemek de doğru değildir. Bu davranış, son derece çirkin görülmüştür.[10]

Zekât, sadaka ve hayır işlerinde dikkat edilecek mühim hususlardan biri de, gizliliğe riâyettir. Çünkü açıktan verilen sadaka, alan kimsenin hayâ duygularını zayıflatır, zamanla alışkanlık hâline dönüşünce de çalışma gayret ve isteğini ortadan kaldırır. Bunun yanında, veren kişinin de gurur, kibir, ucub (kendini beğenme) gibi kötü huylara düşmesine yol açar.

Sadakayı ihlâs ve samîmiyetle, sırf Allah rızâsı için vermelidir. Gösteriş yapmak ve dünyevî maksatlar için yapılan infaklar boşa gider ve insana bir fayda sağlamaz.[11]

ZEKÂTI TERK ETMENİN TEHLİKESİ

Zekât borcunu ödemeyen fert ve toplumları maddî ve mânevî pek büyük tehlikeler beklemektedir. Bu tehlikeye dikkat çeken Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Allah yolunda infâk edin! Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın! Bir de ihsanda bulunun, zira Allah (iyilikte bulunan, işini güzel yapan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.” (el-Bakara, 195)

VEREN EL ALAN ELDEN ÜSTÜNDÜR

İslâm, ihtiyaç sahibi bir kişinin, başkalarından bir şey istemesini yasaklamaz. Bununla birlikte, ahlâkî bakımdan bu durumu çok fazla tasvip de etmez. Ancak büyük zarûretler hâlinde istemeye müsâade eder. Zira başkalarına el açmak, insanı küçük düşürür. Bu sebeple de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından bey‘at alırken pek çoğuna “kimseden bir şey istememe”lerini şart koşmuştur.[12]

Yani zekât almaya değil zekât vermeye gayret etmelidir. Zira Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Veren el, alan elden daha hayırlıdır. Yardım etmeye, geçimini üstlendiğin kimselerden başla! Sadakanın hayırlısı, ihtiyaç fazlası maldan verilendir. Kim insanlardan bir şey istemezse, Allah onu kimseye muhtaç etmez. Kim de tokgözlü olursa, Allah onu zengin kılar.” (Buhârî, Zekât 18; Müslim, Zekât 94-97, 106, 124)

Bununla birlikte, Cenâb-ı Hak, zekât ve sadaka veren infak ehli sâlih mü’minlerin kalbî hassâsiyetine dikkat çeker. Onların bir rahmet dergâhı olan gönül âlemlerinin, aynı zamanda gerçek muhtâcı tanıma hususunda âdeta mânevî bir röntgen hâline gelmesi gerektiğine işaret ederek şöyle buyurur:

(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun! Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)

FÂİZİN ZARARLARI

Zekât ve infak gibi hükümleriyle İslâm, zor durumda olan insanlara, karşılık beklemeden el uzatmış ve nice kanayan yarayı kökten şifâya kavuşturmuştur. Bununla beraber, zâhirde insanlara yardım ve kolaylık gibi görünen, hakîkatte ise zor durumdaki çâresizlerin bu hâllerini istismar etmekten başka bir işe yaramayan fâiz musibetini de yasaklamıştır.

Zira fâizci, başkalarının sıkıntıda olmasını ve bu durumdan istifâde etmeyi ister. Zekât veren kimse ise, muhtaç ve sıkıntılı kimselerin dert ortağıdır. Onun yegâne arzusu, Hak Teâlâ’yı râzı edebilmektir. Bu sebeple dâimâ O’nun dertli kullarına devâ olmaya çalışır.

Hırslı ve gözü doymayan bir insanın, malı-mülkü, ne kadar çok olsa da gözüne dâimâ az görünür. Fakat sadaka ve zekât vermeye alışan insanlar ganî gönüllü olurlar. Az bir dünyalıkla yetinirler. Fâizcinin gözünü ise öylesine hırs bürümüştür ki, başkalarını mahvetmek pahasına kendi malını artırmak ister. Ancak âkıbeti hep iflâs ve hüsrân olur. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

“Allah fâizi tüketir, sadakaları ise bereketlendirir...” (el-Bakara, 276)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ümmetini şöyle îkaz buyurmuşlardır:

“Kim malını fâiz yoluyla artırırsa, onun âkıbeti mutlakâ malının azalarak iflâsa sürüklenmesidir.” (İbn-i Mâce, Ticârât, 58; Hâkim, IV, 353/7892; Beyhakî, Şuab, IV, 392/5512; Taberânî, Kebîr, X, 223/10539)

Diğer taraftan fâiz, birinden alıp diğerine verdiği için, yani birinin dişini güçlendirmek için başkalarının kanını emdiğinden, ictimâî temellere zarar verir. Enflâsyonu artırır. Zengini daha zengin, fakiri daha fakir hâle getirir. Milleti iktisâdî, ictimâî, dînî ve ahlâkî yönlerden bataklığa sürükler.

Buna mukâbil, cemiyetin fakir ve sıkıntılı fertlerine yardım mâhiyetindeki sadaka ve bağışlar, ictimâî âhenk ve nizâmın devâmını temin ettiğinden, dünyada da âhirette de bir bereket vesîlesidir.

Hâsılı, kardeşlik duygularının zayıfladığı, ictimâî huzur ve sükûnun bozulduğu, kin ve husûmetin çoğaldığı günümüzde ciddî bir infak seferberliğine ihtiyaç vardır. Unutmayalım ki muzdarip ve muhtaç insanların yerinde biz olabilirdik. Bunun için onlara olan infâkımız, aynı zamanda Rabb’imize karşı bir şükür borcumuzdur.

Dipnotlar:

[1] Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde, onlara (kâfirlere) arka çevirirse muhakkak ki o, Allâh’ın gazabına uğramış olarak döner. Onun yeri de Cehennem’dir. Orası, varılacak ne kötü yerdir!” (el-Enfâl, 16)

[2] Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, Dâru’s-Salâh, ts., s. 259-260.

[3] Ya’kûbî, Târîhu’l-Ya’kûbî, Beyrut 1992, II, 56.

[4] Bkz. Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, VI, 493.

[5] Bkz. M. S. Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, s. 434.

[6] Bkz. el-Bakara, 3; er-Ra’d, 22; en-Nûr, 33; el-Hadîd, 7.

[7] Bkz. et-Tevbe, 103; Sebe, 39; Ebû Dâvûd, Zekât, 21/1619.

[8] Bkz. el-Bakara, 267; Ebû Dâvûd, Zekât, 5/1582.

[9] Bkz. el-Bakara, 262-264; el-İnsân, 8-11.

[10] Bkz. Müslim, Hibât, 5.

[11] Bkz. el-Bakara, 264.

[12] Bkz. Müslim, Zekât, 108; Ebû Dâvûd, Zekât, 27/1643; Ahmed, I, 11.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

ZEKAT NEDİR?

Zekat Nedir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.