Allah Dostlarının Fazilet Ufku

Mevlânâ Hazretleri, sır ve hikmet tecellîleriyle olgunlaşarak zâhirî ilimlerin hudutlarını aştı, gönül iklîminde aşk-ı peygamberî ile bambaşka mânâ ırmakları çağıldayan ve dilinden hikmetler fışkıran büyük velîlerden oldu.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bir gün talebeleriyle sohbet etmekteyken Şems-i Tebrizî, onu imtihan etmek maksadıyla garip bir heyecan içinde şu acâyip suâli sorar:

“–Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri mi, yoksa Hazret-i Muhammed Mustafâ (s.a.v.) mi daha büyüktür?”

Mevlânâ Celâleddîn, dehşete kapılır ve hiddetle:

“–Bu ne acâyip bir suâl?! Hiç âlemlere rahmet olarak gönderilmiş yüce bir peygamberle, bütün mânevî sermâyesi O’na tâbîlik olan ve gönül feyzini O’ndan alan bir velî mukâyese edilir mi?!.” der.

Tebrizli Şems, sükûnetini bozmadan suâlini şu şekilde açıklar:

“–Öyleyse neden Bâyezid, Rabbinden cehenneme konulmasını ve vücûdunun orada hiçbir günahkâra yer kalmayacak derecede büyütülmesini taleb ettiği, lâkin bunun zıddına, küçük bir ilâhî tecellî karşısında da; «Şânım ne yücedir! Kendimi tesbîh ederim!..» dediği hâlde; Hazret-i Peygamber (s.a.v) sayısız tecellîlere rağmen büyük bir mahviyet içerisinde bulunuyor ve nâil olduğu ulvî derecelerle yetinmeyerek Rabbine hamd ve şükür hâlinde ve O’na yakınlık arzusuyla dâimâ istiyor, istiyor, sürekli istiyordu?..” der.

ZAHİRİ ALEMİN MAVERASI

Bu îzah, Mevlânâ Celâleddîn’i sırf aklın aydınlattığı zâhir ilmin hudûduna getirip dayar. Bu noktada kalarak suâli cevaplamak imkânsızdır. Şems, mânevî tasarrufla onu bu noktadan daha ileriye istikâmetlendirir. Zira zâhirî âlemin mâverâsı (ötesi), uçsuz bucaksız bir “ledün âlemi”dir. Böylece Şems, muhâtabını, onda mevcut olduğu hâlde habersiz bulunduğu mânevî ufkun derinliklerine doğru şimşek süratiyle bir keşif seyahatine çıkarmış olur.

Bu ânî gelişmenin tesiri ile Hazret-i Mevlânâ, daha evvel ezberlemiş bulunduğu zâhirî ilmin mütâlaalarından biriymiş gibi kolaylıkla şu cevâbı verir:

“–Bâyezîd’in; «Şânım ne yücedir; kendimi tesbîh ederim! Ben sultanlar sultânıyım!..» sözü, mânevî bir işbâ (doymuşluk) hâlinin ifâdesidir. Yani onun mânevî susuzluğu, küçük bir tecellî ile giderilmiş oldu. Okyanusun hacmi sonsuzdu, lâkin onun kalbî istiâbı bu kadardı. Bu yüzden küçük bir tecellî ile rûhu artık talepsiz hâle geldi, sekre sürüklendi; akıl âleminin dışına çıktı.

KULUN RABBİYLE ARASINDAKİ MESAFE SONSUZDUR

Hazret-i Peygamber (s.a.v.) ise, « اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ » sırrına mazhar olmuştu. İlâhî tecellîler, kendisini her taraftan kuşattığı hâlde kâinat kadar geniş olan gönül âlemi, bir türlü kanmıyordu. Kulun Rabbiyle arasındaki mesâfe sonsuz kere sonsuz olduğu gibi, O’nun kalbî istiâbı da sonsuzdu. Bu yüzden mazhar olduğu nâmütenâhî tecellîler bile O’nun ilâhî aşkını teskîne kâfî gelmiyor, bilâkis sonsuz bir iştah ve iştiyakla susadıkça susuyor, içtikçe de susuzluğu artıyordu. Yüce Mevlâ’sına her an daha da yakın olmayı arzuluyordu. Her an bir hâlden diğer bir hâle yükseliyor ve her yükselişte de bir önceki hâline tevbe ediyor;

«Yâ Rabbî, Sen’i gereği gibi ve lâyık olduğun vechile tanıyamadım... Sana hakkıyla kulluk yapamadım...» diye istiğfar ve tazarrûda bulunuyordu.”

İşte Mevlânâ Hazretleri, bu nevî sır ve hikmet tecellîleriyle olgunlaşarak zâhirî ilimlerin hudutlarını aştı, gönül iklîminde aşk-ı peygamberî ile bambaşka mânâ ırmakları çağıldayan ve dilinden hikmetler fışkıran büyük velîlerden oldu.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 1, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.